Silva Özyerli, Diyarbakır’daki evlerinin avlusunda annesinin yaptığı vişne likörünü İstanbul’a taşıdı.

Bu topraklarda bir Ermeni olarak yaşadığı zorlukları anlatırken likör tutkusunun asıl nedenini de açıklıyor: Acılarımızı, likörle tatlandırıyorum

Gazete Duvar'dan Berivan Tapan'a konuşan Silva Özyerli yaşamını ve likörleri anlattı.

Berivan Tapan'ın Silva Özyerli ile söyleşinini bir bölümü şöyle:

Likör yapmaya ne zaman başladınız?

Annemi kaybettikten sonra likör yapmaya başladım. Babamı kaybettikten sonra annem 6 kızıyla orada yaşayamazdı. Kızlarını kaçırırlar diye korkuyordu. Zaten Kıbrıs Harekatı dönemiydi. O dönem milliyetçilik, Türkiye’nin her yerine sirayet etmişti. Diyarbakır’daki Ermeniler hemen terk etti oraları, kalanlar da korkuyla yaşadı hep. İstanbul’da kaybolmak kolaydı. Orada ise azınlığın içinde sivriliyorduk. Avlusu olan bir evden, Şişli’deki bir bodrum katına yerleşmiştik. Yeni ev kilerimiz kadardı. Annem ne kültürünü sığdırabildi bu eve ne de mutfağını. Annem ölünce her gün biraz daha kültürümüz, renklerimiz azaldı. Likör kurmaya da kaybettiğim o tatları arama yolculuğu olarak başladım ilk. Acılarımı tatlandırıyor likör. Üretmenin verdiği haz o kadar değerli geldi ki tutkum haline geldi. Bazen kermeslerde, etkinliklerde insanlara sunuyorum. Tattıktan sonra verdikleri tepkileri izlemekten çok keyif alıyorum.

‘CAMİ YIKILSA TÜRKİYE AYAĞA KALKAR, AMA KİLİSE YIKILINCA KİMSE UMURSAMIYOR’

 Bu arada yüksük küçüklüğünde bardaklara lavanta likörü dolduruyor. Diyarbakır’ı soruyorum. Oralara geri dönmek isteyip istemediğini… “Küskünüm” diyor…

Doğduktan 24 yıl sonra gittim ilk kez. Evimin, kilisenin her şeyin yıkıldığını, artık evlerimizin olmadığını gördüm. O yüzden Diyarbakır’a küsüm. Her şey yerle bir olmuştu. Çok dokundu bana. Daha sonraki yıllarda doğduğum kilise benim de sözlü yardımlarımla onarıldı. Her Pazar ibadet ettiğimiz kilise de onarıldı. O gün barışmıştım Diyarbakır’la aslında. Bendeki yaralar da onarıldı kilise yapılınca… Ama şimdi devletin yasaklı bölgesinde olmasına rağmen ikisi de yine yıkıldı. Devlet bu kiliselerin açılışına katıldı, bundan gurur duydu, Avrupa’ya Türkiye’nin yüzü olarak gösterildi ama artık ne Gavur Mahallesi ne de kiliseler ortada yok. Cami yıkılsa Türkiye ayağa kalkar ama kilise yıkılınca kimsenin umurunda olmuyor. Ancak bizim canımız acar. O kadar. Bir insanın ömrü kaç kere yaralanır kaç kere yaraları onarılır. Biz Ermeniler zaten istenmiyoruz, bununla birlikte kültürel varlıklarımız da istenmiyor. Şimdi likör ve Diyarbakır hikâyeleriyle ilgili bir kitap hazırlıyorum. Bu toprakların bana verdiği bilgiyi birikimi yine bu topraklara bırakmam gerekiyor. Kitaba aktarmaya çalıştığım sokaklar yok o yüzden gitmek istemiyorum. Gidip onunla yüzleşirsem hafızam da yerle yeksan olur diye korkuyorum.

Bu küskünlük yalnızca kiliselerin yıkılmasında mı var? Diyarbakır’dan İstanbul’a geldiğinizde nasıl karşılandınız?

