Yedi yaşındaydı. O yaşları hatırlaması zordur, eğer olağanüstü bir şey yaşamamışsanız. Onun bu yaşı 12 Mart 1971’e denk geliyordu, anıları bundan. Sokağa çıkamadığını; kulakları radyoda, gözleri duvarda gezinen büyükleri hiç unutmadı. Arama yapmaya gelen askerlerin bot sesleri de kulaklarına takılı kaldı. Sonraları çok tekrarlandı bu. Şiddeti daha da artarak. En şiddetlisini 12 Eylül’den sonra yaşadı. O yıllardan Faruk’a kalan koca bir boşluk. Bugün de dolmayan, doldurulamayacak koca bir boşluk… Bir abinin sığacağı kadar büyük bir boşluk… Abisi “kaybedilme”se, “Çocukluğum çok keyifliydi” diye anlatacaktı Faruk: “Hasköy’de büyüdüm. Sıcak, samimi bir işçi mahallesiydi. Babam Kemalettin mezbahada, annem Elmas Cibali Tekel’de işçiydi”.

Ancak şimdi bunları burukça hatırlıyor Faruk, her geriye dönüş zihninde abisini canlandırmak demek çünkü, sonra yeniden kaybediş de..

2 Mayıs 1954 doğumlu Hayrettin. Hak, adalet üzerine kafa yormaya başladığından beri solcu, lisede sosyalist, 12 Mart’tan sonra Dev-Gençli. Karizmatik, ikna edici kişiliğiyle Dev-Genç’in önemli isimlerinden oluyor. Orta yaşını aşmış, AP’li karı-koca da oğuluyla dünyaya başka yerden bakmayı öğreniyor. Nasıl bakmasınlar; 70’lerde faşistler tarafından üç kere evleri taranıyor. Hem de onlar içindeyken. Faruk’un en büyük eğlencesi abisi ve arkadaşlarını dinlemek. Gitar çalıp, şarkı söyledikleri anlarda ne yapıp edip ilişiyor yanlarına. O da abisi gibi, daha adil, iyi bir dünya istiyor. Dünyayı değiştireceklerine dair inancı sonsuz. Sadece onun mu? Türkiye tarihinde solun en kitleselleştiği yıllar yaşanıyor…

Ölümle erken tanışıyor Faruk, o dönemin tüm çocukları gibi. Tarih 1 Mayıs 77. 13’ünde Faruk. Evden çıkarmıyor babası. Öğleden sonra eylem bitmiştir diye yasak kalkınca bir arkadaşıyla yürüyerek Hasköy’den Taksim’e çıkıyor Faruk. Kazancı Yokuşu’ndan alanı seyrediyor. Eve döndüğünde televizyondan görüyor Taksim’de 34 kişinin öldürüldüğünü. Abisi Hayrettin’in aralarında olup olmadığını öğrenmek için beklediği birkaç saat, ömründen birkaç yıl götürüyor. Abisinin iyi, ancak ticaret dersi öğretmeni Mustafa Elmas’ın öldürülenler arasında olduğunu öğrendiğinde biraz daha yaşlanıyor. Her ölüm canını yakıyor, ama biri var ki, unutamıyor. Yıl, 1979. Her gün silahlar patlıyor mahallede, faşistlerin saldırıları artık daha sistemli. Gençler belinde tabanca, solcu kahvehanelerinde nöbet tutuyor. 16’sındaki Kubilay Yeşilkaya ve 17’sindeki Enver Er, işte bu nöbetlerden birinde öldürülüyor; kahvedeki 15-20 kişinin hayatını kurtarmak için. İkisi de Faruk’un yakın arkadaşı… “Her akşam okuldan dönen ablamı durakta beklerdim” diyerek anlatıyor gözlerine düşen karartıya rağmen konuşmaya çalışarak, “Ablam da solcu, faşistler saldırır diye endişe ettiğimizden onunla eve kadar yürürdüm. Bu bekleyişlerde birkaç kez, Kasımpaşa MHP’den mahalleye gelen taksiler gördüm, bir faşistin evine giriyorlardı. Her görüşte, koşup abilere haber verdim. Ancak hiç saldırı olmuyordu. O akşam da aynı rotayı izlediler. Ablamı eve bırakıp, haberdar etmeye gidecektim, ancak annem kaygılandığı için ağlamaya başladı, gidemedim. Yine her zamanki gibi olur, diye düşündüm. Ancak o gece faşistler, silahlarla kahvehaneyi taramış. Katilleri hâlâ bulunamadı.”

