Geçmişe dönüp başından geçen hikâyeleri anlatan anlatıcıları severim. Araya uzun bir zaman girdiğinden yaşananların o anki heyecanına kapılmadan, olayları daha net bir şekilde görerek bilgece anlatırlar. Unuttukları vardır elbet, fazladan kattıkları da. Ancak artık bir beklenti içine girmeyeceklerinden (gerçi anlatıcı itiraflarda bulunarak ya da taraf tutarak kendini bir tür temize çıkarabilir, tabii bu da bir katkı olurdu hiç kuşkusuz, ancak bahsi geçen öyküde böyle bir durum söz konusu değil) dokundukları duyuların daha temiz ve saf olma ihtimali daha yüksektir, en azından bu öyküde ve daha birçok öyküde gördüğüm bu. Gelelim Gorki'nin Bir Kere Sonbaharda adlı öyküsüne.

"Ve Nataşa kadınlara özgü o yumuşak ve tatlı sesle, durmaksızın bir şeyler söylüyordu. Onun duru, okşayıcı sözleri içimi ısıtmaya, yüreğimi yumuşatmaya başlamıştı. O zaman gözlerimden yuvarlanmaya başlayan iri iri gözyaşları, yüreğimde çoktandır biriken kinleri, kederleri, aptallıkları ve çamuru silip götürdü. 'Peki, iki gözüm, yeter artık, ağlama. Yeter! Tanrı büyüktür, her şey düzelir. Yine işine girersin, olur biter.' Ve öpüyordu beni. Sayısız, sımsıcak öpücüklere boğuyordu. Bunlar bana hayatım boyunca sunulan ilk kadın öpücükleriydi ve en güzel öpücüklerdi. Daha sonrakiler pek tuzluya oturdular çünkü. Hem de aşağı yukarı hiçbir şey kazandırmadan."

"Pek tuzluya oturdu" ve hem de "Hiçbir şey kazandırmadı" dediklerimizin ömrümüzden çaldıklarının hesabını yaparsak muhtemelen hepimizin uzun bir listesi olurdu. Bunun için "Ah, coğrafya!" dememize bile gerek kalmazdı, yine de Coğrafya'nın listeyi çoğalttığı gerçeğini burada da kabul etmek zorundayız. Benzer şekilde çocukken ya da henüz yeni yetme biriyken başımızdan geçenler ömür boyu bize eşlik eder. Gorki'nin erkek karakteri henüz on yedisindeyken, yine aynı yaşlarda olan Nataşa'yla bir sonbahar akşamı yolları kesişir. Gerçekçi yazımın ustalarından olan Gorki'nin birçok öyküsünde olduğu gibi bu iki karakterin de şimdilik birinci sorunları bedenlerini yorgun ve işlevsiz bırakmaya çalışan açlıklarını gidermek. Hayattaki beklentileri yüksek değildir; öyle "Toplumsal özgürlük" ya da "Hukuk devleti olalım" dertleri olmadığı gibi, saraylarda yaşamak, lüks villalarda vakit öldürmek gibi hayalleri de yoktur. Tek dertleri ölmeden sabahı bulmak, sonrası ise yine ölmeden günü tamamlamak.

Sonrası: "Ne aşağılık bir hayat!" Erkek karakterin Nataşa'nın ağzından duyduğu ilk cümle işte budur. Ve bu cümle Nataşa'nın bütün hayatını özetler gibidir. Anlatıcının aktardığına göre: Nataşa sevdiği adam tarafından sömürüldüğü (hem de kazandığı o para hiç de kolay yoldan değildir) gibi aldatılır da. Ama bu konuyu burada anlatacak değilim.

Erkek karakter: "Gün ağarana kadar birbirimizin kollarında yattık.. Şafakla birlikte sandalın altından çıkıp kentin yolunu tuttuk... Orada dostça vedalaşıp ayrıldık. O sonbahar gecesinde bana yoldaşlık eden tatlı Nataşa'yı sonradan altı ay boyunca aramadığım batakhane kalmadı; ama görüşemedik bir daha... Öldüyse rahat uyusun! Bu onun için çok daha iyi. Yaşıyorsa, esenlik içinde olsun ve dilerim yaşadığı hayatın bilinci uyanmasın ruhunda... Çünkü gereksiz, yararsız bir acı olurdu bu..."

Gorki'nin bu kısa öyküsü, Nataşa'nın dramı (çok azını öğrenebiliyoruz aslında) kısa süre için bile olsa okuru bir tür donma hâline sokar (beni soktu ve bu yazının bir amacı da bu kısa öyküyü okura bir kez daha göstermekti) ve muhtemelen bunun en belirgin nedenlerinden biri de Gorki'nin sözcükleridir: "Dilerim yaşadığı hayatın bilinci uyanmasın ruhunda... Çünkü gereksiz, yararsız bir acı olurdu bu..." Ve en az bedenin açlığının giderilmesine duyduğu ihtiyaç kadar ruhun da sevgiye aç olduğunu bir kez daha hatırlatır. Öyküyü okuyacak olanlar ne demek istediğimi anlayacaktır.

Maksim Gorki, Yaşanmış Hikâyeler, Çev: Ataol Behramoğlu, +1 kitap