Yazar ve belgesel sinemacı Ümit Kıvanç kısa filmi “Ah, Asuman!”, Altyazı Fasikül Gösterimleri kapsamında izleyicileriyle buluşacak.

Filmin çevrimiçi galası 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Alyazı’nın Youtube kanalında yapılacak.

Ümit Kıvanç’ın yönetmenliğini yaptığı filmin senaryosu, Selahattin Demirtaş’ın aynı adlı öyküsünden yazar, gazeteci, senarist Gaye Boralıoğlu tarafından beyazperdeye uyarlandı. Settar Tanrıöğen ve Halil Babür başrolleri paylaştı.

“Selahattin Demirtaş’ı siyasetçi olarak çok önemsiyorum. Azıcık daha mâkûl konjonktürde Türkiye’de birçok arızanın kökündeki dev sorunların halli yolunda atılım yaratabilecek, kısırlaşmış, karanlıklaşmış âlemimizi aydınlatabilecek bir siyasetçi” diyen Ümit Kıvanç, “Selahattin Demirtaş’ı önemsediğim ve ona umut bağladığım için, adam hapiste, onu oradan çıkaracak bir şey yapamıyoruz, bari onun için böyle bir şey yapayım diye de düşündüm açıkçası. Ona da, “Senin yaratıcılığının, çok yönlülüğünün farkındayız, bundan memnunuz, seni önemsiyoruz,” demek istedim. Ayrıca Başak, Delal ve Dılda’nın da şu zor zamanlarında yüzlerini gülümsetecek ufak bir hediye olur diye düşündüm” dedi.

Ümit Kıvanç, Artı Gerçek’ten Esra Çiftçi’nin sorularını yanıtladı.

-Baştan başlayalım; "Ah, Asuman!" film fikri nasıl ortaya çıktı?

Selahattin Demirtaş’ın kitabını okurken hikâyeye mim koymuştum, “ne güzel kısa film olur” diye. O arada sinemacı bazı insanlar, bu kitaptaki hikâyelerden filmler yapsak, her birini başka yönetmen çekse, diye bir fikir ortaya attılar. Bu toplu girişim gerçekleşemedi. Ama biz birkaç arkadaş ısrar edip yaptık. Yakın çevremizden insanlar destek oldu, prodüksiyon masraflarını beraberce karşıladık, profesyonel dostlar gönüllü geldi çalıştı.

-Hangi nedenlerle Selahattin Demirtaş’a ait bir öyküyü tercih ettiniz? Sanatsal bir tercih mi ya da politik bir tercih mi? İkisi eşit mi? Hangisi ağır bastı?

Selahattin Demirtaş’ı siyasetçi olarak çok önemsiyorum. Azıcık daha mâkûl konjonktürde Türkiye’de birçok arızanın kökündeki dev sorunların halli yolunda atılım yaratabilecek, kısırlaşmış, karanlıklaşmış âlemimizi aydınlatabilecek bir siyasetçi. Ama yalnız siyasetçi değil. Meselâ onu siyasetten “azat etmek” -tabiî önce çektiği zulme son verip özgürlüğüne ve sevdiklerine kavuşturmak- mümkün olsa, birçok farklı alanda hepimizin hoşuna gidecek işler yapabileceğini düşünüyorum. Üzerindeki bunca baskıyla güzel öyküler yazıyor, roman yazdı. Omzunda ve ruhunda şu andaki yük olmasa çok daha başarılı olacağı da kesin. Onun siyaset ötesindeki becerisini vurgulamak istedim. Yani bu hikâyeyi film yapmak istememin bir nedeni siyasete değiyorsa da esas olarak siyasî sayılmaz.

Selahattin Demirtaş’ı önemsediğim ve ona umut bağladığım için, adam hapiste, onu oradan çıkaracak bir şey yapamıyoruz, bari onun için böyle bir şey yapayım diye de düşündüm açıkçası. Ona da, “Senin yaratıcılığının, çok yönlülüğünün farkındayız, bundan memnunuz, seni önemsiyoruz,” demek istedim. Ayrıca Başak, Delal ve Dılda’nın da şu zor zamanlarında yüzlerini gülümsetecek ufak bir hediye olur diye düşündüm. (Tabiî burada ben ben diye anlatıyorum, sorularınıza sırf ben muhatap olduğum için, ama bu mevzularda uyuştuğum arkadaşlarımla beraberdim bu süreçte.)

Hikâyeyi seçmemin öbür nedeni sinemasal. Hikâye basit, esprili, izleyende tebessüm yaratacak cinsten bir oyun. Sinemasal numaralara elverişli değil. Düzgün, derli toplu anlatılması gereken bir hikâye. Arkasında büyük fikirler, duygusal derinlikler aranacak bir olay dizisi veya ilişkiler içermiyor. Üstelik bir otobüsün içinde, onun da sadece çok sınırlı bir alanında geçiyor. Bütün bu kısıtlayıcı şartlarda zevkle izlenebilir bir kısa film ortaya çıkarabilir miyim diye kendimce küçük çaplı iddialı sayılabilecek bir iş başarmak istedim.

-Filmi nerelerde çektiniz, projenin tamamlanması ne kadar sürdü?

Filmi platoda çektik. Şimdi birçok dizinin falan çekildiği, eski Netaş tesisleri olan yerde. Otobüsü bir taşıyıcıya yükledik, gerçekten hareket etsin diye. Aksi halde Settar’ın bir yandan sahiden otobüs kullanarak oynaması gerekecekti. Yalnız geceleri çalıştık. İki gecelik çekim planlamıştık, yetiştiremedik, üçüncü bir çekim günü daha koyduk mecburen. Ve her filmde olduğu üzre, benim de hayal ettiğimin bir kısmını yapabildik.

