Kaynak işçisi Ethem Sarısülük, 1 Haziran günü Ankara’da bir polisin silahından çıkan kurşunla yaşamını yitirdi. Cinayeti işleyen polis memurunun günlerce saklanması, çıkarıldığı ilk duruşmada meşru müdafaa savunmasının kabul görüp tutuksuz yargılanmak üzere salıverilmesi ve Ethem hakkında başlatılan karalama kampanyası, devletin ölümleri nasıl meşrulaştırdığını herkese gösterdi. Gezi Parkı’nın sembolü, sokaklara çıkan herkesin kardeşi veya evladı haline gelen Ethem’in ölümünü ve cinayet sonrasında da süren devlet şiddetini, Ethem’in ağabeyi Mustafa Sarısülük Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattı.

Söyleşi: Doğu Eroğlu / www.siddethikayeleri.com


Gezi Parkı protestoları boyunca güvenlik güçlerinin tercih ettiği müdahale yöntemleri, toplumun önemli bir kısmında Türkiye’deki polis şiddetinin yeni bir olgu olduğu kanısını oluşturdu. Hâlbuki 2007’den beri en az 140 kişi polis memurlarınca öldürüldü. Siz daha önce bu şiddeti nasıl tanımlıyordunuz?

Bu zulmü polis şiddeti yerine devlet terörü diye tanımlamak daha doğru. Birçok insan bugün, “İşte AKP’nin polisi” diyor ama aslında bu AKP’nin değil, devletin, yani bu zihniyetin halka karşı kullandığı silahlı, paramiliter bir güçtür. Polis, devletlerin kendi egemenliklerini sürdürmek için kullandıkları bir şiddet örgütüdür. Devlet terörüyle de ilk defa karşılaşmıyoruz zaten. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana devlet, iktidar ve polis hep baskı, şiddet ve katliamlar yaratmıştır. Bu baskı Gezi Parkı protestoları sayesinde tüm toplum tarafından görüldü.

Daha önce devlet şiddetiyle karşılaşmış mıydınız?

Yaşadığımız hayat şartları sebebiyle, halktaki diğer insanlar gibi yoksulluğun, çekilen acıların getirdiği olgunlaşmanın bir sonucu olarak halkın karşılaştığı sorunlarda biz de taraftık. 1995-96 yıllarında yaşadığımız olaylar sonrasında, insan hakları ihlalleri, halka yönelen şiddet ve yargısız infazlardan ötürü taraf olma zorunluluğu hissettim. Ethem de daha ortaokula giden bir çocukken, benimle birlikte eylemlere gelmeye başladı. O zamanlardan beri gösteri ve toplanma özgürlüğümüzü, kendimizi ifade biçimlerimizi kullandık. Çok fazla şiddete, gözaltılara, saldırılara maruz kaldık. Gençlerin, işçi, memur ve köylülerimizin yani demokratik hak talepleri olanların en ufak basın açıklamasına bile coplarla, tekme tokatlarla saldıran bir devlet anlayışı vardı.

2002 öncesinde devlet şiddetinin uygulayıcıları olarak asker ve diğer birimler ön plandayken, AKP iktidarıyla birlikte şiddet tekeli poliste toplandı. 10 yıllık süreçteki değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP her ne kadar, “Biz insan haklarını savunuyoruz, derin devleti çözüyoruz” gibi söylemlerde bulunduysa da, bunun gereklerini hiçbir zaman yerine getirmedi. Devletin Roboski Katliamı’nı ele alış biçimi, katliamın hiçbir failinin bulunamayışı, bu dönemdeki insan hakları algısını hepimize gösterdi. Polisin yargısız infazlarında, işkencede insanları kaybetmesinde de herhangi bir değişiklik olmadı. Bu dönemi benim için en iyi özetleyen, Uğur Kaymaz’ın öldürülüşüdür. “Terörist” dedikleri o 12 yaşındaki çocuğun bedeninden, yaşından fazla mermi çıkartıldı. Uğur’un faillerinin ortaya çıkartılmaması, AKP’nin devlet geleneğini sürdürdüğünün kanıtıdır. Ancak AKP’nin kendinden önceki alışkanlıkları farklı şekillerde sürdürmesi beni şaşırtmıyor; devletlerin kemikleşmiş faşist ideolojilerinde asla değişiklik olmaz. Bugün sokaklarda, “Faşizme karşı omuz omuza” sloganını atan halkın hedefinde yalnızca AKP politikaları değil, bu politikaların altında yatan devlet geleneği var.

Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde, emniyet teşkilatına 800 milyon Euro’nun üzerinde bir demokratikleşme fonu tahsis edildi. Bu süre boyunca polisle karşı karşıya geldiğiniz anlarda, polis memurlarının tutumlarında bir değişiklik gözlemlediniz mi?

2006’da Adana’da kimyasal silahlara karşı yapılan bir gösteride insanlar gözaltına alınmışlardı. Mahkeme sırasında orada bulunup destek vermek için Adana’ya gittik ve duruşma çıkışında biz de gözaltına alındık. Uyguladıkları yöntemler hiç değişmemişti. İzleyen dönemde de sivil polislerin insanları korkutup yıldırmak için kullandığı takiplere maruz kaldık. Emniyet teşkilatına yatırılan bu paraların, polisin müdahale gücünü artırmaktan başka işe yaradığını sanmıyorum. İktidar, kendisine karşı bir toplumsal hareketin alttan altta oluştuğunu biliyordu ancak patlamanın ne zaman, hangi boyutlarda yaşanacağını kestiremiyordu. Bu belirsizliğe karşı önlemlerini almaya çalıştılar ve saldırgan, halka karşı kullanılabilecek kişileri polis yaptılar. Dünyanın hiçbir yerinde Türkiye’deki kadar çevik kuvvet yok.

Uzun yıllardır halının altına süpürülen rahatsızlıklar, Gezi Parkı’na yapılması planlanan alışveriş merkezinde, toplumdan gelen itirazlara karşın ısrar edilmesiyle açığa çıktı. 31 Mayıs’ta Gezi Parkı’nda toplanmış barışçıl göstericilere yapılan sert polis müdahalesi, olayları diğer kentlere de taşıdı. 1 Haziran’da Ankara’daki durum nasıldı?

31 Mayıs’ta Taksim Gezi Parkı’ndaki polis saldırısını duymuştum ama iş sebebiyle ancak 1 Haziran’da sokağa çıkabildim. Ethem’se daha o gün, iş kıyafetlerini bile değiştirmeden kendini sokağa atmıştı. Cumartesi günü ben de alandaydım ve polis halka çok sert biçimde saldırmaya başladı. Hayatında ilk defa eyleme gelen, polisle karşı karşıya gelen çocuklardan kafası parçalananlar, gözü çıkanlar oldu. Ben de o karmaşada etrafımdaki insanları korumaya başladım. Polis sert ve kin doluydu; o günkü tutumları orantısız güç gibi naif bir terimle açıklanamayacak kadar vahşiydi. İnsanların kafalarına, bel üstüne nişan alarak gaz bombaları ve plastik mermiler atıyorlardı. Polisi tanımayan, onlarla daha önce karşı karşıya gelmemiş insanlar, böyle bir saldırıyı beklemedikleri için büyük bir öfkeye kapılmışlardı. Polis terörünün sürdüğü, kolu bacağı kırılanlara yardım etmeye çalıştığım sırada birkaç el silah atıldığını duydum.


Fotoğraf: Doğu Eroğlu

İktidar polis şiddetini, memurların uzun saatler çalıştığı, kötü koşullarda görev yaptığı gibi gerekçelerle aklamaya çalıştı. Fakat 1 Haziran günü Ankara’daki olaylar henüz başlamıştı. Dolayısıyla polis memurları yorgun veya uykusuz değillerdi. Polisin kalabalıklara karşı o gün takındığı tavrı nasıl açıklıyorsunuz?

