DEMOKRAT HABER

Prof. Dr. Nikolaos Uzunoğlu*  

 

Son dönemde, Türkiye ve Yunanistan medyasında ve özellikle birçok gazetelerde "İstanbullu Rumlar ekonomik kriz sebebiyle geri dönüyor" başlıklı haberler sık sık yer alıyor.

 

Bu yayınlar, 1950'lerden sonra İstanbullu Rumların evlerinden, barklarından ve bilhassa anavatanlarından koparılmasının gerçek sebeplerini örtmek amacı ile "Rumların, o yıllarda Türkiye'de ekonomik problemler yaşandığından kendi arzuları ile gittiklerini" söyleyen politikacı demeçlerinden pek de farklı değil. Bu yayınlar isteyerek veya istemeyerek İstanbullu Rumları fırsatçı bir toplum olarak "karnım nerede doyarsa orası vatanımdır" anlayışı ile davranan bir grup olarak göstermeyi amaçlamakta. Bilhassa bu yayınların, 1950'den sonra İstanbullu Rum toplumunun bir iç düşman olduğu propagandasını yapan yayın organlarında çıkması, cidden tartışılması gereken bir konu.

Türkiye'deki genç nesillerin İstanbullu Rumlara sık sık sordukları soru "Neden gittiniz?" olur. Tabii ki bu soru, geçmişte yaşanan ve aşağıda kısaca sıraladığımız olayları bilmediklerindendir:

 

1941-42 yıllarında 18-45 yaşlarında bütün azınlık erkeklerin çalışma kamplarına nafia askerleri olarak gizli bir kararname ile toplanması ve çok zor şartlar altında çalıştırılması. [Yirmi Kur'a Nafia Askerleri Olayı]

1942-44 Varlık Vergisi ile azınlıkların ekonomik olarak çökertilmesi. Tek Parti liderinin kararı üzerine aşırı vergiler konarak, birkaç gün içinde ödeyemediği durumda mükellefin bütün malının mülkünün açık artırma ile satılması ve bu da yetmediği takdirde 70 yaşında bile olsa Aşkale'ye karakış içinde çalışma kamplarına gönderilmesi.

 

6-7 Eylül 1955 gecesi birkaç saat içinde evvelden organize edilmiş 100.000 kişiye yakın yağmacı grupların bütün Rum ve diğer azınlıkların ibadethane, mezarlık, okul, işyeri ve evlerini mahvı ve bu olayların neticesinde onlarca Rum vatandaşın öldürülmesi ve yaralanması.

 

1962 yılında Azınlık Tali Komisyonu'nun kurulması ile bütün kurumların üstünde kararlar alan bir mekanizmanın azınlık vatandaşların haklarını yürürlükten kaldırılması. Geniş kapsamlı bir programın neticesinde (Rum mağazalarına ekonomik boykot, okullara devamlı kısıtlamalar ve en önemlisi her gün senin bir 'öteki' olduğundan dolayı) Rum toplumunun temel haklarının ve varlığının kabul edilmemesi.

 

Lozan Antlaşması ile mübadeleden istisna tutulan ve 'etabli' statüsüne tabi olan İstanbullu Rumların 1964 yılında bir hukuki katakulliyle bütün varlıklarının bloke edilerek sınır dışı edilmeleri ve bunun neticesinde bir panik atmosferi yaratılması.

 

Karaköy-Galata semtinde 4 tarihî kilisenin ve emlaklarının kanunları açıkça çiğneyerek bir aile tarafından işgali ve bu haksızlıklara o devir hükümetlerinin seyirci hatta teşvikçi olması.

 

1974 yıllında Yargıtay'ın 'azınlıkların yabancı vatandaşlar' olduğu gerekçesi ile vakıf mallarının büyük kısmına el konulması...

 

Kısaca yazdığımız bu baskılarda Rumların ayrılış sebeplerinden en önemlisi, hiçbir zaman ve hiçbir yerde nüfus cüzdanında 'Rum Ortodoks' ibaresi olduğundan dolayı hakkını bulamama hissinin derin kök alması ile bunun artık burada yaşamanın imkânsız olduğunun kanıtı olarak düşünülmesidir.

 

İstanbullu Rum toplumunun vatanlarından zorla kovulma şartları ve yaşadıkları baskıların nitelikleri bu topluma vatanlarından giderken geriye bir "kara taş atma" sendromu yaratmıştır. Bu sendrom, geçmişi tamamen hafızadan silmek ve onunla beraber devamlı bir keder içinde yaşamak psikolojisidir. Atina Üniversitesi Ruh Hastalıkları Kliniği arşivlerinde, 1964'ten sonra bilhassa 40 yaşından büyük İstanbullu Rum kadınlarında yüzde 40'lara varan hastalık kayıtları görülmektedir. Bütün varlıklarını bir gecede kaybeden ve Lozan Antlaşması'na göre İstanbul'da 'établi' yani 'yerleşik' statüsüne bağlı olarak kalmak hakkına sahip olan Rumların toptan sınır dışı edilmeleri 50'den fazla intihara sebep olmuştur. Başta söylenen küçültücü yayınları okuyan mağdurların ne hissettiklerini sayın okuyucuların değerlendirmelerine bırakıyorum.

