İSTANBUL (Fuat Uygur / ETHA)- Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ulus devlet kurma adı altında çok sistemli imha ve asimilasyon politikası izlendi. Müslüman olanlar Türkleştirilmeye, Müslüman olmayanlar ise yok edilmeye çalışıldı. Cumhuriyet öncesinden başlayan ve Ermeni soykırımı ile doruğa ulaşan bu yok etme, eritme politikası, "başarıya" ulaştı. Çok değil, günümüzden 50 yıl kadar önce sadece İstanbul'daki nüfusu 100 bine yaklaşan Rumların sayısı, bugün 2 bini bile bulmuyor.

 

1960 darbesinden sonra kurulan İsmet İnönü hükümeti, 6-7 Eylül Olayları'na rağmen Türkiye'yi terk etmeyen Rumları sürgün etme kararı aldı. 16 Mart 1964'te alınan kararla, 1930 yılında Türkiye Yunanistan arasında imzalanan İkamet, Ticaret ve Seyrüsefanin Anlaşması tek taraflı iptal edildi. Böylece 13 bin Rum'un sürgün edilmesinin yolu açıldı. 24 Haziran 1964'te 295 Rum'un sürgün edilmesiyle başlayan süreç, bu topraklarda yaşayan halklara uygulanan kırım politikasının karanlık sayfalarından birini oluşturuyor.

 

İstanbul'da 87 yıldır Rumca yayın yapan Apogevmatini gazetesinin sahibi Mihail Vasiliadis, 48 yıl önce yaşanan sürgünü, öncesi ve sonrasıyla ETHA'ya anlattı.

 

'SÜRGÜN, ZİNCİRİN SADECE BİR HALKASI'

Kıbrıs sorunu gerekçe yapılarak özellikle İstanbul'da yaşayan 13 bin Rum sürgün edildi. Nedir bu sürgünün tarihsel arka planı?

Bu olay tek başına ele alınırsa eksik kalır. Tıpkı 6-7 Eylül olayları gibi, tıpkı Varlık Vergisi gibi, tıpkı 18-22 yaşındaki erkeklerin toplama kamplarına gönderilmesi gibi. Bunlar teker teker ele alınacak konular değil. Bunların her biri bir zincirin halkaları. Zincirin bütününü iyi tetkik edip, ondan sonra halkaları bire bire incelemek gerek. 1965'in ilk gününde başlayıp yaklaşık 18 ay süren sürgün de bu zincirin bir halkası.

 

1923'te çok uluslu bir imparatorluktan bir ulus devlet yaratma süreci başlatıldı. Oysa Anadolu, iç içe geçmiş, birçok değişik kökenden halkın yaşadığı bir coğrafya. Bunun üzerinden bir ulus devlet inşa etmek için, bunları homojen hale getirme planı devreye sokuldu. Farklılıkları ortaya koyan temel veriler dinsel ve ırksal temeldeydi. Dini Müslüman kesimleri dala kolay Türkleştirebiliriz diye o dönemde asimilasyon politikası izlendi. Ancak, bizler gibi İslam dışında kalanların asimilasyonu daha zor olacağı için -çünkü bir dine bağlı olanlar öteki dünyayı da düşündükleri için din değiştirmek pek kolay değildir- bu kişileri eritmek, sayısını mümkün mertebe azaltmak, sıfıra indirmek politikası izlendi. Sürgün, halkanın eritme politikasının bir parçasıdır.

 

Cumhuriyetten önce de yok muydu bu sistemli saldırılar?

İttihat ve Terakki gibi oluşumlarla cumhuriyet kurulmadan önce de bu politika izlendi. Ancak cumhuriyetle birlikte "üstün bir devlet" kurma iddiasıyla plan daha sistemli uygulandı.

 

Herkese dilini unutturabilmek için "Vatandaş Türkçe konuş" kampanyası başlatıldı. "Bizden olmayan", yani ötekileştirilen kişileri devlet memuru yapmama, devlet idaresine sokmama, bazı işlerden men etme politikası izlendi. İkinci dünya savaşı ön günlerinde bunlar daha etkili halkalarla ortaya konmaya başlandı. Barodaki Rum ve Ermeni avukatlar, sudan bahanelerle meslekten men edildi. Eczaneler, büyük oranda azınlıkların iştigal ettiği meslekti. Orda da her mahallede bir eczane bulundurma koşulu getirilerek, kura ile diğer eczanelerin kapatılmasına gidildi. 'Tesadüf' bu ya, hep azınlıkların sahip olduğu eczaneler kurayı kaybetti.