Polis şiddetini meşrulaştırmak için, “Onların da ruh halini düşünmek lazım; uyumadılar, yemediler, içmediler. Onlar da insan” deniyor. Onlar insan değil, insan düşmanı yaratıklar. Meşru talepleri için alanlara çıkan insanlara yaptıkları, hiçbir gerekçeyle açıklanamaz. Eylemler boyunca, polisin olmadığı yerlerde hiçbir olay yaşanmadığı kanıtlandı. Polis insanları provoke edip öfkelendirmek için çok ince taktikler kullanıyor. Devlet yetkilileri polisin saldırgan tavrını, halka ne kadar şiddetli müdahalelerde bulunulduğunu biliyorlar ve bahaneler arıyorlar. Keşke yanımda bir fotoğraf makinesi olsaydı da o gün gördüklerimi belgeleyebilseydim. Polisin tıpkı keskin nişancı askerler gibi yere yatıp atış pozisyonu alarak, uzun uzun nişan aldıktan sonra gaz bombalarını insanların kafalarına attıklarını gördüm. Memurların silahlarını çekip havaya rastgele ateş açtıklarına şahit oldum. Cumartesi Kızılay Meydanı’na gelir gelmez, polisin vahşiliğinin kötü sonuçlara yol açacağını, ölümlerin olacağını anlamıştım. Son yıllarda yaşananlara karşı büyük öfke duyan gençlik, polis şiddetine karşı sağduyulu davranmamış olsaydı, meydanda bir katliam bile yaşanabilirdi. Zira polis insanları öldürmeye çalışıyordu. Sadece ben, tek başıma onlarca ağır yaralı taşıdım.

Bu karmaşa sırasında Ethem’in durumundan haberdar mıydınız? Yaralanmış olabileceğini aklınıza getirdiniz mi?

Ethem, polis tarafından vurulmasından bir saat kadar önce, yakınlardaki türbanlı bir kadını korumak isterken yaralanmış. Polisin insanları hedef alarak biber gazı attığı sırada, yanında duran bir kadını üzerine doğru gelen kapsüllerden korumaya çalışan Ethem, kendini kadına siper etmiş. O sırada kapsüllerden biri kafasının arkasına isabet etmiş. Arkadaşları hemen hastaneye götürmek istemişlerse de mani olmuş. Bir köşeye oturup sigara içtikten sonra arbedenin içine geri dönmüş. Bu olaydan hastanedeki kontroller sonrasında haberimiz oldu. Doktorlar Ethem’in kafatasının arka tarafındaki kırıkları fark edince hikâyeyi Ethem’in arkadaşlarından öğrendik. Ethem çok gözü karadır, böyle olaylarda zaten hep en önde olur. O yüzden de alanda bulunduğum sırada aklım hep ondaydı. Meydanda onu aradığım sırada birkaç el silah sesi duyuldu. Aynı gün başka yerlerde de polisin havaya ateş açtığını görmüştüm, dolayısıyla birilerinin polis kurşunuyla vurulmuş olabileceğini düşünmedim. Uzaklarda birisinin ambulansa bindirildiğini gördüm ama o götürülenin Ethem olabileceği hiç aklımdan geçmedi. Bir süre sonra hastaneden telefon gelince durum anlaşıldı tabii…

Ortaya atılan iddialardan biri Ethem’in göstericilerin attığı taşlarla yaralandığı yönündeydi. Sizse Ethem’in ölümün polis kurşunuyla olduğuna emindiniz. Gerçek nasıl ortaya çıktı?

Hastaneye gider gitmez yoğun bakım ünitesine gittim ve kardeşimin durumunu inceledim. Herhangi bir doktorla veya hemşireyle konuşmama gerek kalmadan, yarayı görmemle failin polis olduğunu anladım. Doktorun yanına çıktım ve beyin tomografisi sonuçlarını görmek istediğimi söyledim. Hastanın durumunu sormak yerine böyle bir taleple karşılarına çıkmama şaşırdılar. Doktorlarla birlikte filmleri incelediğimizde, kurşunun hala Ethem’in beyninde olduğunu net biçimde gördük. Yine de avukatlarımız kamuoyunu yanıltmamak adına, doktorlardan kesin bir açıklama gelene dek Ethem’in polis kurşunuyla vurulduğunu açıklamadılar. Daha ilk gördüğüm anda kardeşimin yaşamayacağını anlamıştım. Çünkü kurşun beynin sağ ve sol loblarını parçalayarak derinlere kadar inmiş, saplanıp kalmıştı. Kurşun diğer taraftan çıkmış olsaydı yaşama şansı belki daha yüksek olurdu.

