Kardeşi Hasan Ocak’ı gözaltında kaybeden ve 18 yıldır Cumartesi günleri Galatasaray Meydanı’na giderek kayıpların bulunması, sorumluların hesap vermesi çağrısı yapan Maside Ocak, gözaltında işkenceyi, kaybedilenleri ve devlet şiddetini Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattı.

Röportaj: Doğu Eroğlu / siddethikayeleri.com

Adım Maside Ocak. 21 Mart 1995’te gözaltına alındıktan sonra kaybedilen Hasan Ocak’ın kız kardeşiyim. Hasan bu topraklarda gözaltında kaybedilen ilk kişi değildi.

Hasan Ocak hangi gerekçeyle, ne zaman gözaltına alındı?

Hasan, 12 Mart 1995’te Gazi Mahallesi’nde yaşanan olayların ardından gözaltına alındı. Gözaltına alındığını öğrenmemizden itibaren 58 gün boyunca kendisinden haber alamadık. Bu 58 gün içinde kendisini aramadığımız yer kalmadı. Hasan’ın arkadaşları, İnsan Hakları Derneği’nden hak savunucuları ve toplumun farklı kesimlerinden kişilerle çok büyük bir kampanya başlattık. Hasan’ın son kayıp olmasını istedik. “Sağ aldınız, sağ istiyoruz” dedik. Ama biz her yerde Hasan’ın fotoğraflarını dağıtıp Hasan’ı ararken, Hasan kimsesiz bir ceset olarak kimsesizler mezarlığına gömülmüştü. 58 gün sonra cansız bedenine ulaştık Hasan’ın. Tabii arayışımız, yalnızca devletin kolluk güçlerinin bir canımızı kaybetmesiyle sınırlı kalmadı. Bu ülkede gözaltında kaybedilen insanları arayanların başına neler geldiğinin de gördük.

Hasan Ocak’ı ararken neler yaşadınız?

Hasan’ı ararken defalarca gözaltına alındık, defalarca polis şiddetine maruz kaldık. Bunlardan benim için en ağırı, annemle birlikte İstanbul Valiliği önünden gözaltına alınışımızdı. Toplam 33 kişiydik. Uğradığımız şiddetten sonra, oradaki 33 kişinin aldığı toplam iş göremez raporu 386 gündü. Nisan 1995’te, yani Hasan’ın gözaltına alınmasının üzerinden çok geçmeden İstanbul Valisi’yle görüşmek istedik. Ancak Vali bizle görüşmek istemedi. Bunun üzerine biz de kendimizi Valilik önüne zincirledik…  Canımızdan haber alınamıyordu bir türlü, ne yaparsak yapalım bir türlü Hasan’a ulaşamıyorduk. Böyle devam etti 58 gün; kimi zaman gözaltında, kimi zaman eylemlerde geçti…

 

Maside ve Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak, Ahmet Şık’la kucaklaşırken. 25 Mart 2012 tarihli BirGün Gazetesi’nden
______________________________________________________________________

Annem Hasan’ı aradığı için bir ay hapis cezası bile aldı. Hasan’ı aramak için düzenlediğimiz kampanyanın bir ayağı da Ankara’daydı. Annem Emine Ocak orada bulunduğu sırada, İnsan Hakları Derneği’nin o dönemdeki Genel Başkanı Akın Birdal’ın Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandığı duruşmaya katıldı. Akın Birdal’ın beraat ettiği davada karar açıklanırken annem ayağa kalkıp, “Ben 10 gündür oğlumu arıyorum. Bana yardımcı olun, oğlumu bulun” diyor. Dönemin DGM Başsavcısı Nusret Demiral, mahkemenin düzenini bozduğu gerekçesiyle bir ay hapis cezası veriyor anneme. Ceza hemen infaz ediliyor; annemi önce 2 gün boyunca Ankara’daki Derin Araştırmalar Laboratuvarı’nda tutuyorlar ve psikolojik işkence yapıyorlar. Bunlar olduğu tarihte annem 60 yaşındaydı.

