Gülsen Feroğlu

Yine içimizde uhde yaşanmamışlıklar… ölene dek sürecek Ankara’da katledilen Başakların, Erenlerin yarım kalmış hayatlarının acısı… sarı, yeşil, kırmızı, kızıl özlemlerin akıtıldığı mezarlar... sonbahar hangisidir, söyleyebilir misiniz şimdi?

Koynunda sakladığı sancılardan, özgür sevdalardan habersiz Ankara’da; günler, geceler de artık, son deminde hep sonbahar… elinizde de; onca yıl biriktirdiğiniz bütün bekleyişleriniz, düşleriniz… kendinizi, hayatın manasız bir zaman diliminde sanırsınız.

O manasız zaman dilimi; bombalarla, kurşunlarla parçalanmış bedenlerin, evlerin, hendekli, barikatlı sokakların, henüz adını koymadıkları bir dünya savaşının orta yerinde; hayatı, dünyayı zindana çeviren gaddarlık karşısında, öylesine yorgun, öylesine de kırgındır ki.

Ve öyle çok anlatamıyorsunuzdur ki “Gün gelir seni de vururlar ey savaş”ta yazdığınız “Gün gelecek gerçeğiniz yapılan yalanlar da sona erecektir; bir hayat gibi, bir masal gibi. Siz de, ne kadar sevmişseniz o masalı, inandırıldığınız o yalanı, o kadar üzüleceksinizdir”i.

Champs Elysees Cafe GeorgeV’de bir kadeh Corbières Boutenac’la; Louis Vuitton’dan Cartier’e, Cartier’den Guerlain’a hücum edenleri pür neşe izleyen siz Mademoiselle, siz Madame and Monsieur! Hayır, ne sanmıştınız! İnandırıldığınız; devletlerinizin demokrasi, özgürlük, barış için Ortadoğu’dan ellerini çekmedikleri yalanıyla yakılan, savaş ateşinin korlarının, yüreklerinize düşmeden söneceğini mi ?

Hayır, ne sanmıştınız! Ömrünüze ömür katsın diye bir fincan kahvenin kalp krizi riskini azaltıp azaltmadığına dair araştırmalarla detaylarına indiğiniz hayatınızı keyf içinde sürdürürken, Ortadoğu’yu harabeye çeviren savaşın enkazından yükselen dumanın, kan, barut kokusunun gökyüzünüzü kaplamayacağını mı? Büyük muamma; CİA, MOSAD, KGB’yi bile ayakta uyutan DAİŞ’in varlığının; özür dilediği “Irak işgalinden” kaynakladığını doğrulayan Tony Blair’in de sorumluluğundan kaçamadığı savaşın, ölümüyle Avrupa’ya uğramayacağını mı? Her şeyini; işini, okulunu, eşyalarını, evini, vatanını bırakarak bir tek kimliğiyle savaştan kaçan milyonlarca Ortadoğulu, Afrikalı mültecinin iyi, güzel bir hayat uğruna; şişme botlarda ölüm, kalım mücadelesi vere, vere kıyılarınıza çıkamayacaklarını, dört yaşındaki Aylanların, Sedaların ruhunuz duymadan öleceklerin mi?

Ne sanmıştınız! Credit Suisse’ye göre dünyadaki varlığın %45.2’sine sahip dünya nüfusunun % 0.7’sinin; dünyanın yoksulluğu, adaletsizliği ve savaşlar üzerinde yükselen 113 trilyon dolarlık servetlerinden, gelişmiş ülkelerin refahından, demokrasilerinden nasiplenmeyi mültecilerin, akıl edemeyeceklerini mi?

İşte Mademoiselle “İyi ki oralarda doğmamışız” güveninde; “siz savaşı durdurun, biz zaten gelmeyiz” diyen 13 yaşındaki mülteci Kenanları, Bağdat’ta, Beyrut’ta, Şam’da, Suruç’ta, Ankara’da DAİŞ’in canlı bombalarla hayattan kopardıklarını seyrede, seyrede…silah satarak, çıkardığı petrolü alarak tehdit gördükleri DAİŞ’i niyeyse büyütenlere ses çıkarmaya, çıkarmaya yaşandı; bütün o sandıklarınızı darmadağın eden Paris’te ki katliam.

