Adnan Bucaklişi, 7 yaşına kadar köyünde, Laz kültürü içerisinde ve Lazca konuşarak büyüdükten sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşti. Konuştuğu dilin, ait olduğu kültürün “farklı” olduğunu okulda ve mahallede öğrendi. Laz kültürünün karikatürize edilmesine karşı mücadele eden, Lazca kültür varlıklarının korunması ve kamunun Lazca’yı tanıması için çabalayan Adnan Bucaklişi, yok sayma politikalarını Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattı.

Röportaj: Doğu Eroğlu / siddethikayeleri.com

Lazca ve Laz kültürü aşağılanırken, sanki bu kültür yalnızca saçma sapan fıkralara konu olan bir şeyden ibaretmiş gibi gösterilirken, bu dilin, bu kültürün bir mensubu olarak insan kendini kötü hissediyor. Lazca’da “ö, ü, ı” harfleri yoktur. Türkçe konuşurken de o sesleri çıkartmakta zorluk çekerler. Örneğin ilkokulda “otobüs” yazamazdım ve söyleyemezdim “otobus” derdim. Bu harflerin geçtiği birçok kelimeyi eksik veya yanlış yazardım. “Ümit” ismi “Umit” olurdu örneğin. Haliyle, sınav kağıtlarında, öğretmenlerle konuşurken bu hatalar görünüyordu. Farklı dillerde büyümemiş, anadili Türkçe olan çocuklar bile bu hataları yapabilecekken, bir Laz olarak ben bu hataları yaptığımda hemen “Lazlığıma” yoruluyordu. “Laz, aklı az,” “Saat 12’yi geçti ya normaldir bunlar” gibi yorumlarla karşılaşıyor insan. Bu bağlamda yaşadıklarımın en kötüsü de, ortaokuldaki bir hocamın bir ders saatini tamamen yaptığım hataları ifşa etmeye, Lazcayı, Lazlığı ve beni aşağılamaya ayırmasıydı. Benim sınav kağıdımı, yaptığım hataları görünce çok sinirlenmiş. Ben oturduğum yerde ağlamaklı, bütün ders boyunca teker teker yaptığım hataları saydı: “Bunlar böyle, gelmişler köyden öğrenememişler. Aslında çok iyi bilirler ama özellikle öğrenmiyorlar. Çok var Türkiye’de bunlardan. Kürtlere gelmiyorum bile! Lazlar da böyle yapacaksa artık!” Tüm bunları bir 6. sınıf öğrencisine söyledi. “Otobüs” örneğinin aklımda kalması da bu olay yüzündendir; otobüs’ün noktalarını yazmamışım… O gün olanın ırkçı, faşist bir zihniyetin ürünü olduğunu yıllar sonra fark edebildim.

Öğretmenin teşhirinden sonra arkadaşlarınızla olan ilişkilerinizde bir değişiklik oldu mu?

İster istemez oldu tabi. Bahçede futbol oynarken topu kaleye değil de auta (dışarıya) atsam, “Laz ya işte!” derlerdi. Zaten “top” da diyemezdim “t’op” derdim, Lazcaya özgü harflerle… Herhangi bir derste bir şey soracak olsam, “Bakın şimdi, Lazlık yapacak yine” diye konuşurlardı. Belki de bu yüzden sayısal derslerim hep daha iyi olmuştur. Çocukken kimlikler o kadar fark edilmiyor ama alay konusu haline gelebiliyor.

Yeni tanıştığınız kişilerle konuşurken daha dikkatli davrandığınız, telaffuzunuza daha fazla özen gösterdiğiniz oluyor mu?

Son dört-beş yıldır telaffuzumu daha rahat kontrol edebiliyorum ama şimdi bile kendimi birazcık rahat bıraksam, en iyi bildiğim şekilde konuşmaya başlarım. Hala konuşurken bir miktar kendimi kontrol etmem, baskılamam gerekiyor. Şu anda 24 yaşındayım ve 17 yıldır İstanbul’da yaşıyorum; hala etkileri bu kadar hissediliyorsa varın siz düşünün benim 10 yaşındaki halimi.