Hasan Ocak’ı gözaltına alınışının 58’inci gününde, gizlice kimsesizler mezarlığına defnedilmiş halde buldunuz. Kardeşinizi ararken resmi kurumlarla nasıl tecrübeler yaşadınız?

Hasan’ı ararken defalarca Adli Tıp Kurumu’na gidip kimliksiz, kimsesiz cesetlere baktık. Ancak Hasan’ın cesedi Adli Tıp’ta olmasına rağmen bizden gizlendi. Hasan 15 gün Adli Tıp morgunda tutulmuş, sonrasında da Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na gönderilmiş. Savcılıkta ve emniyette konuyla ilgili başvurularımız olmasına rağmen tüm bu olanlar bizden ve kamuoyundan gizlendi.

Hasan Ocak’ın Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na defnedildiğini nasıl ortaya çıkardınız?

Adli Tıp Kurumu’nda kimliksiz cesetlerin fotoğraflarının çekildiğini biliyorduk. Bir gidişimizde, “Belki gözümüzden kaçmıştır” düşüncesiyle yeniden o fotoğraflara bakmak istedik. Fotoğrafları incelediğimiz sırada üç tane dosyanın, diğer kimliksiz cesetlere ait dosyalardan ayrı tutulduğunu fark ettik. Üç dosyadan birinin Hasan’a, bir diğerinin ise Hasan’la aynı biçimde gözaltında kaybedilmiş, aynı sistematik işkencelerden geçirilerek öldürülmüş bir kaybımız olan Rıdvan Karakoç’a ait olduğunu anladık. Hasan’ın dosyasını tespit ettikten sonra mezarlığa gittik.

Dosyada hangi ifade ve bulgular yer alıyordu?

Hasan’ın vücudunun, fotoğraflarından gördüğümüz kadarıyla, her yerinde sigara yanıkları vardı. Yüzünün sol tarafı jiletle veya bıçakla kesilmişti. Gözünün altından başlayarak çenesine kadar, boğazına uzanan 4-5 tane derin kesik vardı. Otopsi raporunda ölüm sebebi olarak “tel veya iple boğulma” ifadesi yer alıyordu. Vücuduna elektrik verildiği, Filistin askısından kaynaklı koltuk altında morluklar bulunduğu da raporda yer alıyordu.

Adli Tıp’ta Hasan Ocak’a ait dosyayı bulduktan sonra gittiğiniz kimsesizler mezarlığında hangi zorluklarla karşılaştınız?

Mezarlıklar Müdürü bize iki mezara ait numaralar verdi ancak işaret ettiği mezar yerlerinde Hasan yoktu. Dertleri bizim Hasan’ın cesedine ulaşmamamızdı yani. Bunlarla uğraştığımız sırada bizimle beraber mezarlığa gelmiş olan bir gazeteci arkadaşımız, müdürün masasında bulunan deri dosyalığın altında yazılı bir numarayı fark etmiş. Tesadüfen fark edilen o numarayı takip ederek Hasan’ın mezarını bulduk. Bu ülkede yaşayan insana saygı gösterilmesi çabasındaydık ama şunu gördük ki, kimsesizler mezarlığına gittiğimiz zaman ölüye saygı yoktu. İnsanların üzerine iki-üç kürek toprak atılmıştı. Adımınızı attığınız her yerde bir ceset olabilirdi. Altınşehir kimsesizler mezarlığı bizim için insanlığın bittiği yerdi.

Hasan’ı bulduk, ardından birkaç gün sonra Rıdvan Karakoç’un cenazesini de teslim aldık. Onları kendi geleneklerimize göre toprağa verdik. Ama tabii iş orada bitmedi. Cenazelerden sonra Cumartesi oturmalarımız başladı. “Tüm kayıplarımızı istiyoruz” diye yola çıktık. “Son kaybımız bulunana kadar devam ettireceğiz” dedik.

Bir insanın gözaltında kaybedilmesi ceberut devletin yapabileceği en ağır eylem. Karşıtını her ne şekilde olursa olsun yok etmeyi amaçlayan bu eylem, toplumsal muhalefete de etki ediyor. Kardeşinizin gözaltında kaybedilmesi sizi ve çevrenizdekileri nasıl etkiledi?