Çocukluğunun son kırıntısını da bu cinayetlerle yitiriyor Faruk; 15’inde koca bir adam! Abisi Hayrettin, sıkıyönetim ilanından itibaren aranıyor. Bir polis geliyor baskına, bir asker. Evin, bir gecede iki kez basıldığı oluyor. 80’in Mayıs’ında yine geliyor polis. Saat sabahın beşi. Elmas açıyor kapıyı, “Hayri evde yok” diyor, daha bir şey denelmeden. “Bu sefer” diyor polis sırıtarak, “Hayri için gelmedik”.

Faruk’u 2. Şube’ye götürüyorlar, Sirkeci’ye. Üç gün orada, 17 gün Gayrettepe’de işkenceden geçiyor. Suçu, silahla yakalanan birilerinin onun adını vermesi. Mahkeme tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıyor. Çok geçmeden, aranma emri çıkarılıyor hakkında. Mayıstan eylüle kadar kaçak yaşıyor. Bir evden diğerine… Arada abisiyle karşılaşıyor; Hayrettin de aranıyor. Ablası da birkaç kere gözaltına alınıyor. Tekel’de memur İkbal. 12 Eylül öncesinin önemli memur örgütlenmesi Tüm Memurlar Birleşme ve Dayanışma Derneği’nde çalışıyor.

Baskınlardan kaçmanın yolunu apar topar taşınmakta buluyor Eren ailesi. Avcılar’dalar. Haftanın birkaç günü, akrabalarının bile bilmediği yeni evde, korkusuz bir araya geliyor bütün aile. 12 Eylül, uykuda yakalıyor Faruk ve İkbal’i. Hayrettin evde değil. Anneleri uyandırıyor; “İhtilal oldu” diyor. Evdeki tek kitabı saklayıp, radyonun başına geçiyorlar:

“Sıkıyönetim komutanlıkları, ülkede devlet otoritesinin tesisi, asayiş, emniyet, huzur, can ve mal güvenliğinin sağlanması için, lüzum görecekleri her türlü tertip ve tedbiri almaya yetkili kılınmışlardır.”

Hayrettin 12 Eylül’den sonra da birkaç kere geliyor eve. Bir bayram günü abisiyle Beyoğlu’na gidişlerini hatırlıyor Faruk. Ara sokaklardan tabii. Peter Sellers’ın Pembe Panter filminde gülmekten karınları ağrıyor, biralarını içip dönüyorlar. Bu abisiyle son çıkışı. 21 Kasım 1980’de arkadaşı Ahmet Öztürk’le buluşmaya giderken Saraçhane’de gözaltına alınıyor Hayrettin. Babasına ait Murat 124 otomobil de onunla. Gözaltına alındığını öğrendiklerinde babası kalp spazmı geçiriyor. Elmas, Karagümrük Karakolu’nda gözaltı defterinde oğlunun adını görüyor. Gayrettepe’ye, Siyasi Şube’ye, gönderildiğini öğrenince soluğu orada alıyor. Ancak tek söylenen: “Gözaltında böyle biri yok”. Karakola dönüyor, ama nafile defterde sadece yırtık bir sayfa buluyor! Tekrar siyasi şubeye gittiğinde arabalarını görüyor bahçede, “Yalan söylüyorsunuz, arabamız bahçede, oğlum da burada” diye bağırmasıyla, yaka paça dışarı atılması bir oluyor. Hayrettin şubenin alt katında… Hücrede… Çıplak… Kendisine işkence yapan polislere küfürle karşılık veriyor. Marşlar söylüyor. Bunları daha sonra Hayrettin’le aynı operasyonda yakalanan Ahmet Öztürk, Ahmet Ok, Şaban Arslan, Turgut Karataş ve Fevzi Rakıcı’dan dinliyor Faruk. Öztürk, her mahkemede Hayrettin’in akıbetini öğrenmek için dilekçe veriyor, ancak hepsi yanıtsız kalıyor. Bu süreçte annesinin yanında olamıyor Faruk, aranıyor. 16′sında daha.

