07.04.2008

Yollardayım yine ZU!

Bu yollar bazen hiçbir yere çıkmayan kör yollar. Ama yalnızca yolda olmak için çıkılan bir yol değil bu.

Bir şey arıyorum. Ne olduğunu bilmediğim bir şey.

Yollara usul usul vuran ince ilkbahar yağmurunu izliyorum. Birkaç saat sonra sevgili arkadaşımın uzun ince boynuna sarılacağım. Biliyorum ki mutlulukla karşılayacak beni.

Beklenmek ne müthiş duygu!

Ve tabi beklemek!

Beklerken, beklediğine daha çabuk kavuşmak için çırpınmak. Çıldırmak!

Senin, gelecek güzel günlerin daha çabuk gelmesi için ömrün boyunca ve halen çırpındığın gibi.

Ama sen çıldırmıyorsun!

Serinkanlı bir bilgelikle arşınlıyorsun zamanı. Zamanın doğurduğu yeni sancıları.

Böylelikle mesafeler kısalıyor, öyle mi ZU? Uzaklıkları nasıl yakınlaştırıyor, dünü, yarını bugünde nasıl yaşıyorsun ZU? Peki, ben bu sevgili arkadaşıma giden yolu nasıl kısaltabilirim? Belki bir daha hiç görüşülemeyecek dostlara, arkadaşlara, onların o uzaklıklarına nasıl ulaşabilirim?

“Yaşayarak” mı dedin ZU? Duydum bunu! Senin sesinden duydum!

“Yaşayarak!”

Sarstın! Günü gelmiş mesafelere, hasretlere, uzaklıklara boyun bükmüş beni sarstın!

İyi yaptın!

Yaşayarak! Elbette!

Kendi yaşamında belki bir daha hiç görülemeyecek yüzleri, yürekleri yaşayarak. Uzak yerleri, uzak umutları bilerek, anlayarak, düşleyerek…

Her şey bize düş mü ZU? İnsanın ufku bilinmezliklerle sınırlandırılırken düş kurmak gerçeğe dokunmak değil mi? Elbette!

Gerçeğe dokunmak riskli! Riski seviyoruz biz değil mi?

Gerçeği seviyoruz çünkü!

***

İşte ZU, Musa Dağı’nın eteklerinde kenti ikiye ayırarak yeşil yeşil akan Asi Nehri! İlk kez görüyorum ben de, Asi’yi ve ona can veren bu toprakları.

Franz Werfel’in Musa Dağ’ında Kırk Gün adlı romanını okumuştun değil mi? Evet. Ben de yıllar önce bir öğrenci yurdunun nemli, kederli bir odasında sancılar içinde, içim acıyarak okumuştum romanı. Ermeni halkımızın yaşadığı korkunç katliamı edebiyatın, romanın imkânlarıyla nasıl da çarpıcı anlatmış yazar.

İşte burası karınları deşilen insanlarımızın o sevgili coğrafyası! İlkbaharın pırıltılı sevincini yaşıyor. Sanırsın hiç yaşanmamış o acılar. Öyle genç, öyle deli dolu. Işıklı. Yalnız Asi’nin akışında bir terslik var gibi ZU? Gizli bir metanet var bu akışta. Ne dersin?

Her nehrin bir akışı vardır değil mi ZU?

Her akışın bir sesi.

Her seste gizler ve izler.

Dicle derinden bir akıştır örneğin. Uçurumlardan, surlardan, duvarlardan atılmış, parçalanmış genç Kürt kadınlarının hayalleri, bakışları, gülüşleri, çığlıkları gibi bir derinlik…

Fırat bir haykırış gibidir hani. Deli doludur. Bilirsin bunu sen de ZU! Coşkundur. Yaralı bir intikam gibi başını taşlara çarpa çarpa akıp gider Fırat.

Peki bir yer altı nehri nasıl akar ZU? Nasıl yaşar?

Her nehrin bir akışı vardır ZU. Her akışta unutulmaya, unutturulmaya yüz tutmuş acılar, yaşanmışlıklar, inkâr edilen geçmişler…

İçim acıyarak dokunuyorum bunlara ZU.

İşte bir uzaklık daha tükettik beraber. İşte kaldırımda aynı ciddi sevecenlikle bekleyen arkadaşımız. İşte sarılmayı hayal ettiğimiz, hasretini taşıdığımız uzun ince boyun!