Sey Rıza (Seyit Rıza) ve arkadaşlarının asılması ve diğerlerinin ömür boyu hapis cezası ile cezaevlerinde ölüme sevkleri konusunda çok şey yazıldı, söylendi ve daha da söylenecek.

Son on yıl içinde Sey Rıza ve arkadaşları hakkında katliamı gerçekleştiren aktörlerin ta o vakitler piyasaya sürüp inandırmaya çalıştıkları yalanlar ve gerçeğe karşı ördükleri duvarlar birer birer yıkıldı.

Gerçekler faillerinin mirasçılarının birer kabusu olurken, hastalıklı faşizan ideolojilerine daha fazla sarılmaları da dikkat çekiyor. Amaçları hem o dönemi aklamak, hem de bunca yıldır yalan ve hilelerle bilinçlerini çarpıttıkları Dersimlileri ve tüm Türkiye halklarını yine o yalanlarla yönetmek ve hesap sormalarının önüne geçmek. Çünkü yalan tahtları çok ciddi biçimde sarsılmış durumda.

Ancak çabalarının hala sonuç vereceğine inanıyorlar. İnkar edegeldikleri 1915 Ermeni soykırımı ve sonrası ile yüzleşmeyen İttihatçı Kemalistler ile İslamcı Kemalistler belgelerini bile saklamaya gerek duymadıkları 1937-38 Dersim Soykırımı ile de gerçek manada yüzleşemeyeceklerini her geçen gün inatla sunmakta sakınca görmüyorlar.

Aslında bu dirençlerini son yirmi yıl içinde gerçekleşen yüzlerce köyün yakılması, boşaltılması, halkının toplu katliamlardan geçirilmesi, en son Roboski katliamı ve 6-7 Ekim 2014’te 40’a yakın Kürt gencinin öldürülmesi ile göstermişlerdir.

Faillerini bulmakla ve cezalandırmakla yükümlü hükümet/devletin her zamanki gibi öldürülenleri suçladığına tanık olmaya devam ediyoruz. Aynı senaryoya 2011 yılından beri Suriye ve Irak’ta “insani yardım başlığı altında” destekleyerek büyüttüğü cihatçıların Kürtlere yönelik soykırım yapmasını adeta sevinç çığlıkları ile karşılamasını uluslararası arenada inkar ederek sergilemesine tanık olduğumuz gibi!

Türkiye’de geçmişle yüzleşme ve demokratik toplumun inşası ve gelişimi önündeki en büyük engel maalesef devletin kendisi ve onlarla iç içe geçen seçilmiş hükümetlerdir. Her defasında demokrasiyi hakim kılacağız diye diye gelen ve en özel alan olan dini kullanıp, istismar ederek halktan oy ve yetki alan hükümetler çok geçmeden kendi seçmeninin ensesinde bile boza pişirmeye başlıyorlar. Her seferinde milliyetçi ve müslüman kimlikleri ile devletin son 100 yıllık ideolojik aygıtına eklemlenmekle kalmıyorlar yaptıkları yolsuzlukların hasır altı edilmesi pahasına devletin en has partisi olmayı da becerebiliyorlar. Son üç dönemdir hükümetteki Ak Parti de aynı akıbeti yaşıyor ve devlet için şu an için CHP ve MHP’den de daha devlet partisi aparatı görevi görmekteler. Daha bir süre daha kalıcı ya da geçici de olsalar CHP ve MHP’den farklı olarak Kürtlerden kitlesel biçimde oy almayı başarabilmiş tek parti Ak Partidir.

Görüldüğü ve yaşandığı üzere ne yazıktır ki Türkiye örnek gösterilen birçok ülke gibi düz bir çizgi şeklinde demokratik toplum inşası sürecinde ilerlemiyor ve gelişemiyor.

İnkar edileni var eden, görünür kılan ise bu uğurda ölen ya da çok ağır bedeller veren binlerce kişinin mücadelesi oluyor. Türkiye’deki bin yıllık devlet/iktidar ideolojisi ve onun oyunları ile baş etmenin çok zor olduğunu şu son bir asırda ölenlere bakıldığında bile anlaşılacaktır.

Belki daha uzunca yazı ve araştırma konusu olabilecek bu söylediklerimizi en iyi ifade edenin idam ipini boynuna kendisi geçirip üzerine çıktığı sandalyeyi yine kendi ayağı ile itmeden önce Sey Rıza’nın tarihe geçen o sözleri billurlaştırmıştır:

“Sizin yalanlarınızla, hilelerinizle baş edemedim. Bu bana dert oldu. Ben de önünüzde diz çökmedim bu da size dert olsun. ”

Söz elbette ki tartışmasız olarak Mustafa Kemal Atatürk’e ve onun yönetimine ve tarzına söylenmiştir.

Bu sözleri birinci dereceden idama tanık olarak aktaran İhsan Sabri Çağlayangil’in aktardığı gibi Sey Rıza sözlerini öyle boşluğa ve karanlığa doğru değil en kritik olay ve kararlarda tek karar mercii olan ve iktidarın temsiliyetini elinde bulunduran ve o gece Elazığ’da bulunan Mustafa Kemal Atatürk’e doğrudan söylemiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün o gece Elazığ’da olmasına ve Sey Rıza ile görüşmüş olmasına dair çokça yazıldı, çizildi. Ayrıntıları merak edenler için internette kısa bir araştırma yapmaları yeterli olur. Mustafa Kemal Atatürk’ün 14 Kasım’da Elazığ’da bulunmasının bir sebebi de Sey Rıza ile idamı öncesinde kuvvetle muhtemel görüşmüş olması ya da her halukarda Sey Rıza’nın kendisinden faal nedamet dilemesini görmek ve duymak istemesidir. Sey Rıza bu fırsatı Mustafa Kemal Atatürk’e vermez ve özgür gelecekleri için mücadele edecekler için adeta bir yol haritası olabilecek şekilde o sözleri tarihe kayıt olarak geçirir.

