Ümit Kıvanç, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Afrin'e yönelik düzenlenen 'Zeytin Dalı Harekatı'na karşı "Savaşı durdurun" bildirisi hazırlayan aydınlara yönelik sözlerine tepki gösterdi.

Kıvanç, "Sürücüye “o yol çıkmaz” diyoruz, o da dönüp “hainler!” diye bize bağırıyor. Yola atıp üzerimizden de geçebilir, bu kudreti var. Fakat yol yine çıkmaz kalacaktır" dedi. 

Ümit Kıvanç'ın "Hain" başlığı ile Gazete Duvar'da yer alan yazısının bir bölümü şöyle: 

Taarruz borusuyla kendilerinden geçerek çıkmaz yola doğru koşanları uyandırıp, kendi rüyalarında değil başkalarının kâbuslarında rol aldıklarını anlatmak hâlâ mümkün müdür? Bilemiyorum. Ama denemek zorundayız. Denemezsek riyakâr oluruz.

Türkiye’de hiçbir siyasî akımın, hareketin, partinin, hiçbir ideolojinin mensupları arasında yanlış düşünen yoktur. Farklı yol öneren yoktur. Farklı öncelikleri olan, farklı çözümleri daha etkili veya yararlı bulan yoktur.

Hainler vardır.

Kabulleri tartışmaya açan, haindir. Topluca benimsenmişi sorgulayan haindir. Giderek, liderliğin çizdiği yolun tekliğini, o çizginin yönünü, giderek liderliğin yanılmazlığını, giderek liderin herhangi bir kararını tartışan haindir.

Solda bu mekanizmanın daha çeşitli ve azıcık daha incelikli versiyonları işler, sağdaysa daha yekpâre, daha kaba modelleri. Siyasî sağcılık zaten, esas olarak, varsayılan “güçlü”nün iktidarının sorgulanamazlığı üzerine kuruludur. Bunun pratiğe dönüşmüş ideal hali, sorgulanamaz iktidarlardır.

Türkiye’de çoğunluğun dindar oluşundan hareketle, tek tanrıya, Allah’a tapınıldığı varsayılır. Oysa gündelik toplumsal hayatta yegâne otorite ve kılavuz, devlettir. Allah, inanan-inanmayan herkesin manevî âleminde “vicdan” adıyla hüküm süren karmaşık tekil kuvvetleri bünyesinde birleştirebilen bir muazzam mefhumdur. Devletse vicdansızdır. Tanımı gereği öyledir, varlık şartı itibarıyla böyledir.

Üstelik dünyevî iktidarın aracıdır ve varlığını sürdürebilmek için vicdanı buyruğu altına almak ya da tesirsiz kılmak zorundadır. Ve tabiî devlet, onu sahiplenen ve başkalarından esirgeyen birilerinin varlığıyla vücut bulabilir. Bütün kudretine rağmen kendi sûreti, cismi yoktur. “Devletin sahipleri”, işte bu soyutluğa kendilerini vücut edenlerdir. Kendilerini hükmetmeyle, kudretle özdeş kılanlardır. Bu kudret, ancak başkasını bundan mahrum ederek ve ettikçe hissedilir, sahiplenilir, kullanılır.

DENEMEZSEK RİYAKÂR OLURUZ

Bu yüzden, onların birilerini hain ilan etmesi başkalarınınkine benzemez.

Bu yüzden, Türkiye’nin sorunlarının çözümünde çatışma değil görüşme-konuşma yolu tercih edilsin diye gayet nazik bir mektubu imzalayan 170 kişiye cumhurbaşkanının hain demesi de başkalarınınkine benzemez. 

Yalnız Tayyip Erdoğan’ın sözüyle hayatımızı karartmaya hazır yetkili-yetkisiz kimselerin durumdan vazife çıkartabilme ihtimali nedeniyle değil. Hepimizi temsil etmesi gereken ve hepimizden sorumlu olan makam tarafından hain ilan edildiğinizde, “hepimiz”in yeraldığı bütünlükten dışlanmış da olursunuz. Bu da, bugün yaratabileceği muhtemel felaketlerin yanısıra gelecekte herhangi bir şekilde o makamı ele geçirecek herkesin de başkalarını aynı şekilde dışlayabilmesine zemin hazırlar ki, sonuçta ortada devlet denebilecek meşru bir çatı kalmaz.

Bugün iktidarın nimetlerinden yararlanan ve gıcık kaptıkları herkese canlarının çektiğince zulmedebilmenin, ettirebilmenin keyfini sürenler, cumhurbaşkanının birilerine hain demesinin anlamını idrak edemeyenler, işler sarpa sarmaya başladıkça, çatının kafamıza çökmesinin ne anlama geleceğini hissedip hayatları boyunca tatmadıkları korkulara kapılacaklar. Zira artık iki şey olmadan yaşayamazlar; biri mutlak iktidar. Oysa taptıkları devleti bizzat yıkmakta olduklarını şimdi anlamıyor, sadece rakip veya hasım gördükleri birilerine hakaret ve eziyet ediliyor diye zevk ve sevinçle kendilerinden geçiyorlar. Varolmazsa yaşayamayacakları öbür şey de hasımlar. Birilerini düşman görmeden kendilerini var edemeyenlerin günü bugün. Kendi şahsiyetlerini ancak düşmanları üzerinden tarif edebilenlerin.

Taarruz borusuyla kendilerinden geçerek çıkmaz yola doğru koşanları uyandırıp, kendi rüyalarında değil başkalarının kâbuslarında rol aldıklarını anlatmak hâlâ mümkün müdür? Bilemiyorum. Ama denemek zorundayız. Denemezsek riyakâr oluruz.

VAROLUŞ MESELESİ

Şu çıplak gerçek nasıl anlaşılmıyor, akıl erdirmek mümkün değil:

Savaş yapmayalım, barış ve görüşme yolunda ilerleyelim, diyen insanlar bunu dedikleri için hiçbir çıkar elde etmiyorlar. Aksine, başımıza türlü işin gelmesini göze alıyoruz. Peki bunu neden yapıyoruz? Çünkü bu bir sorumluluğun gereği. Yönetenlerin ülkeyi, toplumu acılarla dolu, kötü bir geleceğe sürüklediğini düşünüyoruz ve bunu söylüyoruz. Söylemezsek kendimize ve elbette içinde yaşadığımız için sorumlu olduğumuz topluma ihanet etmiş olacağımız duygusuyla bunu yapıyoruz. Bunları izah etmek zorunda kalmak bile onur kırıcı. Ve toplumumuzun vaziyeti açısından umut kırıcı.

Ama bu işin umutla ilgisi yoktur. Bir varoluş meselesidir. Başka insanların iyiliğini dert etmeden kendi iyiliğine kavuşamayacağını bilenler için varoluş meselesi.

Bugünkü seferberlik hali elbette geçecek. Bu gidişle Türkiye, bildik ağır sorunlarıyla, bunları daha da ağırlaştırmış olarak yüzyüze kalacak. Çocuklarımıza, torunlarımıza nasıl bir hayat çevresi bırakacağımız elbette üzerinden atlayıp geçemeyeceğimiz bir konudur. Yaşını başını almış bizim gibi insanlara düşen, yaşadıklarından dersler çıkarmaları, çıkar ve ikbal gözetmeden, korkmadan etmeden bunları aktarmalarıdır.

Kısaca:  Sürücüye “o yol çıkmaz” diyoruz, o da dönüp “hainler!” diye bize bağırıyor. Yola atıp üzerimizden de geçebilir, bu kudreti var. Fakat yol yine çıkmaz kalacaktır.

Yazının tamamı...