Serkan Doğan / Demokrat Haber

Kudüs ve Tel Aviv’i içeren din turizmi ağırlıklı kültür turumuzun ardından, bu topraklara kadar gelmişken, Ürdün'ün Lut Gölü ile Akabe Körfezi arasındaki toprakları üzerinde yer alan antik kent ‘Petra’yı görmeden dönmek olmaz’ diyoruz. M.Ö. 400 ile M.S. 106 yılları arasında Nebatilere başkentlik yapmış bir şehirden bahsediyoruz. M.S. 400’lü yıllardan sonra deprem ve ekonomik sorunlardan dolayı yavaş yavaş terk edilen ve unutulan, 1812 yılında İsviçreli gezgin Johann Burckhardt tarafından yeniden keşfedilen Petra, 6 Aralık 1985 tarihinde ise UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmış. Aynı zamanda, Peru’da yer alan Machu Picchu ile de kardeş şehir. Son zamanlarda, bu antik kentin El-Hazne bölümünün altında kral mezarları bulunduğunda tekrar gündeme gelmiştir.

İlk önce, Tel Aviv otobüs garından birkaç saatte bir kalkan otobüsleri kullanarak 370 km uzakta bulunan Eilat’a gidiyoruz. Bu otobüsler için önceden bilet alınmasında fayda var, zira genelde ucu ucuna yetiştiğinizde yer bulamıyorsunuz. Otobüs bileti 30-35 dolar civarında. Yolculuk gayet konforlu ve 4,5 saat kadar sürüyor. İndiğiniz yerden sınıra kadar çok kısa bir taksi yolculuğu yapmanız da gerekiyor. İner inmez, Ürdün sınırındaki prosedürleri halledip, 25 dolar çıkış vergimizi ödeyerek, bir taksiyle Petra’ya doğru yol alıyoruz. Sınırda taksi için pek pazarlık şansınız yok, zira neredeyse tekelleşmiş durumdalar. Bu durum için “mafya” kelimesini kullananlar da var. Taksiye 150 dolar ödüyoruz, petrolün oldukça ucuz olduğu bir ülkenin kendi bölgesine göre epey pahalı kaldığını da tatmaya başlıyoruz böylece. Fakat 20:30’daki ışık gösterisine yetişmek için buna değer ve gerçekten Kral Caddesinden (King Street) oldukça hızlı gidiyoruz.

Işık gösterisi harikaydı. Gösteriye giriş 17 Jod (24 dolar). Gösteri için önceden rezervasyon mümkün değil ve gişe açılır açılmaz bilet almak gerekiyor akşam için. 2 saat kadar süren gösteri Ziyaretçi Merkezinden (Guest Center) başlıyor ve ufak bir kanyondan (Siq) geçerek, 40 metre yüksekliğinde ve 25 metre genişliğinde, Roma mimarisinden esinlenerek inşa edilen, iki katlı ve “Hazine” adı verilen dev yapıya (the Treasury / Al-Khazneh) ulaşıyorsunuz. Yol boyu her iki taraf da binlerce mumla aydınlatılıyor ve Hazinenin olduğu alana ulaştığınızda, bütün bir meydanın da yine muntazam bir şekilde mumlarla ışıklandırılmış olduğunu görüyorsunuz. Gerçekten mükemmel bir görüntü. Hazine meydanının bu tatlı ve loş karanlığında, biri flüt çalıyor, başka biri bilgilendirici bir destanda söz ediyor, bu sırada Bedevilerin meşhur nane çayı dağıtılıyor. (Çay aşırı derecede şekerli olduğundan, içmem mümkün olmadı).

Petra’ya giden ve bilgi istediğim bazı arkadaşlarım, güzel bir yer olduğunu ve birkaç saat içinde rahatlıkla gezilebileceğini söylemişlerdi. Petra’ya gidince anlıyorum ki, bu kişiler muhtemelen sadece kanyondan Hazine’ye kadar gidip, o devasa yapıyı görüp geri dönmüşler. Hâlbuki bu büyük ve geniş sit alanının, Açıkhava müzesinin yalnızca giriş kısmı burası. Giriş bileti 50 Jod ki bu 150 TL’ye geliyor, belki dünya üzerindeki en pahalı müze ve sit alanı giriş fiyatıdır. Hemen giriş kısmında bir müddet zaman geçirebileceğiniz müze bölümü bulunuyor. Bölgeye birkaç gün ayrılmalı ve yapılar tek tek incelenerek, keyfi çıkartılarak gezilmeli. Ne yazık ki 1 günümüz var ve bütün günü ayırıyoruz elbette bu keşif yolculuğu için.