 

Savaşın başlamasıyla birlikte, baskıları uygulayan çekirdek kadro, daha ileri gitti. Savaş dolayısıyla 18'inden 22'sine kadar olan bütün erkekler zaten askerdeydi. Bir yasa çıkartarak, 22'sinden 42'sine kadar olan bütün azınlık erkekler Anadolu'da kurulan toplama kamplarına gönderildi. Yaşama koşullarının çok zor olduğu toplama kampları seçildi. Bu insanlar aileleriyle görüştürülmedi, baskı altında tutuldu. Ellerinde kazmalarla topraklar kazdırıldı, "Niye kazıyoruz" diye soranlara, "Siz kazın, sonra sizi içine atıp üstünüzü kapatacağız" diye tehdit edildi. 1941 yılında bu plan yeterli etki yaratmayınca, bu insanlar evlerine geri gönderildi. Bu insanların bir yıl boyunca iş yerleri, dükkanları kapalıydı. Gelir gelmez, hemen arkasından Varlık Vergisi uygulamaya konuldu.

 

'ÖNCE YASALARLA, SONRA DERİN DEVLETLE...'

Savaş sonrası bir iyileşme yaşandı mı?

Savaş sonrası Türkiye batıda kalması zorunlu bir ülke durumuna geldi. Bu dönemde Türkiye'nin Yunanistan'la birlikte NATO'ya girmesi gündeme geldi. Çok partili sisteme geçişle birlikte, "ulus devlet" yapısını inşa eden kadro, derin devlet konumuna dönüştü. Dikkat edin, daha önceki zincirin tüm halkaları yasalarla işletiliyordu. Ancak 6-7 Eylül Olayları, öyle yasalarla değil, derin devletin planlarıyla yürürlüğe konuldu. 1960 darbesinden sonra kurulan hükümet de eskiden tek parti iktidarı döneminde her türlü uygulamayı yürürlüğe sokan çekirdek kadro üzerinden şekillendi. 1964'te sürgün yasasını çıkaran hükümetin başında İsmet İnönü bulunmaktaydı.

 

İsmet İnönü, 1930'da yine hükümet olduğu dönemde Türkiye ve Yunanistan arasında Ankara'da imzalanan İkamet, Ticaret ve Seyrüsefanin Anlaşmasını tek taraflı feshetti. Bu anlaşma ne içeriyordu? Buna göre Türkiye'de herhangi bir Yunan vatandaşı istediği gibi iş yeri açma ve yerleşme hakkına sahipti. Aynı hak, Türk vatandaşı için de geçerliydi. İki ülke bandıralı gemiler de aynı şekilde serbest dolaşım hakkına sahipti. Dikkat ederseniz, bugünkü Avrupa Birliği anlaşmasının da ilerisinde bir anlaşma.

 

'ÜSTÜ KAPALI KAĞIT İMZALATILDI'

1930 anlaşmasından istifade ederek Türkiye'de çalışan, iş kuran çok sayıda Yunan vatandaşı oldu. Tek taraflı iptal edilen yasayla cebinde Yunan vatandaşı kimliği taşıyan 13 bin kişi, bizim insanımız sürgün edildi. Bu insanların büyük kısmı Yunanistan'ı hiç görmemişti bile. Çoğu İstanbul'da doğmuştu, ama kimliğinde Yunan vatandaşı yazıyordu. Bu kişiler aynı zamanda aile reisiydi. Toplamda 60 bine yakın insan sürgün edildi.

 

Sürgün sırasında neler yaşandı?

Yasa 1964 sonunda yürürlüğe girdi, 1965'in hemen başında da uygulamaya konuldu. İlk başta kalbur üstü kişiler teker teker Birinci Şube'ye çağrılarak, bir beyaz kağıt, üstü kapatılarak, üzerinde ne yazıldığı belli olmadan imzalatıldı. 48 saat içerisinde yalnız 25 kiloluk bir çantayla Türkiye'yi terk etmesi bildirildi. Aynı zamanda menkul ve bankalarda bulunan paraları bloke edildi, gayrimenkullere de ihtiyadi haciz konularak, bu gayrimenkuller üzerinde herhangi bir işlem yapılmasına yasak konuldu. Sadece bir bilgi olsun diye söyleyeyim. Bugün Tarlabaşı'ndan inerken sağda gözüken o boş binaların büyük kısmı, o dönem sürgün edilen insanların arkalarında bıraktıkları mülkleridir.

