Hazar denizinin doğusundan, Van gölüne, Zagroslardan Torosların doğu eteklerine, Munzur dan Fırat nehri, Kızılırmaktan Dicle’ye , Mezopotamya dan Basra ya uzanan hilal şeklindeki coğrafyanın varlıkları.. Yaklaşık iki asırdır iştah kabartıp duruyor. Sadece Tek Tanrılı dinlerin icat edildiği günden beri Bereketli topraklar değildi, insanın ziraatı bulmasıyla yani Sümerlere kadar uzanan tarihsel bir bollukta yoksulluk içerisinde kıvranan bir halkın topraklarında hırsızların nefesini kesen olağanüstü tabiat zenginlikleri..

(…)

Dünya’da ilk petrol ve gaz kaynaklarının ticari kullanıma başladığı 20. Yüzyılın başlarında dünya nüfusu 1.5 milyar dolayındayken, petrol üretim ve sanayisi ise bugünkünün 50 kat daha altındaydı. Bugün dünya nüfusu 7 milyarı aştı, ihtiyaçları da arttı, tükettiği enerji kaynakları da sınırlı durumda. Böyle olunca sıkışıklık olmak zorunda. Bunu aşmak için doğanın dengesini bozan eylemlere imza atan insanoğlu kendi geleceğini de riske atmaya başlamış oluyor.

Farklı kuruluşların projeksiyonlarına göre: 2030 yılına kadar dünya enerji talebinin mevcut tüketim seviyesinden yüzde 40 kadar artması bekleniyor. Yine ay dönemde dünya enerji kaynaklarının, yani bugüne kadar alışıla gelmiş ve kullanılmış yeraltı enerji kaynaklarının rezervi de bu oranda azalacağı bilinmektedir. Başta Çin olmak üzere gelişmekte olan ekonomiler hiç şüphe yok ki; daha fazla enerji kullanacaklar; esasen ABD’den sonra Çin günümüz itibariyle en çok enerji tüketen ikinci ülke konumuna geldi. Bu artacak küresel talebin nasıl karşılanacağı sorusu gerekli enerji kaynaklarının temininin haricinde ayrıca iki ayrı risk unsurunu beraberinde getiriyor. Bunlar artan çevresel riskler ile enerji arz ve talebinin coğrafi olarak aynı yerde olmaması ve talebi karşılayacak kaynakların sınırlı sayıda ülkede bulunması nedeniyle enerji arz güvenliği riskleridir.

2015’te dünya petrol talebinin % 70’i ve dünya gaz talebinin % 20’si uluslararası ticaretle sağlanması öngörülüyor. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA)’na göre; 2015 yılında petrol ticaretinin % 80’i ve doğalgazın % 50’si üç bölgeden, Orta Doğu, Rusya ve Afrika’dan karşılanacak. Fakat bunun aksine bir açıklamayı dünyanın dev ekonomisine sahip ABD’den geldi. 2012’nin son günlerinde başkan Barrack Obama’nın ekonomi danışmanları 2015 yılından itibaren ABD’nin kendi petrol ihtiyacının yüzde 80’ni kendi topraklarında çıkaracağını açıkladı.

Söz konusu ticarette alıcı rolünde olan dünyanın gelişmiş ülkeleri kendi ekonomileri açısından sürdürülebilir enerji güvenliğini sağlamak istiyor ve bu sürdürülebilir enerji güvenliğini sağlamak için geçmişte Irak ve şimdi de Libya örneğinde gördüğümüz gibi bölgelerarası savaş riski dahil her türlü karar alınabiliyor.

Üç tarafı denizler kaplı, rüzgarı, yağmuru, güneşi, suyu bol bir ülke enerjide, petrol ve diğer kaynaklarda dışa bağımlı olabilir mi?

Kimden bahsediyoruz? Türkiye’den söz ettiğimizi anlamışınızdır sanırız.

Buna yanıtı yine de biz verelim..