ORADA HERKES LAZCA KONUŞUR

İstanbul’a yerleşmeden önce nerede yaşıyordunuz?

Doğu Karadeniz’de, Pazar’da. Lazca adı Noxlapsu olan kendi köyümde büyüdüm. Orada herkes Lazca konuşur. Hayat Lazca akardı oralarda. Okul çağına gelince İstanbul’a göç ettik ama halen evde Lazca konuşulur. Mesela babaannem hep Lazca konuşur, Türkçesi Laz olmayanlar için pek anlaşılmaz zaten.

“SİSTEM SİZİ NERENİZDEN YARALARSA ORASI KİMLİĞİNİZ OLUR”

İstanbul’a gelene dek Türkçe öğrenme fırsatınız olmuş muydu?

Annem Lazca bilmiyordu, Hemşinli kendisi Türkçe konuşurdu evde. Annemin dışındaki herkes Lazca konuşurdu. 7 yaşına dek annemin etkisiyle iki dilli olarak büyüdüysem de, kafa yapısı olarak Laz kültürüne ve Lazca’ya aittim. Bu kadar çok Türkçe’ye maruz kalmama karşın halen Lazca düşünebiliyor ve rüya görebiliyor olduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Bunda elbette başka şeylerin de etkisi var. Milan Kundera, “Sistem sizi nerenizden yaralarsa orası kimliğiniz olur” diyor. Bir süre sonra Lazlık kimliğe dönüşünce biraz daha üzerinde düşünmeye, okumaya, sahiplenmeye başlıyorsunuz.

7 yaşına kadar baskın dilden farklı bir dili konuştuğunuzun farkında mıydınız?

Değildim aslında. Farklı bir millet olduğumuzu İstanbul’a gelince keşfettim. Babam, İstanbul’da okumamız gerektiği için Türkçemizin iyi olmasını biliyordu bunun için çaba harcadı. Onca ekonomik sıkıntıyı göze alıp İstanbul’a göç ettik. Babam da Türkçe’yi sonradan öğrenmiş; ilkokulda çok uğraşmışsa da ancak ortaokula geldiği zaman “düzgün” Türkçe konuşabilir olmuş. Bu yüzdendir ki, bizim de aynı sorunu yaşayabileceğimizi bildiğinden bu konuyu çok önemsiyordu.

İstanbul’a gelmeden önce bu yönde bir hazırlık yapıldı mı?

Yıllar sonra fark ettiğim bir şey var. Bilmiyorum bunu düzgün konuşabilmemiz için mi yaptı ama anlatmak isterim; diyelim ki babamın elinde bir çikolata var. Kardeşime ve bana, “En iyi horoz sesini çıkartana bu çikolatayı veririm” derdi. Horozun, “Üü-rü-üüüü” sesini yapmamızı isterdi. Ben ve kardeşim de küçükken devamlı “ü” harflerini uzata uzata horoz sesi çıkartırdık ki çikolatayı kapalım. Yıllar sonra anladım neden böyle yaptığını. Niye başka bir oyun yaptırmayıp da “üü-rü-üüüü” sesini çıkartmamızı istediğini. Çünkü kendisi de “ü” harfini söyleyemiyordu. Babam halen “ü” sesini zor çıkartır. Bizim de aynı telaffuz sorununu çekmemizi istemediğinden bu oyunu oynatmış olabileceğini düşünüyorum.


Pazar’dan bir görünüm.

İstanbul’a gelince yerleştiğiniz mahallede nelerle karşılaştınız?

Yaşadığımız binada yalnızca Laz aileleri oturuyordu. Mahallede bizden biraz daha büyük çocuklar, konuşmamızla, yaptıklarımızla alay ederlerdi genelde. Bizle en çok dalga geçenler de, 1960-70’lerde İstanbul’a gelmiş, Türkçeleri bizden görece daha düzgün olan Kürt çocuklarıydı. Erken asimile olmuş ve kültüründen görece uzak Kürtler. Telaffuzlarımızla dalga geçerlerdi. Aile büyüklerimizle sokakta Lazca konuşurduk; amcam sokaktan gelip geçerken bize nasıl olduğumuzu sorardı, Lazca “Muçore” diye. Bu “muçore” kelimesi hep onların dilindeydi, çok dalga geçerlerdi.

