Öncelikle bu son yaşadığımız krizler silsilesinin, borç-güdümlü tüketime ve deregülasyona dayalı cari modelden türediğini teslim etmek gerekiyor.

1980’lerle beraber şirket evlilikleri ve devreye sokulan özelleştirmelerle artan piyasa yoğunluğu (düşen rekabet düzeyi), toplam kapasite oranlarını düşürmüş ve işsizliği artırmıştır. Baskı altına alınan maaşlar yüzünden düşen tüketim talebini kompanse etmek için tüketim kredilerinin talep artışına olumlu katkısı ise kısa dönemle sınırlıdır. Zira uzun dönemde kredilerin geri ödenmesi tüketim eğilimini baskılayacaktır.

Oligopolleşen firmaların borçlanma oranları düştüğünden ve mali disiplin altında kamu bütçesi açık vermemek üzere tasarlandığından, bankalar kamu bütçesi açıklarını ve özel firma açıklarını finanse etmekten hanehalkı bütçe açıklarını finanse etmeye başladılar.

Hem kredi ile finanse edilen tüketimin talebi canlandırıcı etkisi kısıtlı olduğundan hem de oligopolleşen firmalar yatırımı ve kapasite kullanımını kıstığından, enflasyonun, yatırımın ve büyümenin düşük seyrettiği; krizlerin çok daha şiddetli ve daha sık aralıklarla meydana geldiği bir 30 yıla tanıklık etti insanlık.

Oysa kapitalist dönem içinde en seyrek ve şiddeti en düşük krizleri yaşadığımız dönem, sosyal refah devleti ve „güçlü kamu ekonomisi“ ile nitelenen 1945-1970 arasıdır.

Anaakım liberal iktisatçılar her ne kadar krizlerin arkasında devleti ve ekonomi politikalarını gösterse de; krizlerden devlet müdahalesi olmadan çıkamadığımız gibi, devletin istikrar, bölüşüm ve dağıtım gibi iktisadi rollerinin daraltıldığı durumlarda, özünde „talep eksikliği ve eşitsizlik“ kaynaklı olan krizlere daha çok maruz kalıyoruz. Çünkü düşük rekabet (yüksek piyasa yoğunluğu) kaynaklı düşük üretim (durgunluk) ortamında, kredi ile finanse edilen tüketim, istihdam yaratan „etkin talep“ niteliği taşımamaktadır.

O nedenle krizden çıkış, arz yönlü önlemlerden ziyade, talep yönlü önlemleri gerektiriyor. Yani büyümenin motoru olan yatırımların canlanması için talebin canlandırılması, onun için de, reel gelir yaratan istihdam artışının sağlanması gerekiyor. Yunanistan’a dayatılan, ekstra gelir yaratmadan halihazırdaki kısıtlı geliri kısarak tasarruf yaratma önlemleri gerçekçi değil.

Belirsizliğin hakim olduğu ortamlarda özel sektörün yatırım riskini üstlenmeyeceği açık. O nedenle Yunanistan için çıkış, kamunun yüksek katma değer üreten sanayi sektörlerine ağırlık vermek suretiyle istihdam yaratan yatırımları üstlenmesi, bu sayede işsizliği düşürüp talebi canlandırması ve sermaye mallarının fiyatını artırmak yoluyla, özel sektörün de bir sonraki adımda devreye girmesini tetikleyecektir.

„Her yeni işsiz, eksilen talebiyle bir başkasını işsiz bıraktığından ve her yeni işe alınan, artan talebiyle başka birisinin iş bulmasını sağladığından” (Keynes), ekonominin ve ekonomi politikalarının asıl hedefi, tam istihdamı yaratmak ve korumaktır. O nedenle, kamu yatırımları ve kamusal istihdam, sadece ekonomik gidişat kötüyken değil, iyiyken de devrede olmalıdır.

Kamusal istihdam dolayısıyla sıfıra yakınlaşan işsizlik, işçilerin pazarlık gücünü de koruyacağından maaşların baskı altına alınmasını engelleyip, gelir dağılımı adaletini de koruyucu- iyileştirici etkiye sahip olacaktır.

Gelir dağılımı düzelen ve özel sektör yatırımı canlanan bir ekonomi; Yunanistan hükümetinin, bir önceki yazıda kamu borç krizinin sebebi olarak atfettiğimiz „doğrudan gelir vergisinin düşük- dolaylı gelir vergisinin yüksek olması“ sorununu çözmesine katkı sağlayacaktır.

Borçların bir kısmının kesilmesi ve yeniden yapılandırılması ve Euro-bölgesi içinde kalması, Yunanistan kamu yatırımlarını daha da kolaylaştıracaktır. Aksi halde Euro’dan çıkmış ve hali hazırdaki borç yükü altında kıvranan bir ekonomi, yatırımlara girişme imkan ve cesaretine sahip olamayacaktır. Öte yandan reel yatırım ve katma değer üreten bir ekonominin borçlarını geri ödeme kapasitesi ve umudu daha güçlü olacaktır.

Tüm bu iktisadi çıkarlarla temellendirmenin yanı sıra; kamu, „herkesin çalışma hakkı“ prensibi çerçevesinde, insan hakları gereği, isteyen herkese istihdam sağlamakla yükümlüdür. Herkesin istihdam ediliyor olmasının, sosyal barış ve toplumsal ruh sağlığı açısından olumlu yönünü de eklemek gerekiyor.

Ayrıca, ulus-devleti aşma projesi olan Avrupa Birliği’nin ayakta kalması ve meşruiyetini koruması için, onun önemli enstrümanlarından olan Euro’nun, Yunanistan’ı içinde barındırmayı başararak meşruiyetini koruması gerekiyor. Dahası, Yunanistan’ın Euro’dan çıkıp kendi para biriminde „devalüasyon“ imkanına kavuşması, palyatif bir çözüm. Çünkü kendi para birimine geçmiş Yunanistan, hali hazırda Euro-bölgesinde bulunan en yoğun ticaret yaptığı ortaklarını ve ürün yelpazesini kısıtlandığı böyle bir ortamda hemen değiştiremeyeceğinden; kur-kaynaklı „işlem maliyetlerine“ maruz kalmanın yanı sıra, yapısal sorunlarını çözmediği sürece sürekli bir nevi sahtekarlık olan devalüasyon’a başvurmak durumunda kalacak.

O nedenle, kamusal istihdam temelli yapısal çözümün onu; para, rekabet vb. politikalarını ortaklaştırmış olan Avrupa Birliği’nin maliye ve emek politikalarını da ortaklaşıtırıp, birbiri arasında yaptığı ticareti „dış ticaret“ olarak görmekten vazgeçmesiyle açılabilir.

Özetle; Yunanistan ve diğer borç batağındaki ülkeler için, eşitsizliğin ve dolayısıyla krizin temel sebebi olan piyasa yoğunlaşmasını (oligopolleşmeyi) azaltacak ve aynı zamanda istihdam ve reel gelir yaratacak önlemlerin başında kamusal yatırımlar geliyor. Avrupa Merkez Bankası’nın yatırım ve tüketimi teşvik için faizleri bu kadar düşürmesinin ve piyasaya enjekte ettiği trilyonlarca paranın sonuç vermemesi, istihdam yaratmayan bu yoğunlaşmış piyasadır: O kadar enjekte edilen likidite, oligopol firmalarca ve dev finans kurumları tarafından, yatırıma değil, daha kolay elde edilen finansal karlar üretmek için finans piyasalarına ve bankalarca hane halkına kredi olarak yönlendirilmektedir.