Bülent Yazıcıoğlu / Demokrat Haber

Mezopotamya… Antik yazarların Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan, günümüzdeki Irak topraklarının bir bölümünü tanımlamak için, mesos (orta) ve potamos (ırmak) sözcüklerini birleştirerek ürettikleri bir addır. Başlangıçta bölgenin tek bir adı yoktu; güney bölümü Sümer ve sonrasında ünlü Babil kentinden dolayı Babilonya, kuzeyi ise Asur ülkesi olarak anılmaktaydı. Örneğin ünlü coğrafyacı Strabon (M.Ö I – M.S I. Yüzyıl), Fırat ve Dicle nehirlerinin suladığı bu alanın kuzeyini Mezopotamya, güneyini Babil olarak adlandırmıştı. Oysa Tevrat’ı dillerine çeviren Yunanlılar Mezopotamya’yı Harran civarında İbrahim peygamberin yaşadığı yer olarak düşünmüşlerdi. Günümüzde ise Mezopotamya adı, kuzeyde Toros dağları, güneyde Basra körfezi, doğuda Zagros dağları, batıda da Suriye çölü tarafından çevrelenen alan için kullanılır. Gerçekte Mezopotamya’nın kesin hatlarla belirlenmesi mümkün olmayan kültürel sınırları, batıda Suriye çölünü Fırat vadisi boyunca aşarak Filistin ve Lübnan dağlarına, güneyden de Elam üzerinden doğuya doğru genişlemektedir. Mezopotamya bir coğrafi terim olmakla birlikte, burada gelişen Sümer, Akad, Babil ve Assur gibi uygarlıklardan günümüze ulaşan bileşik kültürel bir kimliği de ifade etmektedir.

Ez cümle, Hasankeyf, yukarı Mezopotamya’nın bu derin tarihi içerisinde ilk çağlardan beri (M.Ö. 8. yüzyıla dayanıyor. İlk yerleşenlerin kimler olduğu bilinemiyor…) yerleşimin devam ettiği, Süryanice kaynaklarda “Hesna Kepha“, “Kepha “ kelimesinin Süryanicede “Kaya“ anlamına gelen “Kifo“ dan geldiği tahmin ediliyor. Arapça’da ise “Hisn Kayfa“ olan şehrin adı “Kaya Hisarı“, sonradan kısaltılarak “Hisn Kayf“ olmuş. Osmanlıda Hasankeyf adını almış, tarihi 10 bin yıl öncesine kadar giden, kadim bir antik kenttir. Kuzeyinde Raman sıra dağları, güneyindeki Alan sıra dağları arasındaki vadi içerisinden akan Dicle nehri kenarında yer alan Hasankeyf’in kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmemekte. Sadece ilk çağda CEFA adını taşıdığı ve bir Süryani Piskoposluğunun merkezi olduğu bilinmekte. Kasabanın çevresi ilk çağlardan bu yana barınma merkezi olmuş mağaralarla dolu.

Hasankeyf, Diyarbakır – Cizre yolu üzerinde, Dicle nehrinin doğu kenarındadır. Diyarbakır’la Dicle’nin aşağı kısımlarında, şehir ve kasabalar arasında nakliyat ilk zamanlardan beri su yolu ile yapılırdı. Diyarbakır’dan güneye doğru giden anayol Dicle vadisini takip ederdi. Bu iki sebeple Hasankeyf, askeri ve iktisadi önemini asırlar boyunca muhafaza etmiştir. Diyarbakır’dan kalkan kelekler, Hasankeyf yol vermedikçe güneye inemezlerdi. Yukarıdan gelen karayolu üzerinde de Hasankeyf aynı rolü oynardı. Bu nedenle Hasankeyf, Diyarbakır – Cizre kara ve su yolları üzerindeki stratejik ve ekonomik görevini asırlar boyunca devam ettirmiştir.

İslamiyetin Hz. Ömer döneminde M.S.638’den sonra Hasankeyf’i fethetmek için birçok akınlar yapılmıştır. Hz. Muhammed’in akrabası Cafer-i Tayyar’ın oğlu İmam Abdullah ile ünlü komutan Varkenna Hasankeyf kuşatmasında 651’de hayatlarını kaybetmiştir. Mezarları Hasankeyf’tedir.