TÜRKİYE PETROL VE ENERJİ’DE KÜRTLERE BAĞIMLI OLACAK

İşte o ülke kapitalizmin programını uyguluyorsa olur tabiki. Kendi ayaklarının üzerinde durabilecek takata yani enerjiye sahip değildir. Sanayileşmesini, gelişmesini ve nüfus artışını sürdüren Türkiye’de enerjiye olan talep hızla artıyor. Son 40 yıl içerisinde, Türkiye’de birincil enerji tüketimi yıllık bazda % 4.5 oranında artarak 2010’yılı sonunu da günde 1.8 milyon varil petrol eşdeğerine ulaştı. Toplam tüketilen enerjinin, % 90’ı fosil enerji olup bu kaynaklardan petrolün % 93’ü, doğalgazın % 97’si ve kömürün % 47’si ithal edildi. Türkiye’nin ithalata bağımlılığı birincil enerjide % 73, elektrik üretiminde ise doğalgaz ağırlıklı olarak % 60 seviyelerinde seyrediyor.

Türkiye, 2010 yılında 50 milyar dolara çıkan cari işlemler açığına en büyük etkiyi yapan unsurlar petrol ve doğalgaz ithalatı oldu. Enerji ithalatı 2010 yılında % 28.7 artışla 38.5 milyar dolara ulaştı ve en önemli kalemi oluşturan petrol ithalatı % 38.6 artarak 21.1 milyar dolara, gaz ithalati ise % 22 arşıtla 14.2 milyar dolara ulaştı. Bu rakamlarla birlikte enerji ithalatı dış ticaret açığına oranı 2010 yılında % 47.5 gibi yüksek bir oranda gerçekleşti; yani dış ticaret açığının neredeyse yarısı enerji hammade ithalatından oluşuyor. Bu dışa bağımlılığın gerçekliği altında başta enerji bakanlığı olmak üzere, EPDK, ETKB, EIE, TEIAS, TEDAS gibi kamu kuruluşları ile TOBB ve TÜSİAD gibi diğer önemli sanayici ve işveren yapılanmaları enerji güvenliğin sağlanması, temiz ve ulaşılabilir enerji arzı hedefine yönelik doğru politikaları ve stratejileri oluşturmak için çaba harcadığı görülse de ciddi adımların 2009’dan sonra atıldığı söylenebilir. Fakat bu çabaların ön görülerden uzak, yerel sorunlardan bağımsız olması yeni tökezlemeleri de getirecektir.

Akdeniz’de petrol ve gaz rezervlerine rastlayan komşularını kıskanan Türkiye koşa koşa Shell, Texaco ve BP’nin yanına gitti. Kıbrıs ve İsrail buldu ben nasıl bulamıyorum acele sondaj başlatın talimatlarıyla denizde ayakta duramayan Piri Reis gemisini Akdeniz’e yolladı. Ülkenin tek arama – tarama gemisi sadece bir ay Antalya açıklarında kalabildi. Sonuç ise hüsran oldu, yabancı tekellerle antlaşma imzalayarak Akdeniz kıyılarını Shell gibi çevre tahribatı konusunda mazisi kirli tekellere teslim etti.

Türkiye enerji politikalarının ekonomi politikaları ile kesiştiği en önemli olgu ise cari işlemler açığıdır. Dışa bağımlı ve her gün enerji, petrol ve gaz talebi Türkiye’nin uluslararası politikalarını da değiştirmiştir bunu da ANAP’la başlayan AKP ile sürdürülen dış politikaya bağlayabiliriz. Kendi iç sorunlarını çözemeyen, kapitalist entegrasyonu tamamlayamayan bir Türkiye her zaman güvensiz ve istikrarsız bir coğrafya olarak uluslararası alanda işlem göreceği bilinmelidir.