Hazine’ye giden, zaman zaman daralan ve zaman zaman genişleyen kanyonun her iki yanında hayvanlar için açık ve insanlar için üzeri kapalı olarak yapılan oluklar var, içeride ve uzaktaki manastır alanlarında temiz içme suyu ulaştırmak için, bunun için muntazam bir eğimle tasarlanmışlar. Kayaların içine oyulan bu nefes kesici vadi aynı zamanda Indiana Jones “Last Crusade” (Son Macera) filminin de çekildiği yer. Ayrıca,  Mumya Geri Dönüyor (2001), Transformers: Revenge of The Fallen (2009), Mortal Kombat (1997) filmlerinin bazı sahneleri de yine burada çekilmiş. Başka bir ismi de Kızıl Şehir (Red City) ve Gül Şehridir (Rose City). İngiliz şair John Burgon, “zamanın yarısı yaşındaki / gül kırmızı bir kent” der. İçeriye elbette vasıta giremiyor, isteyenler at ve eşekler ile ulaşımı daha rahat bir hale getirebiliyorlar. Kaldı ki hayvanlar gerçekten çok bakımsız ve bu yüzden üstlerine binip eziyet etmeye kıyamıyoruz. Bu hayvanlara bir sabah bir de akşam olmak üzere su veriliyor ve acımasızca, gün boyunca çalıştırılıyorlar. Tam tepenizde yakan güneşi de hesaba katacak olursak, yol boyu at ve eşek sahipleri, sürücüleri, hediyelik eşya satan kadınlar ve çocuklar ve çeşitli dilenciler zaman zaman çok can sıkıcı olabiliyor.

Kanyonlar zaman zaman 1 metreye kadar daralabiliyor, çeşitli tapınak ve yapılara çıkmak için uzun merdivenleri aşmak ve tırmanmak gerekebiliyor. Bütün bu süreç içerisinde, en önemli belki de tek motivasyon kaynağınız, muhteşem manzara ve bu gizemli atmosfer oluyor hiç kuşkusuz. Pasaportunuzu yanınıza alın. Üstünüzde hafif ve rahat giysilerin ve ayaklarınızda sağlam ve konforlu bir çift spor ayakkabı veya sandalet olması iyi ve öngörülü bir tercih olacaktır. Yanınıza büyük bir sırt çantası almanıza müsaade edilmiyor. Tabii ki bol miktarda su ve kuruyemişi unutmamalı. Yol üzerinde ufak tefek kafeler var ancak oldukça konforsuz, pahalı ve çeşit az. Prefabrik ve kısmen kayaların arasına yapılmış tuvaletler de bulunuyor.

Dünyanın dört bir yanından turistler Ürdün’e çoğunlukla sırf (07.07.2007 tarihinden bu yana) dünyanın yedi harikasından biri olarak sayılan Petra’yı görmek için geliyorlar. Nebatilerin vatanı ve merkezi olmakla birlikte, kutsal kitaplarda anılan Semud kavminin de burada yaşadığına inanılıyor. Perslerden kaçan Nebatiler, ulaşması oldukça güç olan Musa Vadisine (Wadi Musa) sığınırlar ve burada tamamen taştan anfitiyatrolar, tapınaklar, saraylar, mezarlar ve manastırlar inşa ederler. Putperest olan Nebatiler, bu tapınakları tanrıları Duşara (Dushrara) için yapmışlar. Eski Ahit’in Tekvin bölümünde “Nebayot” halkından söz edilir ve İbrahim peygamberin 12 oğlunun en büyüğünün soyundan geldikleri anlatılır. Semud kavmiyle ilgili anlatıya değinirsek, Kuran’da Semud kavminin yaşadığı yer “Hicir” ismiyle geçiyor. Salih peygamberin uyarılarına rağmen yola gelmeyen ve 10.000 küsur nüfuslarıyla evlerini kayalardan oydukları anlatılan putperest Semud halkı, sonunda bu azgınlıklarının cezası olarak şiddetli bir ses ile yok edilirler.

Biraz da yakın tarihine bakacak olursak, Ekim 1917 tarihinde Üçüncü Gazze Muharebesi öncesinde Osmanlı askeri güçlerini uzaklaştırma amacıyla girişilen mücadele ve teşebbüsler çerçevesinde, İngiliz subayı T. E. Lawrence (Arabistanlı Lawrence)’in önderlik ve komuta ettiği Suriyeliler ve Petra’lı Araplar, Osmanlı rejimine karşı isyan edip başkaldırmak suretiyle ve İngiliz güçlerinin de önemli desteğini alarak, Osmanlı ordusunu yenilgiye uğratırlar.