Peki onlar kendi aralarında Kürtçe konuşmuyorlar mıydı?

Belki bu mahalledeki arkadaşlar değil ama Kürtçe konuşan arkadaşlarım vardı. Ve beni okulda aşağılamayan arkadaşların Kürtler olduğunu daha sonra fark ettim. Onların da Türkçesi bozuktu, onlar da aşağılanıyorlardı. Yavaş yavaş onlarla olan arkadaşlıklarım da gelişti. İlkokulda da, lisede de hep Kürt arkadaşlarımla daha içli dışlıydım. Mahallede de öyleydi, kanım kaynamıştı onlara.

Laz kültürünün aşağılanmasıyla ilgili ilk travmayı okulda mı yaşadınız?

Mahalledeki arkadaşın seninle dalga geçtiği zaman sen de ona sataşabiliyorsun. “Hadi lan oradan!” diyebiliyorsun. Ancak okul ortamında, özellikle de bir öğretmen tarafından, otorite tarafından aşağılanmak çok rencide edici oluyor. Öğretmenin Lazca’yı aşağılayan esprilerini başkalarının ağzından duyduğun zaman artık ona cevap da veremiyorsun.

“BİZİM ORALARDAKİ DAĞLAR YEŞİLDİR”

Okula ilk başladığınızda nasıldı durum?

Her şeyi de iki dilli büyümüş olmaya yormamak lazım ama geç okumaya başlamıştım. İlk öğretmenim, matematiğimin çok iyi olduğunu, ama Türkçemin zayıf olduğunu söylerdi hep. ÖSS’de bile dilbilgisi, anlatım bozukluğu sorularını yapamadım. Sayısal derslerde daha iyiydim yani. Türkçe dersleri hep korkulu rüyam olmuştur ilkokuldan beri. Siz çocukken resim derslerinde dağları hangi renkle boyardınız?

Geleneksel olarak kahverengi yapılır herhalde?

İşte ben yeşil yapardım dağları, çünkü bizim oralardaki dağlar yeşildir. Bu bir örnek sadece bu tür kültürel kodların bizim eğitim sistemimizde yeri yok. “Anı anlatın” diyorlardı; ben de doğal olarak yazları köyde geçirdiğim için orada yaşadıklarımı anlatırdım. Küçücük bir çocuk yaşadıklarından başka ne bilebilir ki? En iyi bildiğim şey köydü. Köyü yazdığımda hem yazdığım dil aşağılanırdı, hem de anlattıklarım. Derede balık tutma maceralarımı anlattığım bir yazı vardı, başlığı da tam köylü mantığını yansıtıyordu. Şimdi şimdi anlıyorum bizden asıl beklenenin daha modern, şehir hayatına ilişkin anlatılar olduğunu. Bir keresinde Lazca düşünüp Türkçe yazıyordum; olayları ve kavramları, diyalogları tam ifade edememiştim. Öğretmen anlattıklarımı ilgi çekici bulmadığı için de aşağılanmıştım. Aşağılanmanın tuzu biberi de oradaki yanlış yazılan kelimeler oldu. “Balık” değil de, “paluk” yazmışım galiba… Bir tane de annemin ağzından cümle yazmıştım; annemle aramızdaki bir konuşmayı, Hemşinli olmasından gelen farklı kelimeleri aynen aktarmıştım. Şivesi ile, tırnak içerisinde yazmıştım. O hocam Orhan Kemal romanlarını okumuş olsaydı bana kızmazdı, biliyorum. Çünkü o kitaplarda her karakter kendi yöresinin ağzıyla konuşur. Bu da romana müthiş bir derinlik ve zenginlik katar. Ben de bunu yapmışım çocuk yaşta. Bu da bir dalga konusu oldu…