AKP hükümetinin 2002 yılından 2014 yılına kadar tek başına hükümet oluşu Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ki çok partili düzende bir ilktir. 17 Aralık 2013’te AKP’yi hükümet yapan güçler arasında bir çatışmanın kokusu yayıldı. Polisin yaptığı operasyonlarda dört bakanın çocukları rüşvet i dolandırıcılık ve bakanlar yolsuzlukla suçlanarak ağır darbe yediler. Fethullah Gülen cemaati hükümete olan desteğini çekmişti ve bu çekiliş çatışmaya dönüşmüştü. Asında rant paylaşımın da çıkan anlaşmazlıklar islamcı güçleri devlet içerisinde mevzi kapışmasına, rant kapılarında ise yolsuzluk batağına gömmüştü. İran’a uygulanan adına konulmamış uluslararası ambargo ve ticari yasakları yıllarca AKP içerisinde ki bir ekiple aşılmaya çalışıldığı açığa çıkmıştı. Altın ve dolar işlemleriyle İran’a nefes aldırılırken AKP içerisinde ki bazı kişi ve gruplar önemli ölçüde rant elde ettikleri ortaya çıktı. Türkiye tarihinin en uzun iktidarda kalan partisi aynı zamanda en büyük yolsuzluk, rüşvet ve rant suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştı. Egemen güçler arasında ki çıkar çatışması Kürt sorunun da muhatap olanların bir süre daha hükümeti beklemelerini getirmişti. Kürt tarafı ‘ içinde ki paralel devleti sök at’’ derken AKP büyük nefes almıştı. Gezi direnişi, 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ve 14 yaşında polisin gaz bombasıyla öldürülen Berkin Elvan’ın cenazesinde milyonlarca insanın günlerce sokaklara çıkıp hükümete karşı gösteri ve direniş yapmaları AKP hükümetini epeyce yıpratmış olarak hesaplanırken, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde AKP küçük sıyrıklarla yani yüzde 5 oy kaybıyla tekrar birinci parti olarak seçimi kazanmıştı.

Kürtler bölgenin ve enerjinin anahtarına sahipler mi?

Kürt sorunu özellikle son çeyrek asrın en can alıcısıdır, bu sadece Türkiye’de değil Suriye, Irak ve İran’da içinde çözüme kavuşturulması gereken önemli bir uluslararası bir sorundur! Kürt sorununu ‘tatlı’ya bağlamayan bir Türkiye enerji de dışa bağımlı olmaya devam edecek !

Adı geçen bölge ülkelerde ki egemen ulus ve egemen ulusun sermaye sınıfı bir başka moda deyimle iktidarları bu sorunu zamana yayıyor, erteliyor veya inkara dayalı politikalarla geçiştiriyor. Kürt sorunu toprak sorunudur, enerji, petrol ve yeraltı-üstü kaynakları sorunudur artık. Son 200 yılda Kürt sorunun yol açtığı çatışma, katliam ve soykırım neticesinde 400 bin dolayında insan hayatını kaybetti ve bir kaç mislisi sakat kaldı, yaralandı. Sadece 1988 yılında Saddam Hüseyin yönetiminin Halepçe’de başlattığı ve 6 ay süren soykırım da 182 bin dolayında Kürt yok edildi veya kaybedildi. Anfal soykırım adı verilen bu katliam yeryüzünde fazla bir tepki dahi görmedi. Yani Kürtler yalnız bırakılmıştı. Yüzbinlercesi yerini yurdunu terk etmek zorunda bırakıldı. Kürtlerin ulusal varlığını kabullenmeyenler onun eşitlik, hak ve adalet istemlerine de sırtını döndüler. Bu durum Kürtleri en altta bıraktı, en çok ezilen halk durumuna sürükledi ve mücadeleye sarılan Kürtler ateşten çembere karşı her gün biraz daha özgürlük için bilendiler. Bölgenin en ilerici, demokrat ve devrimci tutumu alan halkı oluverdiler. Eşitlik, Adalet ve Özgürlük için ayağa kalkarak başka halklara da umut oldular dersek abartı sayılmaz! Arap baharını başlatanlar başta Filistin ve Kürt direnişini örnek aldıklarını açıklamışlardı.

