Serkan Doğan / Demokrat Haber

Pune’den Aurangabad’a yine yataklı bir otobüs yolculuğu ile geçmek tercih edilebilir, bu sefer mesafe yaklaşık 235 km. Aurangabad’a gelişteki maksat, elbette ancak dünyaca ünlü Ellora ve Ajanta mağaralarını görmek olabilir. Aurangabad Maharashtra eyaletinde hem bir bölgenin hem de bir şehrin adı. Aurangabad “Aurang Şehri” demektir ve adını Moğol imparatoru Aurangzeb’den almaktadır. Aurangabad “Kapılar Şehri” diye de bilinir ve Aurangabad eyaletinin turizm başkenti olarak ilan edilmiştir.

Aynı zamanda, Mumbai, Pune, Nagpur ve Nashik’in ardından, Aurangabad eyaletinin beşinci büyük kentidir. Sırasıyla, bağımsızlıktan sonra 1947 yılında Haydarabat, 1956 yılında Bombay ve 1960 yılında ise Maharashtra eyaletine bağlanmıştır. Turistik alanlarının ve bu bakımdan mühim bir çekim merkezinin olması yanında, üniversiteleri, BT sektöründeki konumu, imalat tesisleri, önemli bir ipek ve tekstil üretim merkezi olması ve otomotiv sektörünün gelişimi sayesinde, Aurangabad bugün bütün Asya’nın en hızlı büyüyen şehirlerinden biridir.

Yerel dilde “Elapura” olarak da bilinen Ellora mağaraları Aurangabad şehir merkezine 29 km kuzeybatısında, taksiyle takriben 1 saatte ulaşıyorsunuz. Büyüleyici anıtsal mağaraları ile bilinen Ellora tabii ki UNESCO dünya mirası listesinde bulunuyor. Bu mağaralar Hint taş kesme mimarisinin müşahhas bir timsalidir.

Ellora mağaraları 12 Budist, 17 Hindu ve 5 Jain tapınağı olmak üzere toplamda 34 mağaradan oluşuyor. Budist mağaraları milattan sonra beşinci ila yedinci yüzyıllar arasında inşa edilmiştir. Bu yapılar geniş ve çok katlı manastırlardan oluşur, bunların içinde yaşama alanları, uyuma alanları, mutfaklar ve başka maksatlı odalar bulunur. Gautama Buddha (Buda), Budizm inancının aydınlanmış kişileri ve azizlerinin oymaları yer alır, bu mağaraların heykeltıraşları taşa ahşap görünümü kazandırmaya çalışmışlardır.

Hindu mağaraları ise altıncı yüzyılın ortası ile sekizinci yüzyılın sonu arasında inşa edilmiştir. 400.000 ton kaya kullanılarak yapılan, dünyanın tek parça kaya oyması en büyük yapısı olarak kabul gören Kailasa tapınağı bunlardan biri. Bu tapınak Shiva’nın yaşadığı yer olan Kailasa Dağını hatırlatmak maksadıyla tasarlanmış bulunmaktadır. Bu muazzam yapı desteksiz duran ve çok katlı bir tapınak kompleksi gibi görünmesine rağmen, aslına bakılırsa tek bir kayadan oyulmuştur. Böylece, Atina akropolisinde tanrıça Atena’ya adanan Parthenon tapınağının bile iki katı kadar alanı kapsamaktadır. Geri kalan Hindu tapınakları ise önem sırasına göre Dashatarara, Rameshvara, Dhumar Lena, Ravan ki Khai, Nilkantha, Kumbharvada ve Gopilena olarak sayılabilir. Mumbai’deki Elephanta adasındaki mağaradan tapınaklara benzer yapılar ve tasarımlar göze çarpar.

Ellora’daki beş Jain mağarası dokuzuncu ve onuncu yüzyıllara ait eserlerdir. Diğerleri kadar büyük olmamakla beraber, daha ince bir işçiliğe sahiptir. En önemlileri Chotta Kailash, Indra Sabha ve Jagannath Sabha adlı tapınaklardır. Araştırmalara göre, mağaraların yapımı toplamda 150 yılda tamamlanmış, 10.000’e yakın işçi görev almış ve yüz binlerce ton kayanın gayet iptidai yöntemlerle oyulması ve şekillendirilmesi ile meydana gelmişler.

Mağaralardaki çeşitli yazıtlar 6 ila 15. yüzyıllar arasında son haline kavuşmuşlardır. En önemlilerinden biri, fetihlerinin anlatıldığı ve 15 numaralı Mağara tapınakta bulunan Rashtrakuta Dantidurga yazıtıdır. Kailash tapınağındaki yazıtlar 9 ila 15. yüzyıllar arasında tamamlanmıştır. Bir Jain mağarası olan Jagannatha Sabha’da 3 ayrı yazıt mevcuttur. Tepedeki bir Parshvanth tapınağında ise 11. yüzyıldan kalma bir yazıt vardır. Büyük Kailasa (16 numaralı Mağara) Dantidurga’nın halefi ve amcası konumunda bulunan I. Krishna’ya atfedilir. II. Karka tarafından eklenen bir plaka Elapur’de (Ellora) Krishnaraja tarafından bir tepe üzerine büyük ve gösterişli bir yapının, bir mabedin inşa edilmiş olduğunu anlatır.