Sonrası; katledilen Emilie Meaudlar, Eric Thomèler, Isabelle Merlinlerin yaslarını; saygı duruşları, mavi, kırmızı, beyaza boyanmış statlar, şehirler, yakılan mumlar, trendi topic #PrayforParis, #TodosSomosParis hashtaglarıyla paylaşan; Ankara’da 102, Beyrut’ta 43, Bağdat’ta 70 insanı katlettiğinde DAİŞ; aynı duyarlılığı, samimiyeti göstermediğinden can yakmış, kahretmiş bir dünya gerçeği.

Kaderini savaş yaptıklarından gün yüzü görmeyen Ortadoğu halklarını inim inim inleten onlarca Saddam’lı, Kaddafi’li, Esed’li yönetimlerin despotluğuna, hak ihlallerine yıllarca arka çıkan, kendi vatandaşları dışındakilerin acılarına, kötü yaşamlarına duyarsız, riyakar kaldığından çökmüş medeniyet de böylece Pandoranın Kutusunda kilitli kalmadı, işte.

Dünyanın neresinde olursa olsun bir insanın ölümüyle eksilirken insanlık; meğer medeniyet diye parlatılıp önümüze konulan; komşusuna giren hırsızı görünce susan, hırsız ancak evine girdiğinde feryat eden bencilliğin, ayrımcılığın ta kendisiymiş.
Meğer olağan üstü kabullenilen; doğumla kazanılan eşit yurttaşlık hakkı için dahi mücadele etmek zorunda bırakılanların katledilmeleri, yargısız infazları değil, milyar dolarları silah sanayine yatıran gelişmiş ülke vatandaşlarının katledilmeleriymiş.

Sur’un, Cizre’nin, Halep’in çocukları da çocuk görülmediğinden, Fransız çocuklar gibi bomba, kurşun seslerinden korkup “kötü adamlar var, evimizi değiştirmeliyiz” tedirginliğini asla yaşamazlarmış.

Anlaşıldı, her etnik kökeni; Türkleri Kürtlere, Araplara; Kürtleri Türklere, Araplara, her mezhebi, her kesimi birbirine şeytanlaştırarak kırdıran kanlı siyasetleriyle, Ortadoğu’yu avucunda tutanların vicdanlarını; kanlı bir coğrafyada doğmak dışında hiç bir günahı olmayanlara reva zulüm kanatmazmış.

Oysa, her şeyin hem birbirine çok yakın, hem çok uzak kaldığı bu post modern çağda; sadece sermaye değil, terör, şiddet, ırkçılıkta sınır tanımayıp küreselleştiğinden Ortadoğu’nun kullanışlı DAİŞ’i, elbette ki dünyada rahat, huzur bırakmayacaktır.

Dünyanın insana biçtiği değer de; devletinin vatandaşına, vatandaşlarının birbirine verdiği değer kadardır ki hayat yerine, ölmenin öldürmenin şereflendirildiği iktidarların, örgütlerin hüküm sürdüğü diyar-ı Mezopotamya’da sonbahar zemheriye döndü, bile.

Nevizade de, Amed’de masalar, kürsüler çoktan taşındı içeri; birer, ikişer. Şimdi ayva reçeli yapmanın, dumanı tüten çayla pencere önünde yağan karı “Koma Sê Bîra’dan; altın yüzüğüm kırıldı ”yı dinleyerek seyretmenin zamanıdır da.

Lâkin Türkünden Kürdüne, mütedeyyininden devrimcisine, herkesin elbirliğiyle huzurlu, mutlu, çatışmasız, gözyaşısız tek bir günü insana çok gördüğü memlekette gula min; beklenmedik, zamansız ölümlere aşina…“kınalı bir güvercin”i daha vurdular… bir minarenin dört ayağı arasında.

Her güne bir ânda hayatlarından olabilecekleri ihtimaliyle başlamanın telaşında; belli, kimselerin acelesi de yok ne barışa, ne de ölümün adını hayat yapmaya. Halbuki hayatın da, zamanın da umurunda bile değildi; yaşadığın coğrafyanın bahtsızlığı… tükenmeyen bahaneler… keşkelerin… pişmanlıkların.

Dâyîka mın bak! nefrettin, savaşın kararttığı hayatların hikayeleriyle yaşlanmış bir yıl daha bitti... bitecek… ve yine “o mahur beste” çalarken “müjganla biz ağlaşacağız”. Eninde, sonunda her yıl, her yalan gibi, her yol, her hikâye de bir gün biter değil mi Hevalım? Koşsan da tutamazsın…