Bütün bunların da etkisiyle hırçın ve agresif bir çocukluk geçirdim. Kavgacıydım aslında, dalga geçen çocukları taşla kovaladığımı bile hatırlıyorum. Psikolojimi bozdu bu çoğu zaman, okuldan soğudum. Bazen soyutladım kendimi. Lisede bile Kürt, Çerkes arkadaş aradım kendime…

Bunlar yüzünden Lazca konuşmaktan bile çekindim. En önemlisi de bu belki de, dilleri ve ağızlarıyla aşağılanan çocuklar anadillerini konuşmamayı tercih ediyorlar. Dalga geçilmelerini bu dile bağladıkları için, anadillerine tepkili oluyorlar. Ben de böyle bir dönem geçirdim, bir süre konuşmadım anadilimi ama erken yaşta politize oldum ve sahiplendim daha sonra. Ve biraz da büyümüştüm artık dalga geçmek de o kadar kolay değildi.

Zaman geçtikçe farklı baş etme yöntemleri geliştirdiniz mi?

Bir süre sonra taş atmayı bıraktım elbette. Zamanla dalga geçilen yönlerimizle övünür hale geldik. Çocukken karşılaştığım aşağılamalar, beni hırçın, öfkeli yapardı. İşin kötüsü, her yaz tatilinde köye gidiyor, üç ay orada kalıp yeniden kendi kültürümüze yoğrulduktan sonra tekrar kentteki aşağılamalara maruz kalıyorduk. Çay sezonu sürdüğü için her sene okula genellikle 15-20 gün geç başlardım. Gelir gelmez alaylar yeniden başlardı. Sınıftan soyutlanma, oyunlara katılmama, yalnızlaşma gibi sonuçları oldu ve nihayetinde etrafıma öfke duyar oldum. Süreklilik kazanan bu aşağılama durumu, özellikle liseye geçtikten sonra Laz kültürünü daha çok sahiplenmeme yol açtı.

Şimdi kültürüm aşağılandığı zaman taşı elime almıyorum, edindiğim bilgi birikimiyle cevap verebiliyorum, kalemimi elime alıyorum. O sevimsiz şive taklitleri yapanları susturacak cevaplarım var artık. Bunları yaparken de kendimi hiç kötü hissetmiyorum. Hala insanlara Lazca’nın, “celeyrum, cideyrum” demek olmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Hala başıma geliyor bunlar. Daha geçen gün bir mitingde hiç tanımadığım birini, “O da Laz, sen de Lazsın” deyip benimle tanıştırdılar. O kişi de, “Uy uşağum, sen Lazmişsun!” diye geldi yanıma, bu işlere çok heves olduğunu anlatarak. Ben de ona dedim ki, “Ho Lazibore ma.” yani, Lazca “Evet ben Lazım” dedim. O yüzündeki Karadeniz fıkralarından kalma gülümseme dondu kaldı. Arkasını dönüp gitti. “Uy uşağum” diye konuşmuyoruz biz. Yöre insanı her ne kadar farklı bir dili konuşuyorsa da senin Türkçeni anlar. Bu yersiz taklidi yapmana lüzum yok. Hala böyle taklitlerle karşılaşıyorum. Başka şeyler de var elbette. Örneğin kabul görmeyen, sıradışı bir fikir üretmişsek, “Lazsın ya sen, kafan buradan çalışıyor” gibi karşılıklar alıyoruz: “Lazsın ya!” Bir yandan da aşağılamalar biçim değiştiriyor. Artık çocuksu şeylerden ziyade, devletin inkarcı dilini kullanarak bu kültürü yok sayan fikirlerle mücadele ediyoruz.

Lazca ve Laz kültürü, başlıbaşına bir dil, bir kültür gibi de değil de, folklorik bir öge olarak mı değerlendirilmek isteniyor?

Evet Lazca karşılarında folklorik bir öğe olarak durduğu zaman sempatik geliyor. Ama tarihsel bir kimlik olarak Lazca karşısına çıkınca Kürtlere benzer bir tedirginlikle bakıyorlar bize. Bölücü diyorlar mesela. Çocukluk aşağılanmaları evrimleşti bir bakıma.