-Filmle hangi mesajı vermek istediniz?

Bu hikâyeyi çekmekteki amaçlarımı az önce anlattım. Başka herhangi bir mesaj kaygısı gütmüyorum. Zaten yanlış da. Bir hikâyeden çıkabilecek şey var, burada hiç yeri olmayan şey var. Mesaj vereyim diye yola çıkınca hiçbir hikâyeyi doğru dürüst anlatamazsınız. Bizde “mesaj” adıyla yerleşen şey sadece sanatı tahriş ve tahrip etmekle kalmıyor, ufukları daraltıyor, yaratıcılığı köstekliyor. Siz anlatacağınızı anlatın, insanlar anlayacaklarını anlarlar. Kimseye “anlatacağımdan şunu anlamalısınız” demenin âlemi yok. Yeşilçam’ın “kötü adam” klişelerine kadar gidilir o yoldan. Mesajlı film ancak vazife icabı izlenir, mesajlı hikâye-roman ancak mecburiyetten okunur. Meselâ Demirtaş da edebî metinlerini mesaj kaygısı güderek yazmıyor. Zihninize, dünya görüşünüze, daha önemlisi, duygunuza güveniyorsanız ayrıca mesaj düşünmeniz gerekmez zaten.

- 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Altyazı’nın YouTube kanalında yapılacak. Özel olarak mı yayınlanmasını bugüne denk getirdiniz?

Dünya Barış Günü’ne denk gelebilmesi güzel oldu. Ama uzun zaman öncesinden böyle planladık dersem doğru olmaz. Biz aslında bu filmi çok daha önce ortaya çıkarmalıydık. Ancak iki sebep bu işi bu kadar geciktirdi. İlki festivaller, öbürü salgın.

Gerçi bizimki bir “festival filmi” değil. Festivallerde genellikle aranan özelliklere sahip değil. Geri planında bazı meselelere minik göndermeler olsa da basit, insanların tebessüm ederek izlediği, iddiasız hikâyelerin festivallerde şansı olmaz. Yine de birçok yere gönderelim istedik. Birçoğunda da ilk gösterim şartı, internette gösterilmemiş olma şartı falan arandığından mecburen açamadık filmi.

E, on beş dakikalık film için salonlarda gösterim düzenleme imkânı da yok. İnsanları on beş dakika için davet edemezsiniz bir yerlere. Ama böyle yapalım deseydik bile yapamayacaktık, çünkü salgın ve karantina faslı çıktı, her şey durdu. En son, Ah Asuman’ın kabul edilmiş olduğu, Nürnberg’deki bir festivalin yapılacağını haber alınca mecburen onu da bekledik. Geçenlerde “artık gösterime açalım” diye konuşurken, şu bir hafta-on günlük dilim mâkûl gözüktü, “o halde 1 Eylül’de yapalım, anlamlı olur” dedik. Yani denk geldi aslında.

-Sayın Demirtaş siyasetçi olarak takdir toplayan ve sevilen bir isim. Kalemini nasıl buluyorsunuz?

Yazdıklarını çok hoşuma giderek okuyorum. Yazan insanın bir sonraki metnini merak ediyorsanız başarılıdır zaten. Bu önemli ölçüdür. Ve Demirtaş bu açıdan kesinlikle başarılı.

Bu konu aslında beni üzüyor. Çünkü hem ömrünün gasp ediliyor oluşu hem uğruna çaba harcadığı meselelerde bir türlü doğru dürüst adım atılamıyor, aksine hep geri dönülüyor oluşu hem de toplumumuzun her kesimindeki tutuculuk ve kabızlık nedeniyle hiçbir zaman gönlünden geçeni olanca özgürlüğüyle yapamayacak oluşu üzüyor. Üstünden bazı yükler kalksa yazı alanında çok daha farklı yerlere de uzanabileceğine inanıyorum. Kafası bir tür “hınzır mizah”a çalışan insanın kapasitesi çok şeye elverir. Çok iyi gözlemci ve yazdığının arkasında kibir yok. Bütün bunlar çok önemli özellikler.

-Yakın gelecekte yeni belgeseller ve filmler görecek miyiz?

Umarım. Elbette bir sürü şey yapmak istiyorum, ama şu andaki işim günlük haber takip etmek, geri planları araştırmak, analiz ve yorum yazmak. Haftada iki yazı yazmam gerekiyor. Bunlar için günde birkaç saat sadece “bakınmak” ve kaynak aramakla geçiyor. Allahtan günde on beş-on altı saat kesintisiz çalışabilen insanım da, arada başka şeyler de yapabiliyorum.

Şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Gelecek yılın başında bir sürprizim olacak, “edebî” diye tarif edebileceğim türden, deneysel tarzda belgesel sevenlere.

-En çok neyin belgeselini yapmak istersiniz?

Özgür bir ortamda, “Neydik, ne olduk?” filmi. Bir çeşit “Aslında ne nedir?” filmi. Memleket için yani. Dünya için, bugünü anlatmasa da, içinde yaşadığımız düzenin özünü, ruhunu, temel mantığını, nasıl ortaya çıktığını kısaca ortaya koyan filmim var: 16 Ton. Memleket için de benzer bir şey yapmak isterdim. Ama şu şartlarda imkânsız. Sadece devlet meydan vermeyeceği için değil. “Neydik, ne olduk”u samimi olarak sorup sahiden cevap vermeye kalkarsanız toplumun yüzde beşi-onu hariç herkes sizi elbirliğiyle yakar, küllerinizi bile molekülüne kadar yok eder.