Yıl, 1982. Arkadaşlarıyla hâlâ bir şeyler yapmaya devam ediyor Faruk. Kapı altlarından bildiri atıyor. Dallas’ın insanları televizyona kitlediği saatte yazılama yapıyorlar. Korkmuyor, tuhaf bir cesaret içinde. Çok da kızgın. Dile kolay, faşistlerin, polislerin silahla, işkencede öldürdüğü, idam edilen, tanıdığı, dostu 30 kişinin yükünü taşıyor çocuk boynunda. Bir gün oturup Ölüm Listesi yapıyor, hepsinin tek tek adını yazarak.

1982 Kasımı’nda yakalanıp abisinin “kaybolduğu” şubeye götürülüyor; Gayrettepe’ye. İşkencenin haddi hesabı yok. TKP’li Mustafa Hayrullahoğlu o sırada işkencede öldürülüyor. Kulaksız Kimsesizler Mezarlığı’na gömülüyor. Uzun uğraşlardan sonra bulabiliyor ailesi ölü bedenini…

Faruk 45 gün kalıyor Gayrettepe’de. O 45 gün kim bilir neler geçiyor aklından? Belki abisi geliyor gözlerinin önüne, belki ondan bir iz, duvara yazılmış bir isim arıyor. Arada polisler, abin de aranıyor, diyor küstahça, dalga geçer gibi…

Dev-Sol ana davasından tutuklanıp, önce Selimiye Askeri Cezaevi’ne, sonra Metris’e götürülüyor. Yer olmadığı için veremliler koğuşuna koyuluyor. Metris’te kaldığı üç yılın yarısını bu koğuşta geçiriyor. Yıllar sonra doktora gittiğinde verem geçirdiğini, ciğerinde iz kaldığını, geçmeyeceğini öğrenecek işte bu koğuş yüzünden… Cezaevindekilerin bir kısmı onun, çoğu abisinin arkadaşı. Orada yaşadıkları başka bir haberin konusu, “Bilinen Metris” diyor kısaca, “açlık grevleri, direnişler filan”… Açlık grevlerinden birinde tüm dişlerini kaybediyor. Tek tip elbise dayatması nedeniyle, doktora bile çıkamadıkları günlerde kendi kendine zona hastalığını atlatıyor. Bütün bunlar bir yana, cezaevinde en çok Boğaz’ı özlüyor. Bir de kızlarla flört etmeyi. 21 yaşında bir delikanlı o, ne yapsın?

Her gün cezaevi önünde eylem yapıyor anneler. Dayağa, hırpalanmaya rağmen. Elmas da içlerinde. Taksim’de, 12 Eylül’den sonra ilk pankart açanlar da onlar, tutuklu yakınları. İnsan Hakları Derneği, TAYAD hep o mücadelelerin ürünü. 85’te tutuksuz yargılanmak üzere salıveriliyor Faruk. 18 yaşında başlayan davadan, 45’ine gelince beraat edebiliyor.

Şimdi Vatan gazetesinde çalışıyor Faruk. Yaşadıklarını, daha çok da 12 Eylül öncesini anlatan bir kitap yazıyor. Yaşanılanlar bilinsin istiyor, bilinsin ki bir daha yaşanmasına izin verilmesin. Zamanı gelince sekiz yaşındaki kızına da bu yüzden detaylarıyla anlatacak her şeyi. Şimdilik sadece fotoğraflardan tanıyor kızı amcasını. Bir de Elmas ve Kemalettin’in anlattıklarından. Elmas 82’sinde şimdi, Kemalettin’se 85’inde. 31 yıldır “Çiçekle donatacakları bir mezar” bekliyorlar. 12 Eylül, onların çalınmış oğulları, Faruk’un kardeşlik hakkı. Mezarsız bir ölüm yası… Öyleyse 12 Eylül geçti nasıl denir?

cumhuriyet dergi