Sokakların polis şiddetiyle terörize edildiği ilk günlerde hükümetten hiçbir yetkili açıklama yapmadı. O sırada ortaya atılan iddialardan biri de, Ethem’in göstericilerin attığı taşlarla yaralandığı yönündeydi. Gerçek nasıl ortaya çıktı?

Olaydan sonra katilin polis olduğunu kamuoyuna nasıl anlatabileceğimi düşünmeye başladım. Ancak o günlerde yoğun bir sansür vardı ve Ethem’in polis kurşunundan değil, atılan taşlarla yaralandığı konuşuluyordu. Olay anını gösteren görüntüleri sosyal medyada yaygınlaştırmaya başlamamızın ve demokratik kitle örgütleriyle iletişime geçmemizin ardından sansürü boşa çıkarttık. Topluma karşı sorumluluk duygusu taşıyan insanlarız ve kamuoyunu yanlış bilgilendirmemeye hep çok dikkat ettik. Vurulmasından bir hafta sonra Ethem’in beyin ölümü gerçekleşti fakat belki bir gelişme olur umuduyla birkaç gün daha bekledik. 12 Haziran günü beyin ölümünün gerçekleştiğini kamuoyuyla paylaşmamızın bir gün sonrasında Sağlık Bakanlığı bizi yalanladı ve Ethem’in komada olduğunu, durumunun iyiye gittiğini açıkladı. O açıklamayı okuduğum sırada hastanede başhekimin odasının önünde oturuyordum ve pencereden gördüğüm başhekime yalnızca gülümsedim. Ne diyeceğini, nasıl karşılık vereceğini bilemedi… Sürecin başından beri Ethem’in durumunu takip eden doktorlar da Sağlık Bakanlığı’nın açıklamasına anlam veremediler. 14 Haziran’da Ethem’i kaybettik zaten.


Kızılay’daki anmaya polis müdahalesi. Fotoğraf: Yılmaz Kızılırmak

16 Haziran’da polis, Ethem’in vurulduğu yerde yapılan anma için toplanan barışçıl kalabalığa ve cenazenin bulunduğu korteje de müdahale etti. O gün neler yaşandı?

Ethem’in beyin ölümü gerçekleştikten bir süre sonra hastanenin idari amirini ziyarete gittim. Cenazenin bir hafta öncesiydi. Odaya girdiğimde iki tane takım elbiseli, polis olduğunu tahmin ettiğim adamla karşılaştım. Emniyet Genel Müdür Yardımcısı olduğunu öğrendiğim kişiyle konuşmaya başladık. Ona, “Artık Ethem’i kaybettik. Keşke kurtulsa, aramıza dönse ama kendimizi kandırmıyoruz. Sizden isteğimiz cenazemize, törenimize saygı göstermeniz. Göstermezseniz bu sizin tercihinizdir ve sonuçlarına da siz katlanırsınız” dedim. Cenaze sırasında herhangi bir olumsuz olay yaşanmayacağının teminatını verdi ve cenazemizi yapabileceğimizi söyledi. Bu görüşmeye rağmen cenazemize her türlü saldırıyı gerçekleştirdiler. İşin aslı, Ethem’in ailesi olarak kitlesel bir cenaze merasimi talebimiz yoktu ancak halkın, demokratik kitle örgütlerinin, siyasi partilerin ve devrimci-demokrat kurumların Ethem’i çok sahiplenmesinden ötürü, Kızılay’da Ethem’in vurulduğu yerde 16 Haziran tarihinde bir anma yapıldıktan sonra cenazenin memlekete gönderilmesine karar verildi. O gün, kararlaştırıldığı gibi Kızılay’a gittiğimde, alanda polis barikatları oluşturulduğunu gördüm. Ailemden, cenazenin götürüldüğü cem evinin abluka altına alındığını, polis ve askerlerin cenaze arabasının etrafını sardığını öğrendim. Valilik’le bir telefon görüşmesi yaptık ve herhangi bir polis müdahalesi olmayacağı bilgisini aldık. Ancak çok geçmeden Kızılay’da barışçıl bir şekilde bekleyen, Ethem’in vurulduğu yere çiçekler bırakan kalabalığa polis saldırdı. Yas tutmak üzere orada bulunanlara yapılan saldırıya hiç anlam veremedik. Devletin ve iktidarın bir anmaya bile tahammülü olmadığını görmüş olduk. Devlet geçmişte de cenazelere saldırdığı, cenazeleri ailelerden kaçırıp kimsesizler mezarlığına defnetmek gibi işlere girişmiş olduğu için yaşadıklarımıza şaşırmadım.


Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Ethem’in polis kurşunuyla öldüğü noktaya “Değerli Türk polisi, Ankara sizinle gurur duyuyor” yazan bir afiş astırdı. Katıldığı televizyon programlarında ise Ethem’in atılan taşlarla yaralandığını iddia etti. Gökçek’in tavrı sizi şaşırttı mı?

Öyle bir insana verebilecek çok bir cevabım yok. Her gün bir televizyon programına çıkıp, Taksim’den tüm ülkeye yayılan polis şiddetini yücelten yaklaşımları, benimsediği halka karşı saldırgan, faşizan tutumdan ileri geliyor. Astırdığı afiş ve Ethem’in taşla yaralandığını iddia etmesi ailemizi elbette üzdü. Gerçekleri bizden öğrenebilirdi; herkesle konuştuğum gibi kendisiyle de görüşüp elimizdeki somut bilgileri aktarırdım. Ama o halka karşı devletini, AKP’yi korumaya yemin etmiş birisi. Ondan farklı bir tutum beklemek yanlış olurdu.

Başbakan Erdoğan’ın, “Polis hukuk çerçevesinde kalmış ve bir kahramanlık destanı yazmıştır” açıklamasını yaptığı gün, Ethem’in katili polis memuru hâkim karşısına çıkartıldı ve meşru müdafaa gerekçesiyle tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Bu karar yargı sürecine ilişkin beklentilerinizi azalttı mı?

Başbakan daha en baştan “Polisimi kimseye yedirtmem” diye açıklama yapmıştı. Dolayısıyla yargı sürecinin bu şekilde gelişeceğini tahmin etmiştik. Bu ülkede bağımsız bir soruşturma yürütülemeyeceğini biliyorduk. Suç duyurusunda bulunmak üzere savcılığa gittik. Odaya girdiğim sırada orada bulunan dört savcı sanıyorum ki aralarında bu konuyu konuşuyorlardı. Yüz ifadelerinden, “Acaba nasıl yapar da buna bir kılıf uydururuz?” diye düşündükleri anlaşılıyordu. Gözlerindeki suçluluğu fark ettim. Yargı sürecinden sonuç alamayacağımızı orada anladım.

Olay yeri keşfi, bilirkişi raporları, görgü tanıklarının ifadeleri ve görüntüler, hiçbir çelişki olmaksızın cinayeti ortaya koyuyordu. Ancak zannedersem davaya bakan hâkim bunları, kardeşimin otopsi raporunu ve balistik inceleme raporunu somut delil olarak değerlendirmedi. Bunların hepsini bir tarafa iterek, kardeşimi öldüren polisin meşru müdafaa savunmasını ön plana çıkarttı ve adamı serbest bıraktı. Hala vicdanının rahat olduğunu söylüyor; vicdan sahibi olmayan birinden vicdanı doğrultusunda bir karar vermesini beklemek zaten saçma olurdu. Her şeye karşın bu işi sonuna kadar götüreceğiz. Bir insanın yetişmesi, büyümesi kolay olmuyor. Devlet yarın başka insanları da öldürecek. Kanunlar onların, kendi mahkemelerinde aldıkları kararlar bizi çok ilgilendirmiyor…


Ethem’in cenazesi. Fotoğraf: Esra Koçak/BirGün

İfade tutanakları, Ethem’i öldüren polis memurunun cinayeti işlediği sırada oldukça sakin ve bilinçli olduğunu gösteriyor. Sizce olay esnasında meşru müdafaayı geçerli kılacak koşullar mevcut muydu?

Asla yok. Aslında polise silah kullanma yetkisi veren PVSK’da da sıkıntı yok ama yasalar uygulanmıyor. Kanunlarda polisin kullanabileceği güç aşamalı olarak belirleniyor. Polisin taş atan, sopayla saldıran bir kişiye silah kullanmaması gerekiyor. Bir meşru müdafaa durumu olmadığı görüntülerde de ortada. Amiri diğer polisleri geri çekerken, Ethem’i öldüren polis büyük bir nefretle öne çıkıp önce bir eylemciyi tekmeliyor, sonra da diğer eylemcilerin arasına giriyor. En sonunda da çok rahat bir şekilde silahını çıkartıp ateş ediyor.