 

Tek tek 13 bin kişiye sürgünü tebliğ etmek 18 ay sürdü. Bu 18 ayda basında çıkan ve nefret söyleminin şahikasını oluşturan Rumlar aleyhindeki yazıları görseydiniz, siz de büyük annenizin dedenizin Rum olduğunu öğrendiğiniz anda kaçar giderdiniz. Onun için sadece 13 bin kişi değil, onların yanında çok kişi çekip gitmek zorunda kaldı. 01 Ocak 1965'te 90 binin üstünde olan İstanbul'daki Rum nüfusu, 30 Haziran 1966'da 30 binin altına düştü. Tabi bu orada kalmadı, erime hızla devam etti. Bugün İstanbul'da yaşayan 605-610 Rum aileden bahsedebiliyoruz ancak. Sürgün edilenler 30 yıl boyunca İstanbul'a hiç dönemedi.

 

'6-7 EYLÜL, BURADA GELECEĞİMİZİN OLMADIĞINI ÖĞRETTİ'

6-7 Eylül olayları yaşandığında bile büyük çoğunluk Rum vatandaşı İstanbul'u terk etmedi. Ama bir gerçeği de öğretti: Çocuklarının geleceği bu topraklarda artık söz konusu değildi. Bu anlamda özellikle varlıklı Rumlar, bu tarihten itibaren mal varlıklarının bir kısmını yurt dışına çıkarmayı tercih etti. Bu nedenle sürgün edilenler arasında sıkıntı çeken de var, çekmeyen de. Ama yine de birçoğu her şeye sıfırdan başlamak durumunda kaldı.

 

Bütün dünyada yani Helen Kıbrıs olarak bilinen kesim, çok bilinçli olarak Türkiye'de Rum olarak lanse edildi. "Rumlar kardeşlerimizi öldürüyor", "Rumlar şöyle yapıyor" diye bütün bütün halkı zehirlediler. Kıbrıs'ta ne yaşandıysa, doğru ya da yanlış, İstanbul'daki Rumlara mal edilmeye başlandı. Mahallede ciçöz oynardık mahallede arkadaşım Ali'yle, Bülent'le, "Sizinkiler bizimkileri öldürdü" demeye başladılar. Beyin yıkama politikasını, Rum ve diğer azınlıklar eritme politikasını uygulatan zümre, basını da kullanarak düşman yaratmaya başladı. Dolayısıyla 1955'te 1-2 provokatör kırıp dökmeye başlayınca, yüz binler arkalarından yürümeye başladı. Neden? 1950'nin başından başlayarak kamuoyunu zehirlediler.

 

'ANNELER ÇOCUKLARININ ELİNİ TUTMAZDI'

Irkçı ve nefret söylemlerinin de ayyuka çıktığı yıllar...

Azınlıklar bu dönemde o kadar saldırıya maruz kaldı ki, hep savunma pozisyonunda kaldı. Bunun için tamamen kendi içine kapandı. Yolda yürürken, yanınındaki çocuğunun Rumca konuştuğunda, oradan geçenlerin hakaretine maruz kalırsanız ne yaparsınız? Rum, Ermeni anneler ne yapıyordu biliyor musunuz? Anneler çocuklarını Taksim Bahçesi'ne gezmeye götürdüklerinde elinden tutmazdı. Elini omuzuna atar, kucaklar, avucuyla da ağzını kapatırdı. Yolda es kaza Rumca, Ermenice konuşursa yanındaki duymasın diye. Kendi içine kapanmasının nedenleri çok.

 

Ben tersini yaptım. Rum toplumu içerisinde kendimi sınırlamadım. Ama bu şu demek değil, açıldığım bütün her yerde kabul gördüm. Üniversite yıllarında, Rumca konuştuğumu duyan sınıf arkadaşım, "Burası Keferistan değil" diye hakaret etti, ardından üniversiteyi bırakmak zorunda kaldım.

 

'2002'DEN BERİ YENİ BİR BASKI YOK ÇÜNKÜ BİZ DE YOK OLDUK'

Başbakan Erdoğan'ın açıklamaları var, bugün açısından estirilen 'iyimser' hava var. Bugüne kadar yaşananlarla ilgili olarak bir özür gündeme geldi mi, zararların tazmini için maddi bir adım atıldı mı?