İslamiyetin hakimiyetine girdikten sonra sırasıyla; ABBASİLER’in, HAMDANİLER’in, MERVANİLER’in eline geçmiştir. Türkler tarafından Hasankeyf’in fethi 1071 Malazgirt savaşından sonra oldu. Selçuklu sultanı Alparslan’ın komutanlığında Artukoğlu Sökmen – 1101 yılında burada ilk ARTUKLU beyliğini kurdu. Tarihçiler bu devri, HISN – KAYFA ARTUKLULARI olarak adlandırdılar. Hasankeyf önce Artukoğullarına, sonra onların “AMİD“i (Diyarbakır’ı) fethetmeleri üzerine her iki ülkeye 130 sene başkentlik etti.

O devirden kalan DİCLE KÖPRÜSÜ ve Büyük ve Küçük Saray Kale Kapıları ayakta kalan yapılardır. Artukluların burada para bastıkları ele geçen sikkelerden anlaşılmıştır. Bugün Hasankeyf’te harap bir şekilde gördüğümüz eserlerden birçoğu Artukoğulları zamanından kalmıştır.

1237’de Eyyubi hükümdarı El-Melik El Kamil şehri zapt ederek Artukoğulları hakimiyetine son verdi ve 30 sene kadar buraya hükmetti. Artık büyük Moğol akınları başlamıştı. 1301 yılında Moğollar bu meşhur ve mahur şehri kuşatarak yağma ve tahrip ettiler. Bu tahrip o derece ağır oldu ki, Hasankeyf bir daha eski halini bulamadı. Eyyubiler de Moğolların istilası sırasında onlara boyun eğerek devam ettiler.

Bugün Hasankeyf’te ayakta olan pek çok yapı bu devre aittir.

-              Sultan Süleyman Camii

-              Kale (Ulu cami) Cami

-              Koç Cami

-              El-Rısk Cami

-              İmam Abdullah Zaviyesi – Kızlar camii

Kısa bir zaman Akkoyunlu hakimiyetine de giren Hasankeyf (1461-1482)‘deki Zeynel Bey Türbesi Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey’e aittir. Akkoyunlulara ait Hasankeyf’teki tek eserdir.

1516 yılında ebedi olarak Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Osmanlılar şehri kısmen harap olmuş ve eski dönemini kaybetmiş olarak buldular.

Hasankeyf, kalenin bulunduğu alanda yer alan, YUKARI ŞEHİR, Dicle’nin güney sahillerindeki teraslara yayılan AŞAĞI ŞEHİR ve Dicle’nin kuzeyindeki teraslarda bulunan kent alanları ve mahalleler olmak üzere üç ana bölüme ayrılır.

12 bin yıllık bu geçmiş, Mezopotamya’nın kalbindeki bu kadim ses, yakında Gap projesi kapsamında, ömrü sadece 50 yıl olan Ilısu barajı hidroelektirik santralı nedeniyle sular altına gömülecek. Bu kadar basit olmamalıydı tabii bu. Hasankeyf’te hüküm sürmüş hiçbir medeniyetin kendinden öncekilerin yaptıklarına dokunmadığı, bilakis, üzerine yenilerini ilave ederek geliştirdiği anlayıştan çok uzaklaşılmış olacak. 12 bin yıl öncesinden günümüze kadar, bir zamanlar burada yaşamış ve insanlığın kendi geçmişine dair aradığı, anlamaya, bulmaya çalıştığı çok önemli cevapları, bulguları bırakarak çoktan göçüp giden tüm Hasankeyf’lilerin ( Bizanslılar, Sasaniler, Artuklular, Abbasiler, Hamdaniler, Mervaniler, Eyyübiler, Akkoyunlular, Osmanlılar) mağara evleri, ibadet yerleri; camiler, Kiliseler, köprüler, bereketli Salıhiya bahçeleri, Köşkler, Eyvanlar, mezarlıklar, şimdiki evler, işyerleri ve ANILAR da kaybolup gidecekler birer birer… Ve daha gün yüzüne çıkmayı bekleyen öyküleri de… Dikkat ederseniz o mekanlarda hep, tıpkı cenaze törenlerindeki gibi, anlamsız dünya çekişmelerinden biraz olsun arınırsınız. Çünkü, insan ömrünün gelip geçici, ama, kentlerin kalıcı olduğunun sonunda farkına varırsınız. Unutmayın, istediğiniz kadar yıkın, yerle bir edin, yüzlerce yıl sonra, kazmayı vurdunuz mu, kent yeniden fışkırır yıktığınız yerden; bir sarnıcıyla, kemeriyle, pazar yeri ve tapınaklarıyla başkaldırıp, ben hala buradayım der adeta... Hiç de umursamaz, ve çok acımasızca da sorgular; ya siz dercesine meydan okur. Tıpkı, yakın zamanda 13. ve 15. Yüzyıllara ait bir SERAMİK ATÖLYESİ ile TİCARET MERKEZİ’nin Hasankeyf’teki baraj kazıları esnasında bir tokat gibi yerin altından çıkarak kendini göstermesi gibi…