Antik Yunan ve Roma uygarlıklarının çağdaşı olan Petra bu medeniyetlerden önemli ölçüde etkilenmiş elbette. Bu gülkurusu rengindeki kentteki kanyonlar, masif kayaların tektonik hareketler sonucunda yarılmasıyla oluşmuş olduğuna inanılıyor. Kayaların yüksekliği zaman zaman 300 metreyi buluyor. Dar geçitler arasından geçerek, çeşitli meydanlara varıyorsunuz. Tiyatro nekropolü, 8.000 kişilik antik tiyatro, Firavunun kızına adanan saray, dev sütunlu yapılar ve obelisk mezarlardan geçiyorsunuz ve uzun bir yoldan sonra, en az Hazine kadar görkemli bir başka yapıya, “Dünyanın Sonu” da denilen Manastır’a (Al Deir) yaklaşık 100 dakika içerisinde ulaşıyorsunuz. Şimdi biraz soluklanmak ve bu insan yapımı efsunlu manzaranın tadını çıkarma zamanı...

Petra vadisinde gün boyunca en az 15-20 km yürüyüş yaptıktan sonra, akşam her yanımız toz içinde fakat kafamız bir o kadar berrak, en yüksekteki ve tapınak ve manastırlarla dolu vadiye yukarılardan bakan bir noktada, taşlar üzerinde piknik yapan bir avuç Ürdünlü genç, onların sahip olduğu Shakira adlı eşek ve sevimli sıpası ile beraber, görkemli bir günbatımına şahitlik ediyoruz. Dakikalar hızla geçiyor, altımızda uzanıp giden Wadi Araba ve Harun peygamberin mezarının bulunduğu Harın Dağı da karanlıklara karışıyor...

Wadi Rum; Çöldeki Güzellik

Hazır Petra’ya geldik, Wadi Rum’da yer alan Ürdün çöllerini görüp, çölde çadır ve çay keyfi yapmak kaçınılmaz. Burası, aynı zamanda, zihinlerimizde yer eden Arabistanlı Lawrence filminin platosu. David Lean 1962 yılında filmin büyük bir kısmını burada çekiyor. 2000 yapımı Kırmızı Gezegen (Red Planet) adlı filmde ise Wadi Rum Mars yüzeyi olarak gösteriliyor. “Tranformers: Revenge of the Fallen” adlı filmde Mısır şeklinde ve “Prometheus” adlı filmde ise uzaylıların yine bir gezegeni gibi görünen vadi, 1998 yapımı “Passion in the Desert” isimli filmin de pek çok sahnesine ev sahipliği yapıyor. Son dönemde, 2013 yapımı Mars’ta Son Günler (the Last Days in Mars) filmi ve 2015 yapımı Ridley Scott tarafından çekilen Marslı (the Martian”) adlı filmde de yer yer kullanılan Wadi Rum (veya Wadi Ramm) aynı zamanda “Ay Vadisi” olarak da biliniyor. Petra’ya çok uzak değil (40 km) ama Akabe’den geliyorsanız 50 km, Amman’dan ulaşıyorsanız ise 720 km yolu kat etmeniz gerekiyor. 720 kilometrekarelik bir alanı kaplayan vadi, zaman zaman belirli noktalarda (Jabal Rum) gibi 1734 metre yüksekliğine kadar ulaşıyor. Zaten “Rum” kelimesi Aramice kökenli olup, “yükseltilmiş” anlamı taşıyormuş.

Pembe ve yüksek kum tepeleri, uçsuz bucaksız bir arazi ortasında istediğiniz kadar saat süren jeep safari veya deve turları yapmanız mümkün. Ama bu develer konforsuz, safari jipleri ise oldukça ilkel ve basit olduğundan, yoğun kuma maruz kalabiliyorsunuz ve abartılarak anlatılan uğrak noktaların pek matah yerler olmadığını gördüğünüzde, genelde gezinizi kısa tutup çadır alanına yönelmeyi tercih ediyorsunuz. Gün boyu, tepeden tepeye, mağaradan mağaraya gezmek, koşmak, tırmanmak, akşam olunca harika bir günbatımı çekmek en iyi fikir, zaten başka yapabileceğiniz bir şey de yok.

Kumtaşı ve granit kayalardan oluşan tepe ve yükseltiler arasında kalan vadilerde ufak tefek Bedevi köyleri var, tabii bunlar daha içeride olduğundan biz gözlemleyemiyoruz. Çölde yaşayan bedeviler genelde hayvancılıkla ve son zamanlarda da turizmle geçimlerini sağlıyorlar. Bu arada, “sandboard” denilen harika bir faaliyet keşfetmişler, yani eğimli kumlarda board ile kaymak, bu keyfi kaçırmayın...