Bir silahla, yahut bir yasayla bir topluluğun karşısına çıktığınızda, hata yaptığınızı anladığınızda, -mesela Varlık Vergisi gibi yasa çıkarırsınız, arkasından başka yasayla yok edersiniz- geri adım atma koşulunuz da bulunuyor. Ama silah olarak halkı kullanırsanız, bunun geri dönüşü yoktur. Halk makineli tüfek gibidir. Tetiğe bastığınızda, bütün mermiler boşalır. Onun için bir ülkede bir halkın, bir zümrenin aleyhine nefret söylemini kullanarak en kötü, en kötülenmesi gereken faşist uygulamadır.

 

Yaşananların faşist uygulamalar olduğunu ben söylemiyorum. Başbakan Erdoğan, bizzat kendisi, yaşananlara "Faşizan uygulamalar" dedi. Ama geriye dönüp baktığımızda, bu dönemdeki uygulamalarla ilgili ne bir özür, ne de maddi zararın karşılanması söz konusu. Tek tesellimiz, bu dönemde, herhangi bir ek baskıyla karşılaşmadık. 2002'ye kadar her gün yeni baskılarla karşılaşıyorduk. Ama, 2002'ye kadar yediği darbelerden öyle bir kan kaybına uğramış olan bizlere daha yine darbelere gerek kalmadı zaten. Çünkü, yok olmaya doğru gidiyoruz.

 

Tüm zorluklara rağmen doğduğu topraklarda yaşamayı tercih eden bu insanlara, yok olmaktan kurtaracak tedbirleri alma hakkı tanınması gerek.

 

Nedir bu tedbirler?

Başbakan diyor ki, herkes üç çocuk yapsın. Aynı şeyi biz azınlıklar için de söylüyor. Söylemek gerek ki, bizim yaş ortalamamız çok yüksek, öyle üç çocuk yapacak durumumuz yok. Kaldı ki, bizim nüfusumuz ölümlerle azalmadı ki doğumlarla ikame edilsin. Yurt dışına yıllanan toplumumuzun üyeleri nedeniyle nüfusumuz azaldı. 1964 yılında gönderilenlerin geri çağrılması çare mi? O dönemde ortalama 40 yaşında olanlar, bugün 100 yaşlarında olmalı. Çoğu öteki tarafa çoktan gitti. Oradan dönüş de olmadığına göre...

 

'13 BİN YUNAN VATANDAŞINA OTURUM VE ÇALIŞMA HAKKI VERİLMELİ'

Sorunun çözümü; burdan gidip gitmediğine bakmaksızın, 13 bin Rum Ortodoks Yunan vatandaşına Türkiye'de oturma, çalışma ve bizin toplumun üyesi gibi her türlü faaliyette bulunma izni verilmesini istiyoruz. Ankara bu hakkı bize tanırsa, Rum toplumu yok olmaktan kurtulur. Yoksa, şimdi iade ediyoruz dedikleri gayrimenkuller -ki, onlar bizden alındı- de sahipsiz kalacak. Biz bunları geri alırken felaket durumdaydı. Düşünün, Büyükada'daki yetimhanenin onarılması için 65 milyon Euro gerekli. Rum toplumu bu parayı bulup onardığını varsayalım. Ama bir 15 yıl sonra tek bir Rum kalmadığında, o bina bir kez daha kaderine terk edilsin. Onun için tekrar ediyorum: Rumları çok severdik, mozaiğimizin bir parçasıydı diyenler, eğer söylediklerinde samimiyse, bu şartları bize sağlamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti devleti kendi sınırları dışında yaşayan soydaşları için ne istiyorsa, biz de onu istiyoruz.

 

İstanbul'da yaşayan Rumlar nasıl yaşıyor, gelecek planları var mı?

Sayımız o kadar az ki, bir toplum gibi yaşama olanağımız yok. Ancak dini ibadet günlerinde topluca bir araya gelebiliyoruz. Herkes kendi kişisel olanaklarına göre yaşamını sürdürüyor. Eğer biraz önce söylediğim gibi, hiçbir şart aranmaksızın 13 bin Yunan vatandaşına Türkiye'de çalışma ve oturum hakkı verilir, nüfusumuza yeni insanlar eklenirse, bizim bir geleceğimiz olur. Başka bir seçenek yok.