Gözaltında kaybetmenin anlamını yaşayarak öğrendik. Muhalifini yok etmekle birlikte, geri kalanların üzerinde korku, panik ve belirsizlik duygusunu oluşturarak geride kalanı da sindirmek, aslında gözaltında kaybetmenin sistem tarafından uygulanma nedeni.

Biz batıda, kentlerde yaşayan insanlar olarak, Kürt illerinde yaşayanlara nazaran daha ileri bir noktadaydık; hem devletin yapabileceklerini daha iyi biliyorduk, hem de kamuoyu mücadelesi yürütebiliyorduk. Hasan’ın gözaltında kaybedilmesinden önce de iki defa gözaltına alınmıştım. Hasan’la birlikte giriştiğimiz onca mücadele vardı, anti-faşist bir mücadelenin içindeydik sonuçta. Bunlarla karşılaşabileceğimizi belki hissediyorduk ama bu kadar ağır bedeller ödeyebileceğimizi düşünmüyorduk. Hasan’dan birkaç ay önce gözaltında kaybedilen İsmail Bahçeci sadece üç sokak yukarımızda oturuyordu. Yaşamımızdaki bir çok insanı devlet eliyle işlenmiş cinayetlerde kaybettik. Her şeye rağmen, bunları yaşamasaydık da yine burada, şimdi olduğumuz noktada olurduk diye düşünüyorum.

Devlet için gözaltındaki kayıplar bir “önlem” biçimi. Devleti o dönemde bu derece sert eylemlere iten şey neydi? Hasan Ocak’ın gözaltında kaybedilmesinde Gazi Mahallesi olaylarının payı neydi?

Biz Gazi Mahallesi’nde oturmuyorduk. Olaylardan sonra, Gazi Mahallesi’ndeki insanlara destek olmak için kendi yaşadığımız yerlerde eylemler yaptık. Alibeyköy’de Gazi’de katledilen insanların cenazelerini kaldırdık. O günlere dair hafızamda hep dehşet görüntüleri kalmış; her köşe başında yanan arabalar, harabeye dönmüş evler… Gazi’de insanları hedef alarak ateş ediyordu polis. Biz bir taraftan bunları televizyondan izlerken, diğer taraftan da sokakta neler yapabiliriz diye düşünüyorduk.

 

Gazi Mahallesi olayları ertesi Milliyet Gazetesi manşeti
__________________________________________________________________

Orada yaşadığım çok farklı bir olay da var. Alibeyköy’de cenazeler kaldırıldıktan sonra Gazi’ye doğru yürüyüş başladı. Yaklaşık 30 bin kişilik bir kortejdi. Hasan’la birlikte yürüdüğümüz sırada, hemen arkamızda yürüyen bir başka kişi, “İleride Nizam-ı Alem Ocakları [Alperen Ocakları] var, oraya saldıralım. Cami var onu taşlayalım” gibi laflar etmeye başladı. O sırada Süleyman Yeter de yanımızdaydı . Hasan ve Süleyman bu kişinin koluna girip kortej dışına çıkardılar, kim olduğunu sordular. “Ben halkım, ben öldürülüyorum, ben yakılıyorum, bana ateş ediyorlar” diyor. Sonra ikna olmayıp üzerini aradılar; cüzdanından Nizam-ı Alem Ocakları’na üye olduğunu gösteren bir kimlik kartı çıktı. Bunun üzerine, “bu vatandaşı ne yapalım” diye kara kara düşünmeye başladılar. Serbest bıraksalar 10 metre ötemizde başka bir grubun arasına girip aynı kelimeleri sarf edecek. İnsanların bu dolduruşa ne yanıt vereceği bilinemez. 30 bin kişiyi zapt edebilmek mümkün değil. Orada müdahale etseler iş lince varacak… Düşündüler taşındılar, “En iyisi Gazi’ye kadar götürelim, orada oluşturulan bir halk komitesi var. O halk komitesine teslim edelim ve ne yapılması gerektiğine onlar karar versin” dediler. O provakatörü Gazi’ye kadar yanımızda götürdük. O dönem bir albay vardı ve çıktı konuşma yaptı, “Sağduyularından dolayı buraya kadar provokatörü getiren arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz” dedi. Bu olayın bir hafta sonrasında Hasan gözaltında kaybedildi. Bu bana tesadüfmüş gibi gelmiyor. Çok garip. Adını bulamadığım bir şey… Dört yıl sonra, 1999 senesinde, Süleyman Yeter de işkencede öldürüldü. Devletin bir oyunuydu belki de…

