Aslında hiç de anımsamak istemeyeceğimiz takvim yapraklarından biri 24 Nisan. Ancak hep söylendiği gibi bazı yaralar zamanla iyileşmez, değil 98 yıl, 398 yıl da geçse aynı yaklaşım tarzıyla bu yara iyileşmez. Tersine kötüleşir.

Neden 24 Nisan? 24 Nisan, Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Rober Koptaş’ın deyimiyle soykırımın başlangıcı değil, ama Ermenilerin tüm kültür hayatını şekillendiren seçkin tabakanın ortadan kaldırıldığı olayların işaret fişeği olarak kabul ediliyor. Ermeniler, bu ‘Yaratıcılar’ grubuna duydukları saygıdan ötürü 24 Nisan’ı milat olarak kabul ederler. Onları anmak 1915’in tüm masum kayıplarını anmak anlamına geliyor. Bu nedenle 24 Nisan, 1915 ve sonrasında yaşananların simgesel günü.

Yüz yıl önce bu toplum bir karar verdi; ‘Türkiye Türklerindir!’ dedi. Öyle güçlü bir zihniyet yaratıldı ve uygulandı ki, aradan geçen yüz yıla rağmen aynı şiddette devam eden bir devlet politikası oluştu.

Ancak alınan karar iyi bir karar değildi, ülkeyi homojenleştirdi, Türkleştirdi belki ama aynı zamanda çoraklaştırdı. Tahammülsüzlük kültürünün kalıcı olmasının önünü açtı. Emin olun kadim halklarımızı böyle yurtlarından kazımasaydık, ya da kazıyabileceğimize inanmasaydık, o zaman muassır medeniyet seviyesine daha çabuk erişirdik, daha zengin olurduk.

Yüz yıl önce ürettiğimiz şarabın rekoltesinin yanından geçemiyoruz. Yüz yıl önce Anadolu’nun sahip olduğu zenginliği İstanbul bile yakalayabilmiş değil.

Eğer bugün Anadolu’yu seviyorsak, eğer bugün bizi biz yapan değerler en çok şey Anadolu’da barınıyorsa, bunda o coğrafyaya sinmiş olan birlikte yaşama kültürü ve inancı yatmaktadır.

Rakamlarla uğraşmak handikaptır. Ya da tarihçiler konuşsun demek. Geçtiğimiz günlerde devletin resmi ideolojisinin tanıdık yüzü Eski Tarih Kurumu başkanı Yusuf Hallaçoğlu, tehcir sırasında 8500 civarında Ermeni’nin hayatını kaybettiğini ifade etti. Kasım 1918’de İttihatçıların yerini alan yeni Osmanlı hükümetinin Mayıs 1919’da açıklanan komisyon raporuna göre, hayatını kaybeden Ermeni vatandaşların sayısı 800.000.

1928’de Genelkurmay Başkanlığı’nın Cihan Harbi’ndeki kayıplar üzerine yayımladığı kitapta “800.000 Ermeni ve 200.000 Rum katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür” deniyor. Bu ölümlere 1918 sonrası açlık, hastalık ve katliam sonucu Kafkasya’da hayatlarını kaybedenler dâhil edildiğinde kayıplar bir milyonu aşıyor. Taner Akçam’ın 21 Nisan tarihli Zaman’da verdiği rakamlar böyle.

Talat Paşa’nın defterleri de bunları doğrular nitelikte, zira sonuç olarak aşağı yukarı bir milyon Ermeni’nin kırıldığı tarihsel belgelerde mevcut. Tarihte ne olduysa çarpıtmadan ortaya koymak gerekir, eğer buna bir ad vermek gerekirse çekinmeden adlandırmak gerekir. Zira inkar politikalarıyla insanlığa karşı işlenmiş bu suçun üstünün örtülemediğini 98 yıllık deneyimlerden anlayabiliriz.

Anadolu’dan kazınan Ermeniler nereden sürüldüklerini unutmuş değil. Zira dünyanın neresine gitmiş olurlarsa olsunlar fark etmez, halen nerelisin diye sorulduğunda, Kars’lıyım, Elazığ’ıyım, Hakkari’liyim diye yanıt veren insanların Anadolu’yla bağlantılarının ne düzeyde olduğunu görmek mümkündür, zira halen burası dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar onların memleketidir.

Ülkemizde birbirine hemşerilik bağıyla bağlanan insanların birbirlerini nasıl tuttuklarını, koruduklarını, kayırdıklarını biliriz. Salt hemşerisi olduğu için tanımadığı insanlara büyük iyilikleri dokunan kişileri biliriz. Kılıç artığı bile olsa kendi köyünden, kendi sofrasından, kendi havasından, geleneğinden kendine pay biçen Erzurumlu bir Ermeni bizim Erzurumlunun da hemşerisidir. Erzurum onu sever, bağrına basar.

Son bir nokta da 1915, bir geçmiş meselesi olmadığı gibi, Ermeni meselesi de değildir, 1915 gelecek meselesidir, 1915 Türk meselesidir. Türkiye’nin geçmişle hesaplaşması, kendini zora sokan bu durumdan insanca davranarak sıyrılmasıdır.

Sözcüklerin ya da anlatımların kifayetsiz kaldığı bir kıyım için ifadelerden çok ilişkiler, yüzleşme, kucaklaşma ve barışma önemlidir.