Ilısu barajı Hidroelektrik santralının kesin bir tarih verilmemekle birlikte yakında faaliyete geçmesi planlanıyor. Tarihi kalıntıların bir kısmı eski yerinden yeni yerleşimin olacağı yere taşınırken bir kısmı da yerinde üzeri betonlanarak, suların altında korunması amaçlanıyor. Barajın iptal edilmesi pek olası gözükmüyor.

Hasankeyfliler yeni yerleşkeye tam olarak hangi şartlarda gideceklerini bilmiyorlar. İskan kanununa takıldıklarını, kendilerine ne dükkan ne de ev verileceğini düşünüyorlar ve bunun büyük bir mağduriyet olduğunu söylüyorlar. Tarihi çarşıdan tahliye kararı, halkın protestoları neticesinde şimdilik dondurulmuş durumda. Yeni yerleşkede Hasankeyf’in içinin tamamen boşaltıldığını, karakterini kaybettiğini; tarihle, kültürle, yaşayışla, inançla ve anılarla dolu olan eski Hasankeyf’in yerini asla alamayacağına inanıyorlar.

Zamanın sonsuzluğuna kendini kaydettiren Hasankeyf’te bir devir kapanırken, yeni bir devir başlıyor. Bu yeni devrin tarih sahnesinde kendine ne kadar yer bulacağını şimdiden söylemek zor.

Bu antik kadim şehir baraj sularının altına gömüldüğünde, belki bir teselli olarak her şeyini kaybetmiş olmayacak kendinden geriye bıraktıklarıyla. Ve şimdiye kadar hiç gündeme gelmeyen, getirilmeyen HASANKEYF KANYONLARI ve kanyonlar boyunca görebileceğimiz, sular altında kalmayacak olan antik kent kalıntılarıyla…

Takriben 800 m ile 1 km arasındaki muhteşem SAHA ve ZİHA vadisi kanyonları.

Hasankeyfli rehber arkadaşım Süleyman AĞALDAY’la, Saha kanyonunun girişinden, dar kanyon geçitlerinden başlayan kanyon keşfimizin ilk varış noktası TIBBAH tepesi. (Kürtçe adıyla Se’re’tıbbah) Kanyon kayalıkları, etraftaki mağaralar ve boşluk hissi çok ürpertici ve etkileyici. Bir zamanlar burada yaşayan Eyyubilerin, Artukluların nefeslerini ensenizde hissediyorsunuz…

Tepeden aşağıya, şimdiye kadar ne anlama geldiği bilinmeyen, hazine kayasındaki çivi yazılarını görmeye gidiyoruz. Buradaki yerleşimin ne kadar eski olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz. Zira, Hasankeyf’in ilk yerleşenlerinin kimler olduğu hala bilinemiyor.

Hemen aşağı kısımda DERİKE bölgesi denilen yere doğru geçiyoruz. Kanyonların ortasında, düz bir alanda olan bölgede, Derike Kilisesi kalıntıları ve mezarlar mevcut. Etrafta mağaralar var. Müthiş bir yalnızlık ve bırakılmışlık duygusu. İnsan etraftaki mağaralardan birine yerleşip inzivaya çekilmek istiyor…

Buradan kuzeye doğru oldukça rahat yürüme yollarından devam ederek, halk arasında ŞIHSEVİNÇ TÜRBESİ diye anılan ve tam ortasındaki yabani dut ağacıyla insanı çok rahatlatan, etrafı kayalarla ve mağaralarla çevrili türbeye ulaşıyoruz. Hasankeyf eski heyecanını yitirmeden ve turizme kapatılmadan önce, burada özellikle Hasankeyfli kadınlar belli zamanlarda toplanarak, birlikte yemekler yapar ve yerlermiş. Bir nevi adak adamak gibi bir ritüel. Türbenin hemen yanında halk arasında kutsal olduğuna inanılan bir kuyu suyu var. Uzun bir kanyon yürüyüşünün ardından, kovayla kuyudan su çekerek kana kana içiyoruz şifa niyetine.