Gazi Mahallesi olaylarının ardından size veya kardeşinize yönelik bir eyleme girişilebileceğine ilişkin bir beklentiniz var mıydı? Yoksa gözaltı son derece beklenmedik bir anda mı gerçekleşti?

90’lı yıllarda insanın başına ne zaman, nelerin geleceği hiç belli olmuyordu. İnsanlar o dönemde hangi köşe başında öldürüleceklerini, başlarına nelerin geleceğini bilmeden yaşamalarına rağmen gerçekten büyük bir toplumsal duyarlılığa sahiptiler. Cenazeden 40 gün sonra yemek verilir. Biz de kırkında Hasan’ın mezarına gittiğimiz sırada minibüsümüze polis saldırdı. Minibüsün tüm camlarını kırarak insanları aşağı indirdiler. Mezarda dağıtılacak leblebilierin üzeri kanla kaplanmıştı. Tanımsız bir şeydi 90′lı yıllar bizim için… Ama buna rağmen Cumartesi gibi bu ülkenin en büyük sivil itaatsizlik eylemini oluşturmak da çok da anlamlıydı. Belki de tüm bu yaşadıklarımıza rağmen geleceğe umutla bakmamız için bir sebep oldu Galatasaray Meydanı. 

Galatasaray Meydanı’ndaki 400’üncü buluşma da geride kaldı. Yıllardır süregelen bu eylemin yanı sıra, kayıpların bulunması ve faillerden hesap sorulması için yapılan başka çalışmalar da var. Kayıpların hesabının sorulması noktasında hukuki olarak gelinen durumu tatminkar buluyor musunuz?

Kaybedilen insanlar hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne intikal eden davaların birçoğunda  Türkiye mahkum edildi. Mahkumiyet kararları genelde tazminatla sonuçlandı ama kayıp yakınlarının her biri öncelikle kayıplarının bulunması ve sorumluların yargılanması için, mahkemelerin devleti zorlayıcı kararlar vermesini talep ettiler. Bu taleplerimiz henüz gerçekleşmediği için mücadelemiz 18’inci yılında hala sürüyor. Bugün 403’üncü haftamızdayız ama Mayıs ayında 18’inci yılımızı tamamlayacağız. 18 yıla vurduğununzda 403 hafta yapmıyor. Biz ilk defa 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Lisesi önünde oturduk. Polis, “Galatasaray Lisesi eylem alanı değildir” diyerek bize müdahale etti. Hep engellendik; kimi zaman kurt köpekleriyle saldırdılar üstümüze. Ama Galatasaray Meydanı’nda olma noktasındaki ısrarcılığımızla orayı bir eylem alanı haline getirdik. Cumartesi annelerinin, kayıp yakınlarının inadıydı bu. Çok büyük bir karanlığın içerisinde umut büyüttü kayıp yakınları Galatasaray’da. Orada birbirlerine yaslandılar, birbirlerinden güç aldılar. Orayı aradıkları mezar saydılar kimi zaman.

Oturmalara 1999’da ara verildi ancak eylemler 2008’de yeniden başladı. Cumartesi oturmaları niçin 1999’da askıya alındı?

Özellikle 1996’daki Habitat Zirvesi döneminde çok yoğun saldırılara uğradık. Uluslararası bir toplantıydı ve Türkiye’yi kötü gösterdiğimiz ileri sürülerek İstiklal Caddesi’ne bile yaklaştırmadılar bizi. En ağır saldırılarımızı 170’inci haftamızdan, yani 15 Ağustos 1998’den sonra yaşadık. 170’inci haftadan 200’üncü haftaya kadar her hafta sonumuzu gözaltında geçirdik. Bu ülkede ilk biber gazı, kayıp yakınlarının bindirildiği araçlara sıkıldı. Annelerimiz saçlarından yerlerde sürüklendi. Havaya fırlatılan karanfiller yüzünden bile gözaltına alındık.