2012’nin Mart ayında Rize Belediye Başkanı şu ifadeleri kullanabiliyor: “Laz diye bir şey yoktur, Lazlar Türktür, öz be öz Türk boyudur bunlar. Gelip yerleşmişlerdir. Kendilerini Laz sanırlar.” Benzer ifadeleri bir rektör de sarf ediyor, “Lazca araştırmalara konu olabilecek edebi ve tarihsel metinlere sahip değildir” diyebiliyor.

Yörede yaşayan, kültürlerini ve dillerini muhafaza etmeye çalışan bu insanları yok sayma politikasının sebebi nedir?

Faşizm! Bir sohbette Belediye Başkanı’nın ifadelerinin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği soruldu bana. Değerlendiremeyiz çünkü bu bir ifade değil, bu bir insanlık suçudur. Lazların varlığı veya yokluğu yoruma açık bir şey değildir. Resmi ideolojinin, resmi tarih tezlerinin bir dışavurumudur. Aşağılama ve yok saymayı “fikir” veya “görüş” olarak değerlendiremeyiz. Bir milleti, bir kültürü topyekün aşağılayan ifadelerin saygı duyulacak tarafı da yoktur. Belediye Başkanı’na bu açıklamaları yapma gücünü veren de mevcut paradigmadan başka bir şey değil; hiçe sayma psikolojisinin bir ürünü aslında bu. Devletin en tepesindeki kişiden, yerel yönetimlerdekilere dek herkes Lazca’yı “celeyrum, cideyrum”dan ibaret görüyor, aslında öyle olmadığını biliyor ama işine gelmiyor. Dünkü sorun, mahalledeki çocukların beni aşağılamasıydı. Bugünkü sorun ise Belediye Başkanı’nın, yöneticilerin Lazlığı ve Lazca’yı aşağılamaları.

Ailenizle birlikte İstanbul’a geldiğinizde, geride bıraktığınız topraklarda herkes Lazca konuşuyordu. O zamandan bu zamana köyden kente göç olgusunda bir yavaşlama olmadı. Şu anda bölgedeki durum nedir? Hala Laz kültürünü yaşayan, Lazca konuşan geniş bir kesim var mı?

Şu anda, yani kış vakti, bizim köyün nüfusu sadece 3! Bir dilin yaşaması için bir habitata ihtiyaç var; çevreyle, coğrafyayla birlikte yaşıyor dil. İstanbul’da Lazca konuşmak için özel bir çaba harcamamız, arkadaşlarımızla buluşmamız gerekiyor. O coğrafyada ise zaten Lazca konuşuluyordu, hayat Lazca akıyordu! Artık köyler alabildiğine tenha, dili yaralayan şeylerden en önemlisi göç. UNESCO, Lazca’nın yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtiyor. Fakat artık en azından gençler kültürlerini sahiplenmeye başladılar. Umut verici gelişmeler var; Laz Enstitüsü’nün kurulması, Lazca yayın yapan bir televizyon oluşturulması çabaları, Lazca çocuk kitapları ve edebiyat eserlerinin basılması olumlu gelişmeler arasında. Boğaziçi Üniversitesi’nde Lazca, iki yıldır seçmeli ders olarak okutuluyor. Bunların hepsi bir dilin yaşaması için umut ışığı.

Dilin devamlılığı konusundaki en önemli unsur, sonraki nesillerin dile erişimi ve dili öğrenebilme imkanıdır. Çocuklar Lazca’yı nasıl öğreniyorlar?

Bu dilin mizah konusu olmamasını, bu dili konuşanların rencide olmamasını sağlamak gerekiyor önce. Önce resmi ağızlardan başlanmalı sonra medyadan, filmlerden Lazları ve Lazcayı “aklı kıt tiplemelerden” arındırmalıyız. Bunun bir kültür olduğunu, değer olduğunu, çok dilliliğin çocuk gelişiminde önemli olduğunu anlatmamız gerekiyor insanlara.

Yaşlı bir Laz’a sormuşlar, “Laz olmasan ne olurdun?” diye. “Çok mahcup olurdum herhalde” diye cevaplamış. Artık böyle bir şey Lazca bizim için; bu kimlik bizimse, yaşatacak olan da bizleriz. İnsanlar artık daha fazla Lazca konuşuyor, çocuklarına Lazca isimler koyuyorlar. Ama yine de 20 yaş altı neslin Lazca’yı ve Laz kültürünü çok tanımadığını biliyoruz.