 

Lozan Antlaşması'ndan sonra Rum azınlığın tarihî süreci ve karşılaştığı sorunlar son on yılda gerek uluslararası kaynakçalarda ve gerek Türkiye'de, araştırmacılar tarafından teferruatlı bir şekilde incelenmiş ve yayınlanmıştır. Bu araştırmaların sonucunda, Rum azınlığın (yok olma derecesinde azalmasının) yazgısının, zamanın Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin uyguladığı siyaset olduğu ispatlanmıştır. Ciddi verilere dayanan çalışmalar, ilk etapta azınlıklara karşı alınan önlemlerin anayasanın birçok maddesi ile birlikte (1924-1960), çağdaş Türkiye'nin kuruluşunda çok önemli yeri olan Lozan Antlaşması'nın vahim derecede ihlal edildiğini gösterir. Azınlıklara karşı uygulanan siyasetin, uluslararası insan hakları standartlarının, Türkiye'nin de kurucu üyesi olduğu Birleşmiş Milletler'in prensiplerinin ve taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ihlali olduğu apaçıktır.

 

Rum azınlığa karşı uygulanan önlemleri yüzeysel olarak inceleyecek olursak, Türk-Yunan ikili ilişkileri ve Türkiye'nin uluslararası ilişkilerine bağlanabilir. Asıl gerçek, 1923 yılından sonra Rum azınlığa uygulanan önlemlerin, Türkiye'nin uluslararası ilişkileri ile hiçbir ilgisi olmadığı, ancak daha önceden alınan kararların zaman içinde belli bir seçenek üzerinden uygulamaya konulduğu gerçeğidir. Hatta birçok Rum'a karşı alınan idari önlemler, Türk-Yunan ilişkilerinin en iyi olduğu devirlere rastlamaktadır (yirmi kura nafia askerleri ve Varlık Vergisi olayları, 1930 Ankara Antlaşması akabinde 1932'de Lozan'ın 'établi' statüsüne tabi olan 15 bin İstanbullu Rum'un göçe zorlanmasında olduğu gibi).

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin üst düzey yöneticileri son beş yılda birçok kez önceki hükümetlerin azınlıklara karşı uyguladığı önlemlerin var olduğunu kabul ederek bu önlemleri 'faşistlik' olarak nitelemiştir. (Örnekler, Başbakan R.Tayyip Erdoğan'ın Mayıs 2009'da Düzce konuşması, Bakan Egemen Bağış'ın 15 Aralık 2010 'Yüzyılın Projesi' demeçleri.)

 

Konunun esası bir 'iade-i itibâr' sorunudur ve bilhassa Türkiye'de demokrasinin güçlenmesi ve gerçekten uygulanması konusudur. Dünyada hiçbir devlet geçmişte insan hakları ihlali yapmadım diyemez. Önemli olan, bu ihlalleri kabul etmek ve mümkün olduğu derecede düzeltmektir. Zamanı geriye döndürmek mümkün değildir, ama mağdurların çocukları ve torunları için yapılacak düzeltmeler ve 'haksızlık giderimleri' şu anda en önemli konudur. Bunun uygulanmasının hedefi, haksızlığa uğramış olan Rum cemaatinin insan haklarının ciddi ihlalleri yaşanmadan önceki durumunun mümkün mertebe yeniden kazandırılması ve insan hakları ihlalleri yaşanmadan evvelki konumuna getirilmesidir. Bu, İstanbul'da ve Gökçeada-Bozcaada'da var olan Rum toplumunun tüm haklarının tanınması ve kısıtlamaların ortadan kalkması ile başlamalıdır. Başbakan R.Tayyip Erdoğan'ın 14 Mayıs 2010 tarihli genelgesinin uygulaması çok önemli bir adım teşkil etmektedir. Aynı zamanda yüzde 95'i İstanbul dışında yaşayan Rum toplumunun birçok sorunlarının çözülmesi gerekmektedir. Bu sorunlardan bazılarını sıralamak gerekirse en önemlileri vatandaşlıklarının geri verilmesi, geriye dönmek isteyenlerin çocuklarının Rum okullarına kayıt olabilmeleri ve bunlara aynı iş imkânlarının sağlanması ve teminatı, İstanbul'dan kopuşları sırasında yaşadıkları zararların telafi edilmesi.

 

Yeni anayasanın hazırlanması sırasındaki en önemli konulardan biri, devletin geçmişte kendi kanunlarını çiğnemesi dolayısıyla ortaya çıkan haksızlıkların ve neticelerinin giderilmesi olmalıdır. Gelecekte aynı baskıların ve insan hakları ihlâllerinin yaşanmaması garantisini veren yasal düzenlemelerin yapılması, bütün Türkiye vatandaşları için son derecede yararlı bir adım teşkil edecektir.

 

* Atina Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi (1973 İTÜ mezunu)