Galatasaray’daki oturmalarımıza 200’üncü haftamızda, 13 Mart 1999’da ara vermek zorunda kaldık. “Bizim için her yer Galatasaray, kayıplarımızı aramaya devam edeceğiz” dedik. İlk haftamızda, Arjantin’deki Plaza de Mayo annelerinin mücadelesini örnek alarak oturmaya karar verenler yine kayıp yakınlarıydı. 200’üncü haftada ara verme kararını kayıp yakınları yine ortaklaşa aldılar.

2008’de oturmaların yeniden başlamasına yol açan neydi?

2008’de Ergenekon soruşturması başladıktan sonra, 31 Ocak 2009’da tekrardan oturmaya başladık. Ergenekon Davası kapsamında yargılananların birçoğu, bizim kayıplarımızın failleri. Tüm kayıplarımızın dava dosyalarında, bu insanların isimleri de geçiyor. Bu isimlerin gözaltında kaybetmek suçundan yargılanmalarını isteyerek müdahillik taleplerinde bulunduk. Ancak her ne kadar bu kişilerin gözaltında kaybetme suçu işlediğine ilişkin bilgi ve belgeler bulunsa da, yargılamanın yalnızca hükümete karşı darbe girişimi gerekçesiyle yapıldığını söyledi savcılık. Onun üzerinden 200’üncü haftamızın üzerinden bir 200 hafta daha geçti ama hala gerçek adaletin sağlanması için Galatasaray’dayız.

18 yıldır süren bu eylemler devlet üzerinde bir baskı oluşturabildi mi?

90′lı yıllarda özellikle Kürt illerde kaybolan yakınını aramak, gözaltında kaybolma nedeniydi. Gözaltına alınıp terörle mücadele şubesinde günlerce sorgulanan insanlar, gözaltından çıktıktan sonra yanımıza gelirlerdi. Bize anlattıklarına göre, işkenceden sonra insanlara şu söyleniyormuş: “Sizi gözaltında kaybedecektik, dua edin Cumartesi anneleri var.” Bir gün bir anne çok ağlayarak geldi, eylem sonrasında hepimize teker teker sarıldı. Anlatmaya başladı: “Günlerce emniyetin önünde nöbet tuttum. ‘Oğlun burada yok’ dediler. Savcılığa gittim, ‘Oğlun burada değil’ dediler bana.” 10 gün sonra kadına terörle mücadele şubesinde şu söylenmiş: “Oğlunu gözaltında kaybedecektik ama sen de gider Cumartesi anası olursun diye kaybetmedik.” O da bu yüzden sarılıp öpüyormuş bizi.

Biz 1999’da oturmalarımıza ara verdiğimizde, son bir yıl içerisinde 4 kişi kaybedilmişti. Ama ilk başladığımız yıllarda, gözaltında kaybedilenler hakkında her yıl 400’den fazla başvuru oluyordu. Orada olmakla belki kendi kayıplarımıza ulaşamadık ama bu ülkede insanların devlet tarafından gözaltında kaybedilmesini engelledik. Bu da çok önemli bir kazanım. Ayhan Çarkın gibi bir tetikçi, “Cumartesi Anneleri kabusum oldu” deyip, katlettiği insanların son sözlerini açıkladı. Bu bizim için hem kayıplarımıza bir adım yaklaşmak anlamına geliyor, hem de bir yüzleşme başlayabileceğine dair beklenti yaratıyor. Her birimiz, her bir kayıp yakını, sevdiğinin son sözünü bilmek ister. Hüsamettin Yaman ve Soner Gül alınlarına silah dayandığında, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” diye slogan atmışlardı. Bunu bilmek bile bizim için çok önemli. İnanıyorum ki kaybedenler çıkıp bir gün yaptıklarının hesabını tek tek verecekler.