Birinci dünya savaşında dört parçaya bölünerek bölge devletlerinin himayesine alınan Kürdistan coğrafi olarak ilk defa Selçuk’lular tarafından kullanıldı, daha sonra Osmanlı imparatorluğu Kürt beylik veya Mirliklerini tanıyordu ve 1919-1924 yıllarında ise Mustafa Kemal Atatürk ve onun oluşturduğu 1921 Anayasasın da söz edildiyse de Lozan antlaşması imzalanıp Misaki Milliye adıyla yeni Türkiye Cumhuriyeti sınırları onaylandıktan sonra ki ilk 1924’de ki Anayasa ‘da Kürtler yok sayıldılar ve sınırlarda yaşayan herkes kendisini ‘’Türk’’ olarak tanımlamak zorundaydı. Bu, Kürtlerin inkarı aynı zamanda asimilasyon ve imhanın da şiddetli başlangıcı olacaktı. 1639’da ikiye ve 1914-18’ten sonra ise de dört parçaya ayrılan Kürdistan bugün resmi bir ülke veya devlet statüsüne sahip değildir. Hatta adı dahi Türkiye gibi bazı ülkelerce yasak sayılmaktadır. Kürtlere karşı bölgede büyük bir ırkçılık yapılırken bu insanlık suçu islam kardeşliği kisvesiyle saklanmaya çalışılıyordu. Coğrafyasının üzerinde oturan her dört devletin dini islam’dı yada öyle söyleniyordu. Kürtlere de 1071 Malazgirt girişinden buyana islam kardeşliği yaftası asılmıştı, bununla da Kürtlerin bütün ulusal varlıklarına, zenginliklerine el konulmuştu. İslam kardeşliği bir ortak slogana dönüştürülür, Haçlı seferlerine karşı büyük islam zaferi olarak kabul edilen Selahaddin-i Eyyübi’den bu yana İslam kardeşliği sloganı işlendi. Eyyübi’nin Kürt olması, İdris’i Bitlis’inin Kürtlüğü İslam kardeşliği olarak bin yıl boyunca Kürtleri boyunduruk altında tuttu. Şimdi kapitalizm zamanı, paranın en büyük sistemin anahtarı olduğu 21. Yüzyıldayız. Paranın elde edildiği alanların başında ise enerji geliyor. İşte o da Kürt coğrafyasında mevcuttur. Şimdi Kürtlerle kardeşliğin gideceği nokta din mi enerji kaynakları mı olacak?

Bu yasaklı ülke bugün petrolde dünya’nın beşinci-altıncı büyük rezervine sahiptir. Eğer 150 milyar varil petrol ve gaz tahminleri onaylanmış rezerve dönüşürse bu Kürtleri dünyanın üçüncü sırasına oturmasını sağlar. Kürdistan’ın her beş parçadaki petrol ve enerji kaynakları toplandığında ise ikinci sıraya yükselmesi gerekmektedir. En azında 2013 yılına gelindiğinde dört parçalı Kürdistan coğrafyası 100 milyar varil petrol rezervi, trilyonlarca metreküp gaz, Uranyum gibi en değerli kaynakların üzerinde yaşayan yeryüzünün en kalabalık ve en parçalı devletsiz tek topluluktu. Dünya’nın kurulu sistemlerinde, nizamında varlığı bile görülmeyen tek ulusu olarak tarihe geçti.

21. yüzyılda Kürtler Ortadoğu’da sadece istikrarın değil enerji kaynaklarının da anahtarına sahip oldular. Bunca ödenen bedel ve direnişten sonra Kürt halkından habersiz veya onun onayı alınmadan bölgede yeni bir dizayn yapma çabası sonuçsuz kalacağını artık herkes bilmektedir. Buna göre de herkes hesaplarını yapmaktadır. Hesabı olanlar Kürtleri de yavaş tanımaya başlıyorlar. Güney Kürdistan’da ki özerk bölge bu kez güney batı Kürdistan olan Rojava’da yeni bir otonom Kürdistan kuruldu. Kurulan bu yeni idari sistemin oluşumuna ise kadınlar ön ayak oldu. Suriye sınırlarında Türkiye ile 840 kilometre uzunluğunda bir sınırın yeni resmi sahibi artık Rojava denilen güney batı Kürdistan’dır. Ortadoğu ve Mezopotamya’nın en örgütlü halkı aynı zamanda en aydınlanmacı bir konuma da yükseldi, yarın üzerinde yaşadığı toprakların altında ki zenginliği fark ettiğinde bu konumu daha da farklılaşacağını şimdiden bilmekte yarar var.

Kürtler, ortadoğunun en çok zenginliklerine sahip en yoksul halkıdır ancak Ortadoğu Kürtlersiz bütün hesaplar çürümüştür, Kürtsüz Ortadoğu çökmüştür. Enerji kaynakları herkesin hesabını alt üst etmiştir, ulusal başkaldırısı herkesin gelecek yüzyıllık programlarını iptal ettirmiştir. Kürtler sadece yeraltı ve yerüstü enerji kaynaklarına sahip olmakla kalmadılar, kendileri de en enerjik (dinamik) toplum olarak özellikle de Kobani ve Şengal den sonra ortadoğunun ortasına yerleştiler!