Diyarbakır’dan ablamla 6 yaşındayken yatılı okula geldik İstanbul’a. Hrant ve Rakel Dink ile aynı yatılı kampta kaldık. Bize ablalık, abilik ettiler. Yalnızca şunu unutamıyorum. Okula geldiğimiz ilk gün Diyarbakırlı olduğumuzu öğrenen bazı çocuklar “siz Kürtsünüz” diyerek bizi dışladılar.

Diyarbakır’da gavurduk, İstanbul’da da Kürt olduk. Diyarbakır’da çocuklar yolumuzu kesip kelime-i şahadet getirin diyorlardı. Biz de getiremeyince dayak yiyorduk. Haço diyorlardı bize. İstanbul’da da Diyarbakır’dan geldiğimiz için Ermeni toplumu içinde Kürt olduk. Oysa kültürüne sahip çıkan Ermeniler kim diye bakarsanız Anadolu Ermenileridir daha çok. Çünkü İstanbul’daki Ermenilerin yaşamları bize nazaran daha rahattı. O yüzden kültürüne ve kimliğine sarılma hali bizde daha çoktu. İnsan tanımadığından, bilmediğinden nefret eder. Nefret doğuştan gelmiyor ki. Göz teması bile birbirini anlamaya yeterli. Ama öğretilen bir şey nefret. Halbuki sevgi öğretilse bambaşka bir ülke olurdu burası. Ayakta durmak için hep başkalarının nefretine ihtiyaç duyuluyor.

Mimoza ve mor salkım leylak likörünü doldururken, konu acılardan yine uzaklaşıyor, çevresindeki insanların da likör yapmayı öğrenmek istediğini anlatmaya başlıyor Silva.

“Hrant Dink Vakfı’nda ‘Somut Olmayan Kültürel Miras’ adlı etkinlik kapsamında, likörün tarihini, kültürünü anlattım. Workshop da yaptık. İnsanlar çok hevesli. Zaman zaman öğrenmek isteyen insanlara bunu öğretebileceğim çalışmalar yapacağım.”

“Kavunu Diyarbakır’dan, turunç limonunu Vakıflı köyünden, kızılcıklar da Kastamonu’nun dağlarından geliyor. Vişneler de Tekirdağ’daki ablamdan. Hepsinin bir hikayesi var. “

Peki her şeyin likörü olur mu?

Rahiyası olan her şeyin likörü olur diye düşündüğüm için nardan hep uzak durdum. İyi bir likör çıkacağını düşünmüyordum. Ama o kadar çok arkadaşım ısrar etti ki. Narın bizim için önemi de büyüktür. Bereketi temsil eder. ‘Çevresi gibi bir bütün ve koruyan olsun, taneleri gibi zengin olsun. Nar taneleri gibi dağıldık’ deriz. Şimdi nar likörünü nar şeklindeki şişelere koyuyorum. Geçen yıl kurdum nar likörünü. O kadar güzel oldu ki. Kimi likör de baharat ister. Vişne likörü gibi… İçine tarçın, zencefil, karanfil, mahlep, havlıcan, kakule gibi baharatlar koyuyorum içine.

Adana’dan gelen portakal çiçeklerinden de likör yaptım. Berken Döner adlı arkadaşımın anneannesi Nezihe Hanım’ın yaşamını yitirdiği o günlerde bana ulaştı bu çiçekler. Şimdi Nezihe Hanım’ın şerefine kalkıyor kadehler. Bahçeye bakan, ağacı sulayan, toprağı işleyen, güneşin, toprağın her şeyin katkısı var bu likörde. Nezihe Hanım başka bir şeye hayat verdi yaşamını yitirdiğinde.

Kavunu Diyarbakır’dan, turunç limonunu Vakıflı köyünden, kızılcıklar da Kastamonu’nun dağlarından geliyor. Vişneler de Tekirdağ’daki ablamdan. Hepsinin bir hikayesi var. Damla sakızlı badem likörünün içinde dört ayrı ilden gelen bademleri kullanıyorum. Bunun içine dedemin Lice köyünün bademini de katıyorum.

RÖPORTAJ'IN TAMAMINI BURADAN OKUYABİLİRSİNİZ