Ajanta mağaralarının aksine, Ellora mağaraları hiç gözden kaybolmamışlar ve unutulmamışlardır. Bu mağaraların her zaman düzenli olarak ziyaret edildiklerine dair birkaç yazılı kayıt bulunmaktadır. Öncelikle 10. yüzyılda Arap coğrafya uzmanı Al-Mas’udi, 1352 senesinde bu bölgede kamp yapmış ve bu vesileyle mağaraları ziyaret etmiş olan Sultan Hasan Gangu Bahmani ve ayrıca Firishta, Thevenot (1633–67), Niccolao Manucci (1653-1708), Charles Warre Malet (1794) ve nihayet Seely (1824) adlı kişilerden kalan kayıtlar bunlardan sadece bazılarıdır.

Ellora mağaraları dönüşünde, Aurangabad’ın tanınmış ve iz bırakan Sufi derviş ve ermişlerinden sayılan Hazrat Khawja Syed Zainuddin Shirazi (701-771) türbesi ve camiini; ana tanrıça Bharatmata (Mother India) tapınağını; Aurangabad’ın 16 km kadar kuzeybatısında yer alan, 1187 senesinde kurulan ve 1327 yılından itibaren Tuğlak hanedanının başkentliğini yapan (zenginlik yurdu anlamındaki) Daulatabad şehrindeki en önemli yapı olan, eni 50 metre ve yüksekliği ise 200 metreyi bulan, fethedilemez kale olarak bilinen, alttaki birinci bölümünden üstteki ikinci bölümüne ancak esrarengiz dar bir köprü ve bol gizemli ve yarasalı bir geçit ile ulaşılabilen, 14. yüzyılda inşa edildiği sanılan ve içinde birtakım Budist tapınakları kalıntılarını bile barındıran Daulatabad Kalesini ve ayrıca içinde yer alan, 1445 yılında kaleyi fethetmesi anısına gayet güzel görünümlü Fars sırlı tuğlaları kullanılarak Alauddin Bahmani tarafından yapılan, Kutup Minar’dan (73 metre) sonra Hindistan’ın en uzun ikinci minaresi hükmünde bulunan Chand Minar’ı (64 metre) gezerek akşamı ediyoruz.

Aurangabad’dan 105 km uzaklıkta, Ajanta mağaralarının olduğu bölge, tam bir hilal şeklinde harika bir vadi. En yakın yerleşim yeri birkaç kilometre ötede, Ajintha adındaki küçük bir köy. Tapınak hattının 35 metre altında uzanan Waghora nehri, karşısında yedi katmanlı spiral şelaleleri ve etrafında harika işlemeleri, duvarları ve tavanlarındaki benzersiz freskleri ile ancak Ellora ve Sri Lanka’daki Sigiriya ile karşılaştırılabilecek olan birbirinden görkemli ve büyüleyici mağara tapınaklar ve daha yukarıda birbiri ardına serin seyir terasları göz kamaştırıyor.

Alan eskiden bu tapınaklar yapılmadan önce ormanlarla örtülü bir yermiş ve terk edildikten sonra John Smith ismindeki bir İngiliz avcı tarafından 28 Nisan 1819 tarihinde yanlışlıkla keşfedilinceye kadar yine sık ağaçlarla kaplanmış. 30 mağara tapınağa ev sahipliği yapan Ajanta, dini görevlerinin yerine getirilmesinin yanı sıra, aynı zamanda buradaki rahipler için bir yaşam ve eğitim mekânı olarak kullanılmış. Özellikle tavanlara işlenen fresklerde anlatılan öyküler gerçekten büyüleyici, genellikle Buda’nın önceki yaşamlarına dair hikâyeler olan Jatakalar anlatılmış ve duvarlara özenle ve sevgiyle boyanan ve yazılan yaklaşık 547 şiir bulunuyor.

Mağaraların en eskileri önceki Mauryan İmparatorluğunun yıkılmasından sonraya denk gelen istilaların ardından bölgeye barış getiren Satavahana İmparatorlu dönemine, M.Ö. 300’lü yıllara kadar gidiyor ve M.S. 600 yıllarına kadar fiili olarak hizmet vermiş. Ajanta mağaraları, hiç kuşkusuz, mağara mimarisi ve resmetme kusursuzluğu anlamında Budist din sanatının zirve örneklerini barındırıyor. İstatistiklere bakılırsa, Ajanta mağaralarını yılda 390.000 kadar turist ziyaret ediyor fakat bunun sadece 30.000’i yabancı turist.

Hıristiyanlık öncesi dönemde, Buda ancak stupa formunda sembolik olarak temsil edilirmiş. Stupaların Buda’nın göğe yükselmesi için bir tür araç olarak düşünüldüğüne inananlar da var. Buda’nın tam olarak ne zaman insan şeklinde temsil edilerek görselleştirilmeye başlandığı tam olarak bilinmemekle birlikte, 4. ve 5. yüzyıllara rastladığı ve dolayısıyla Ajanta mağara tapınaklarındakilerin muhtemelen ilk örneklerden olduğu düşünülüyor. Mağaralar yapıldıktan sonraki zamanlarda da genişletilmiş ve süslenmeye devam edilmiş. Erkek ve dişi resimleri neredeyse eşit oranda bulunmakla birlikte, yarısı insan yarısı hayvan betimlemeler pek çok uygarlıkta olduğu gibi burada da var.

Ellora mağaraları da çok etkileyiciydi, fakat Ajanta mağaraları hem doğanın hem insanın meydana getirdiği harikalarla gerçekten mükemmel bir görsel şölen sunuyor. Buraya en az bir tam gün ayırmalısınız. 900 yıl kadar Budizm’e hizmet verdikten sonra 7. yüzyılda terk edilen, bin yılı aşkın bir süre doğa ve sık ormanlar tarafından korumaya alınan ve 12 asır sonra yeniden keşfedilen bu esrarlı vadi, yeni keşifçilerini ve gezginleri bekliyor...