Laz kültürünün karikatürize edilmesine karşı, kültürün ve dilin geniş kesimlere ulaşmasını hedefleyen ulusal ölçekte bir örgütlenme var mı? Lazların kültürel hakların kazanımı bağlamında benimsediği strateji nedir?

Sosyal medyayı yaygın biçimde kullanıyoruz. Laz olanlarla konuşabiliyorsan, onlarla örgütlenebiliyorsan kendini daha iyi hissediyorsun. Bu örgütlülüğü sağlamak için çaba harcıyoruz. TRT’nin Lazca yayınlar yapması için başvurularda bulunduk, TRT’nin önünde horon oynadık. Rize Üniversitesi’ne, değişen adıyla Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’ne, dilekçe verip Lazca üzerine araştırma merkezi açılması için başvurduk. Halk eğitim merkezlerinde Lazca kursları açılmasını istedik. Tarihi ve kültürel araştırmalarla bu dilin zenginliklerini ortaya koymaya çalışıyoruz. 50-60 yaşına dek Lazca’dan nefret edenlerin, torunlarıyla Lazca konuşmaya başladığını görüyoruz. Ama yine yekpare bir bütünlük yok elbet. Yakında kurulacak olan Laz Enstitüsü’nün daha bir bütünlük sağlayacağını düşünüyorum.

Geçmiş kuşaklar için Lazca’yı “terk etmek” bir modernleşme emaresi miydi?

Evet. Kentlileşmeyi, modernleşmeyi ifade ediyordu Lazca’yı geride bırakmak. Sanki Lazca konuşmak ilkel, arkaik bir işmiş gibi, köylülüğün, cehaletin bir göstergesiymiş gibi düşünülürdü. Bir vatandaş niye Lazca konuşur? “Türkçe bilmediği için!” Böyle düşünülürdü. Artık böyle değil; yaşlılar da karşısındakinin Lazca anlayabildiğini gördüğü an Lazca konuşmaya başlıyor. Bu bilinç oluşmuş durumda.

Eğitim dışında, yer adlarının iadesi, kamuda Lazca hizmet alınması, Lazca dilekçe ve savunma hakkı gibi talepler mevcut mu?

Köy okulları artık kapandı ama belki nüfus yoğun yerlerde anaokulları açılıp, 5-6 yaşındaki çocukların bu okullarda Lazca konuşması, eğitim görmesi gerektiğini düşünüyorum. Lazca düşünmeliler, Lazca konuşmalılar, Lazca resim yapıp Lazca yaramazlık yapmalılar. Yer adlarının iadesini de en kısa zamanda istiyoruz. Aslı Kürtçe olan yerlere sonradan verilen Türkçe isimlerin sindirilememesi durumu, bizim için de geçerli. Yer adlarımızı geri istiyoruz. Biz zaten oraların Türkçe isimlerini de bilmeyiz. Halen çok az köyün Türkçe adını bilirim. Köy adları son yıllarda iki dille yazılıyor aslında; yerel girişimlerle ve biraz da muhtarlar ile kaymakamların inisiyatifleriyle hem Lazca, hem de Türkçe uydurulmuş isimleriyle belirtiliyor. Gerekirse kendi tabelalarımızı kendimiz değiştireceğiz. Bunun dışında, süreli yayın olarak Tanura dergisi yayınlanıyor ama günlük gazetemiz henüz yok. Laz alfabesi farklı olduğu için Lazca konuşan herkes okuyup yazamıyor maalesef.

Yaşlılar alfabeyi biliyorlar mı?