Buradaki türbe ziyareti ve molamızdan sonra, yaklaşık olarak 300 m kadar bir köy yolunu takip ederek, kanyonun ikinci ayağı olan ZİHA vadisine ulaşmaya çalışıyoruz. Rahat bir yürüyüşten sonra vadiye varıyoruz. Burası özellikle antik kentin su ihtiyacını karşılayan, kaya içlerine oyulmuş su kanallarının ve bentlerinin olduğu bir bölge. Ve halen kentin su ihtiyacı için bu kanallar kullanılmakta.

Vadinin yamacında, muhtemelen M.Ö 638 yıllarında Hz Ömer döneminde Müslümanlardan kalma, yerel halk arasında MEŞAD ALİ mescidi diye anılan, Hz Ali mescidi, 12 imam mescidi, mağara camii de denilen, mağara içine ibadet için yapılmış çok etkileyici bir camiyle karşılaşıyorum. Hala çok iyi korunmuş olan camide peygamber ve imamların isimlerinin yazılı olduğu yazıtları görüyorsunuz. Bütün bunları görmek ve mağaradan karşı vadiyi, kanyonları izlemek çok heyecan ve sonsuzluk duygusuyla kaplıyor insanın içini.

Yaklaşık olarak 1 km’ye varan Hasankeyf kanyonlarının son etabı olan Şelale ve Eski Değirmenler bölgesi denen yere doğru yürümeye devam ediyoruz. Sağlı sollu gördüğüm kayadan tepeler, dik yamaçlar, mağaralar insana kendini çok eski zamanlara ait bir geçitten geçtiği hissini veriyor. Tıpkı Hasankeyf’in kendisi gibi. Çok rahat bir yürüyüşten sonra, halk arasında Değirmenler bölgesi denen yere varıyoruz. Antik dönemden bu yana birden fazla değirmenin olduğu bölgede, artık debisi çok güçlü akmayan şelaleler ve işlevini yitirmesine rağmen insanı çok etkileyen değirmenler ve değirmen taşlarını görüyorum. Bölge ve sahip olduğu hinterland o kadar etkileyici ki; tepenin hemen alt kısımlarında Eyyubiler döneminden kalma, şehrin sebze ve meyve ihtiyacını karşılayan, şimdilerde pek verimli kullanılmasa da peyzaj olarak da muhteşem gözüken “ SALIH –İYA BAHÇELERİ“ beni çarpıyor. Bir yandan şelaleden gelen su sesleri, etraftaki mağaralar, bahçelerin güzelliği ve karşımda sular altında kalacak Hasankeyf… Zamanın içinde kaybolmak, başka bir zamanda yolculuk yapmak gibi sanki…

Süleyman ve ben çok yakınımızda olan Hasankeyf antik şehrine doğru patika yoldan yürümeye devam ediyoruz. Sol yamaçtaki mağaralar ve önündeki alanlarda otlayan bir sürü tavuk ve onları koruyan köpeklerle karşılaşıyoruz. Tavuklar gece mağaralarda kalıyor ve köpekler tarafından yaban hayvanlara karşı korunuyorlar.

Bir zaman sonra sular altına gömülecek olan mahallelerin içinden geçiyoruz tekrar. Antik eserlerin taşınması çalışmaları bütün hızıyla devam ediyor. Kent adeta bir şantiye havasına bürünmüş. Hava kapalı… Bütün gezi boyunca yağmur yağar mı acaba diye endişelendik durduk. Gezimiz bitti ve yağmur başladı.

Kayıp zamandan sessiz, sert ve yırtıcı bir ses duyuldu Hasankeyf semalarında. Bir yaprak daha düştü yere, horozlar öttü, köpekler havladı, kazlar Dicle nehrinde endişeli gezilerine devam etti. Buradaki hayat giderek bitiyordu…