Çadır alanları çöle girişten itibaren birbirinden belli bir mesafede konumlanmış ve görünüşte neredeyse aynılar. Belki konfor bakımından, çadır fiyatı 50-100 dolar arasında değişiyordu. İnternet ve cep telefonu çalışmıyor, sınırlı elektrik enerjisi aydınlatma için çok kısıtlı oranda kullanılıyor. Çeşitli ülkelerden gelen insanların toplaştığı çadır kamplarının ortak alanlarında samimi sosyalleşmeler yaşanıp, kısa dostluklar kurulabiliyor. Kam personeli gayet yardımsever ve işinin ehli, beklenmedik bir turizm bilinci içerisindeler.

Gece gündüz arasındaki sıcaklık farkı 20 dereceye kadar çıkabildiğinden, gündüz yanmamaya, gece de donmamaya özen göstermelisiniz. Güzel ve loş bir atmosferde yiyeceğiniz akşam yemeğinden sonra, biraz sohbetin ardından, muhtemelen yatmaya çekilirsiniz. İlave battaniye verebiliyorlar ama pek yeterli gelmiyor, gece çöl soğuğunda üzerinizde kalın kıyafetler varken yatmanız tavsiye edilir. Sabah şirin ve mütevazı bir kahvaltının ardından, yola çıkmak için hazırlanıyoruz...

Jerash; Roma’dan bir Hatıra

Jerash’ta çok iyi korunmuş bir Antik Roma kenti olduğunu duymuştuk. Bu sefer yol 300 km kadar ve 4 saat sürüyor. Kuzey Ürdün’de yer alan Jerash (Gerasa) deniz seviyesinin 250-300 metre kadar üzerinde bulunuyor ve oldukça bereketli topraklara sahip. M.S. 749 yılında meydana gelen büyük bir deprem şehrin önemli bir kısmını yerle bir ediyor, kent kalıntıları yüzlerce yıl toprak altında kaldıktan sonra 1806 yılında Alman Oryantalist Ulrich Jasper Seetzen tarafından yeniden keşfediliyor ve kazı çalışmalarına başlanıyor. 1920’l yıllardan bu yana Jerash’taki kazı ve restorasyon çalışmaları aralıksız olarak sürüyor.

Jerash’ta Bronz Çağında (M.Ö. 3200-1200) bile yerleşim olduğu tahmin ediliyor. Kazılarda M.Ö. 6500 yıllarına ait kemikler bulunmuş. Büyük İskender’in de uğradığı şehir, M.S. 63 yılında Romalılar tarafından fethediliyor. Kısa zamanda, en önemli 10 Roma kenti arasına giriyor. İmparatorlar yaptığı yollar ile meşhur Trajan ve kurduğu kemer ile tanınan Hadrian zamanında şehir iyiden iyiye gelişiyor. M.S. 614 yılında Persliler tarafından alınan şehir, yavaş yavaş önemini yitiriyor. Zaten M.S. 749 yılında kenti o büyük deprem vuruyor. Haçlı saldırıları sırasında, Haçlı orduları Artemis Tapınağı da dahil olmak üzere bazı anıtları kale ve surlara dönüştürüyorlar. Sonrasında şehir sırasıyla Eyyübiler, Memluklar ve Osmanlıların eline geçiyor. Osmanlı yönetimi sırasında bir ara ismi “Sakib” olarak değiştirilse de, sonradan fiilen bu uygulama terk ediliyor.

Şehir 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren başta Suriyeliler, Çerkezler ve Ermeniler olmak üzere ciddi bir göç olmaya başlamış. Daha sonra, 1948 ve 1967 yıllarında bir de Filistinlilerin göç dalgasına şahitlik edilmiş. Böylece kent daha bir renklenmiş, çeşitlenmiş ve kalabalıklaşmış. 1981 yılından beri yaz aylarında (Temmuz sonu, Ağustos başı gibi) üç haftalık bir Jerash festivali düzenleniyor. Kraliyet Ordusu ve Savaş arabası Deneyimi (RACE) performansları da yine görülmeye değer. Bu şov Cuma ve Salı günleri dışında günde iki defa sergileniyor.

Ürdün’ün iki büyük şehri olan Amman ve Irbid’e yalnızca yarım saat mesafede olmasının gelişimsel sıkıntısını yaşayan Jerash, turizm dışında tarımla da ön plana çıkıyor. 1.250.000’in üzerinde zeytin ağacı dikili olan şehir bir de Jerash Private University adında bir üniversiteye ev sahipliği yapıyor.