Yaşlıların çoğunluğu Lazca okuma yazma bilmez. Ama bilenler de vardır, Lazca destan, anı yazanlar da vardır. Süreç o kadar hızlı ki… 90’larda Lazca destanlar herkesin dilindeydi. Aşkı, gurbeti, hüznü anlatan bu destanlar herkesçe bilinir, dağlarda, köşe başlarında söylenirken, 2000’lere gelindiğinde, “Aman ölmesin, yok olmasın” deyip bu destanları kayıt altına alma telaşına düşüyoruz. Tarım toplumunun çözülmesi hızlanınca, dilin çözülmesi de hızlanıyor. Ama günümüzde ilk Lazca romanların yayınlanmasından, dünya klasiklerinin Lazca’ya çevrilmeye başlanmasına kadar pek çok olumlu gelişme var.

Devletten talepleri konuştuk. Hassasiyetleriniz noktasında vatandaştan talepleriniz neler?

Bir pankartta okumuştum ve çok hak vermiştim, şöyle yazıyordu; “mıhlama” değil, “muhlama.” Onu yemesini bilen ismini de söyleyebilmeli. Horon “tepilmez” oynanır veya vurulur. Kimse artık şive taklidi yapıp “uy” ile başlayıp “da” ile biten cümlelerle karşımıza lütfen çıkmasın. Saçma sapan şive taklitleri yapmayın, sinir oluyoruz! En az sizin kadar Türkçe’yi anlıyoruz ve konuşabiliyoruz, bunun yanında ikinci bir dile daha sahibiz. Bütün bir Karadeniz’e Laz demeyin; Lazlar Karadeniz’in sadece 5 ilçesinde yaşarlar. Bunun dışında Marmara çevresinde ve Gürcistan’da da Lazlar vardır. İlla ki isim takılması gerekiyorsa birine Karadenizli, diğerine Laz diyelim. Sinop’tan Hopa’ya kadar herkes Laz değildir!

Geçenlerde bir arkadaş geldi yanıma, Laz olduğunu söyledi. Zaten bir avuç Laz olduğumuzdan hemen buluyoruz birbirimizi. Sevindik ettik, “Ben de Lazım, ne güzel sen de Lazmışsın” diye konuşmaya başladı. Tamam Lazız, harika. “Peki, nerelisiniz?” dedim. Göreleli olduğunu söyledi. “Ne oldu, göç mü ettiniz? Görele’de Laz yoktur normalde” dediğimde ise hiç göç etmediklerini, nesillerdir orada yaşadıklarını ve Laz olduklarını söyledi. Oysa ki Lazca diye bir dilden haberdar bile değil! Türkiye kamuoyunda da belirli bir coğrafyada yaşayan insanlara Laz denildiği kanısı hakim. O arkadaş da kendisine, “Sen Laz değilsin” dediğimde çok bozuldu. “Sen mi karar vereceksin benim Laz olup olmadığıma” diye kızdı. Bu sefer Lazca konuştum, Türkçesi şöyle; “E arkadaş, sen Laz olmayabilirsin. Lazların ayrı bir dili vardır” dedim. Baktım olmuyor, üzülüyor, “Yahu, biz de Lazız da, demek ki siz de başka türlü bir Lazmışsınız” diye tatlıya bağlamak zorunda kaldım. “İyi” dedim, “siz de Lazsınız!”

Nazım Hikmet’in bir şiiri var ya hani, “Davet” isimli. “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim” diyor ya Nazım… Bizim de dört yıl önce kaybettiğimiz, Nurdoğan Abaşişi adında Fındıklılı bir şairimiz vardır. Nazım’ı da çok severdi; çizgi olarak da çok yakındı kendisinde. Nazım’ın Davet şiirine cevaben, “Çhanda çkuni,” yani “Davetimiz” adlı bir şiir kaleme almıştı. Şöyle diyordu orada:

Xirxineri ntsxenepete var moptit/ Kişneyen atlarla gelmedik

Mitiş dobadona var goptit/ Kimsenin vatanında gezmedik

Mitti mitiş getasule var bzonit/ Kimsenin bostanını eşmedik

Çk’u hak borthit./ biz buradaydık.

Lazcanın yok olması sadece Lazların meselesi değil, bütün insanlığın yediği bir gol olacak, daha fazla geç kalmadan hem devlet hem vatandaşlar dillere ve kültürlere sahip çıkma noktasında hareket etmeli.