Mahkemenin katil zanlısı polisi serbest bırakmasının bir diğer gerekçesi de, sanığın kamu görevlisi olması hasebiyle delil karartma ve kaçma riskinin düşük olması. Delillerin karartılabileceğine ilişkin bir çekinceniz var mı?

Mahkeme çok ilginç bir karar verdi; asıl kamu görevlisinin, yani polisin, tanıklarla konuşup varsa diğer delillere etki etmesi daha kolay değil mi? Görüntüler, balistik ve otopsi raporları ile bilirkişilerin ön raporlarında her şey açıkça gözüküyor. Delilleri karartmakta geç kaldıkları için, tek yapabildikleri tanıklarımızı gözaltına alıp tutuklamak oldu. Şu sıralarda delil karartmadan ziyade, karalama kampanyalarıyla meşguller. Ethem’in bayrak yaktığı iddia edilen görüntüler televizyonlarda gösteriliyor. O çocuğu ben yetiştirdim, Ethem’in asla böyle bir şey yapmayacağını biliyorum. Bir de elinde silah, üzerinde kamuflajla poz verdiği fotoğraflarla kamuoyunu yanıltmaya çalışıyorlar. Ethem kaynakçıydı ve 2 ay önce Hakkâri ve Şırnak’ta askeri nöbetçi kulübelerinin inşaatında çalışmıştı. O fotoğrafları Ethem’in çeşitli terör örgütlerine mensup olduğuna kanıt olarak sunuyorlar. Hâlbuki orada çalışan diğer işçilerle, askerlerle çekilmiş fotoğraflar da var. Bu kampanyaları, insanların Ethem’i sahiplenmesini engellemek için yürütüyorlar. Her şey bir yana, bir insanın bayrak yakması veya silahlı örgüt mensubu olması polis tarafından sokak ortasında katledilmesine gerekçe midir? Hukuka aykırı durumlarda kişiler bağımsız mahkemelerce yargılanır ve gerekli görülürse ceza alırlar. Ama bu kampanyaları yapmalarının sebebi Ethem’in katledilişini meşrulaştırmak. Ethem’i sahiplenen milyonlarca insanı içeri almadan bu işi çözemezler.

Türkiye’de polis eliyle işlenen yargısız infazların, kurşun sekmesi, ayağın kayması, uykusuzluk veya ağır çalışma koşullarıyla açıklanması ve cinayetlerin cezasız kalması yaygın bir durum. Artık bu adaletsizlikler daha geniş bir kesim tarafından anlaşılmış oldu mu?

Ethem’in polis tarafından kurşunlanarak öldürülmesini diğer yargısız infazlardan ayıran, tüm toplumun gözü önünde gerçekleşmesi ve olayın görüntü kayıtlarının bulunmasıydı. Uğur Kaymaz, Baran Tursun, Cem Aygün ve daha birçoklarının katledilmesi hep, “Bunlar terörist, marjinal grup mensupları, uyuşturucu müptelası” gibi açıklamalarla meşrulaştırılıyordu. Ethem, polis şiddetine karşı sokağa çıkan insanların gözü önünde öldürüldü. Yıllardır polis terörüne maruz kalan insanların ailelerine toplum yeterince destek olmamıştı çünkü devlet kendi iletişim kaynaklarını kullanarak infaz edilenleri ötekileştiriyordu. Ama artık insanlar, devlet söylemlerine karşı daha üst bir bilinç seviyesine ulaştılar ve gözlerinin önündeki perde bir nebze olsun kalktı. Polisin ne olduğunu, devletin yıllardır olanları örtbas etmek için kurguladığı şeyleri gördüler. Şimdiye dek hep bedeller ödedik ama bu defaki çok ağır oldu. Bu devletin gerçekliği içinde yaşadığımız için günün birinde Ethem’in veya benim başıma böyle bir şeyin gelebileceğini biliyordum. Devlet teröründen en fazla nasiplenenlerin insan haklarını, emeği, barışı, özgürlüğü, vicdanı savunanlar olması tesadüf mü?