O sözler öncesi ve sonrası yapılan zulmü, hukuksuzluğu anlatmaya ne bu satırlar yeter ne de zaman. Ama Sey Rıza ve arkadaşlarının idama ve diğerlerini zindanlardaki ölüm yolculuğuna götüren ceza usul hukuku adına kişi lehine düzenlenen ne varsa yok sayan o 1935 tarihli Tunç-eli yasasına bakıldığında insanlık tarihindeki bir ibretlik soykırım yasalarından birinin neler yapmış olabileceği hususunda çok şey anlatır ve gösterir.

Bu yasanın eksik bıraktığı noktaları dönemin soykırımcı zihniyetinin uygulama pratiği ile doldurduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Bu konuda yine Sey Rıza ve arkadaşlarının asılmadan önce yargılamalarının nasıl yapıldığına dair pratiğin uygulayıcılarından dönemin Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil 1990’da kayda aldığı anılarında; Atatürk'ün "Dersim meselesini kökünden hallediniz" talimatı verdiğini belirttikten sonra şu bilgileri veriyor:

"Seyit Rıza ve çevresi yakalandı. Mahkemeleri sürüyor. İşte bu sırada Atatürk Diyarbakır'daki Murat suyu üzerinde yeni yapılan Singeç Köprüsü'nü açmaya gidecek. (... ) Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer bana dedi ki: "Dersim harekâtı bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu Elazığ'a dolmuş. Atatürk'ten Seyit Rıza'nın hayatını bağışlamasını isteyecekler, buna engel ol. "

Atatürk pazartesi günü Elazığ'a gelecekti, o gün de cumartesiydi, resmi daireler kapalıydı. Bizden istenenler "Asılacakları Atatürk gelmeden asın, beyaz donlular Atatürk'ün karşısına çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun." Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Savcı mahkemeleri etkileyemeyeceğini söyledi. Biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden önce vermesini ve Seyit Rıza meselesinin kapanmasını istiyorduk.

Savcıyı aşmak mümkün olmayınca rapor aldırıldı, yerine tanıdığımız bir savcı geçti. Hakime baskı yaparak mahkemeyi, tatil olmasına rağmen Pazar gecesi 24'e aldırdık. Saatler 24'ü 1 geçe mahkeme başladı. 7 ölüm cezası çıktı.”

Gece yarısı farlar ışığında görülen mahkeme, savcıyı bypass etmeler, yaş küçülterek ve büyütülerek idamların infazı, kararın içeriğini ve göstermelik yargılama boyunca Türkçe’yi bilmediklerinden olan biteni anlamayan ve temyiz hakkından yoksun ve hükümle birlikte hemen kesinleşen ölüm cezaları, vs vs hepsi aynen 1915 tarihli Emlak-ı Metruk-e yasası, İstiklal Mahkemeleri, Şeyh Sait yargılamaları gibi Türk Hukuk Tarihi’nin kilometre taşlarını oluşturan milatlardan biri olmuştur.

İşte bugünün dehşet verici Türkiye yargılama pratiği o günün bu utancı üzerinde yükselmekten çekinmez ve o mirası hoyratça kullanmaktan da çekinmez. Öyle ki Türkiye’deki yargıçlar ve savcılar ve onların tüm kurumları hatta avukatların büyük çoğunluğu eğitim aldıkları hukuk fakültelerinden bu durumu sorgulamayan ve o dönemleri yücelten hocalarının izinden giderler. Haliyle ne bu yargılamalar ile ne de bu utanç yasaları ile yüzleşmeden geçmiş hukuk pratiğinin birer neferi olurlar! Bu gelenek sürdürüldükçe de ülkenin siyasetçisi de o minvalde inkara ve geçmişle yüzleşmemeye devam eder.

1935 Tunç-eli yasası, Bakanlar Kurulu’nun 4 Mayıs 1937 Dersim’e Hareket kararı ile yaptığı soykırım ve Sey Rıza ve arkadaşlarının yargılamaları ile bugünün hukukçusu ve hukuk kurumları yüzleşmedikçe o toplumun siyasetçisi soyguncu da olmaya devam eder katliamcı da. Aynen bugün çözüm sürecinde olduğu gibi Kürt halkının en temel hukuki haklarını bile pazarlık konusu yapacak kadar bin yıllık saray oyunları ile inkarcı, utanmaz ve arsız olurlar. İşte bu nedenledir ki gerçek somut güvence; Alevilerin, Kırmançların, Kurmançların, Ermenilerin, Hıristiyanların ve tüm Türkiye halklarının bir daha bu saray oyunlarına ve yalanlarına aldanmadan yurtlarını, hukuklarını inşa edebilmesinden ve bu temelde kendi temel örgütlenmelerini güçlendirmelerinden geçer. Çünkü artık ihanete düşmeyecekleri, katliam ve kültürel soykırımlardan kurtulabilmenin biricik çözümü ve güvencesi bu örgütlülükle, soyut değil somut olarak haklarını hukuki statüye kavuşturmaktır. Ve ancak o zaman Sey Rıza’nın ölümü değil yaşamı ve özgürlük mücadelesini kutsayan sözlerinin mirasına sahip çıkabiliriz. Zalimi de inkarcıyı da her daim en çok korkutan en büyük kabusu haline gelen bu değil midir?