Trumpizm” ideolojisini doğuran Donald Trump son salvoları ve provokasyonları ile tarihe “kaybeden başkan” olarak geçmeyi başardı. Seçimleri kaybettiği gibi, mensup olduğu partinin senato ve temsilciler meclisindeki ağırlığını yitirmesine de neden oldu. 5 kişinin öldüğü senato baskınını ilk önce kışkırtan, iş işten geçince de “artık evlerinize dönün” ve sonra da “kanunu çiğneyenler, bunun bedelini ödeyecekler” şeklinde kışkırttığı taraflarını yüzüstü bırakan bir son manevraya imza atan Trump’ın twitter hesabı da aynı zamanda süresiz olarak kapatıldı. Bu gelişme Trump’ın dünya ile bağlarının kesilmesi anlamına geliyor.

Kazandığı seçimlere girmeden seneler önce Trump ile yapılan bir mülakatta, o sırada Demokrat olmasına rağmen “eğer bir gün başkanlık yarışına girecek olursam, Cumhuriyetçi partiden girerim. Çünkü onlar aptal ve ben onların dilinden çok iyi anlıyorum” ifadelerini kullanmıştı. Gerçekten de dediğini yaptı. En iyi arkadaşları siyahi olmasın rağmen “ırkçı” rolünü çok iyi oynadı, ABD’nin içeride kalan eyaletlerine seslendi, onların dilinden konuştu. Açıkçası Erdoğan ne kadar MHP çizgisine gelebilirse, Trump da o ölçüde ırkçı söylemleri destekleyebilir. Bu tür çetrefilli politikalar ancak pragmatisttir ve sadece koltukta kalma süresinin uzatılma nihai maksadına hizmet ederler.

Bir sabah uyanıp da havuz medyasının kanallarından birini izleseniz, doğrusu moraliniz hiç bozulmaz. Akşam haberleri de aynı düzlemde ele alınabilir. İlk önce deniz suyu sıcaklığı 20 dereceyi bulan Antalya’da çılgınca denize atlayan Rus turistlerin mutluluk dolu coşkusu verilir. Sonra emeklilik aylığı azıcık artan emekli vatandaşlara mikrofon uzatılır, hemen hepsi durumdan memnundur ve artış oranları yeterli gelmiştir. Sonra çarşı pazara gidilir, insancıklara “sizce 2020 yılının zam şampiyonu hangisi?” sorusu yöneltilir. Şıklar sıralanmış ve sınırlanmıştır. Adeta bir zam şampiyonasının verdiği neşe ve sevinç ile vatandaştan yanıtlar alınır ve hemen ilk sıradaki meyve veya sebze ilan edilir. Bu sıralama günden güne, haftadan haftaya değişiklik gösterebilir. Elektrik, su, doğal gaz, tekel ve gıda ürünlerine getirilen ve konulan fahiş zamlar ise birer “fiyat artışı” etiketi ile sunulur. Çok geçmeden Cumhurbaşkanımızın diğer ülkelere verdiği ayarlara, Libya ve Suriye gibi dış operasyonlardaki askeri başarılarımıza vurgu yapılır. Birkaç kedi, köpek veya muhabbet kuşu videosu ile yayın noktalanır. Mutlu olmamak elde mi?

2021 senesinin ilk günlerinde Kanal İstanbul’un ihale ilanlarının yayınlanmaya başlayacağını müjdeledi ilgili bakan Sayın Kurum. Her şeyden önce, en üst düzeyde bu kadar milli ve yerli proje olduğu ve olacağı dillendirilen bu projenin isminde bile Türkçeye uyum sağlamayan ve tamamen bir İngilizce özentisi olan tanımlamanın kullanılması tam bir rezalettir. Öz ve resmi dilimize uygun olanı “İstanbul Kanalı” olmalıydı. Bir insanın isminden sonra soyadının gelmesi kadar bilinen ve genel bir dilbilgisi kuralıdır bu ve daha fazla gecikilmeden düzeltilmelidir. 2015 yılında Arap ülkelerinde Kanal İstanbul temalı reklam ve tanıtım çalışmalarında, “Türkiye ve içinde ikamet eden tüm yabancılar için gayrimenkul, turizm, ekonomik ve ticari yatırım düzeyinde bu çağdaki en büyük projedir” ifadeleri kullanılıyordu. İBB Başkanı İmamoğlu da, Kanal İstanbul güzergâhında 30 milyon metrekare kadar bir arazi alım-satımı gerçekleştirilmiş olduğu bilgisini vermişti. Kanal İstanbul perspektifinde daha çok Katarlı yatırımcılar gündeme gelmiş olsa da, Çin de bu proje ile çok yakından ilgileniyor. 75 milyar liralık bu “çılgın” proje, çevreye vereceği zararlarla vicdanlı gönülleri rahatsız ederken, Çin gazetelerinde ve yayın organlarında sıklıkla gündem olmaya devam ediyor. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un Twitter’da Kanal İstanbul Projesi'nin tanıtım filmi de keza Çin basınında genişçe bir yer buldu. Yapılan haberlerde yakında tüm dünyanın bu projeye odaklanacağı ve kentin genel manzarasının baştan sona değişeceği vurgulanıyor. Örneğin Guangmang Daily gazetesinde, projenin Türkiye ekonomisine ve istihdamına yapacağı katkıya değinilerek, Türkiye’nin Kanal İstanbul projesinin inşa sürecini hızlandırdığı belirtiliyor. Çin Uluslararası Radyosu (CRI) bile tanıtım filmini uzun uzun işliyor. Kanal İstanbul Projesi, Marmaray, Üçüncü Boğaz Köprüsü ve Üçüncü Havalimanı gibi Türkiye’nin dünya çapında ses getiren çalışmalarının en önemlisi olarak değerlendiriliyor. Video paylaşım platformları ve sosyal mesajlaşmalarda da Çin, Kanal İstanbul’a olan ilgisini hiç mi hiç saklamıyor. Türkiye ve özellikle de İstanbul’da son dönemde bankacılık ve gayrimenkul sektöründe ağırlığını arttıran Çinli yatırımcılar, anlaşıldığı kadarıyla şimdi odağını genişletiyor ve bölgenin yeni süper gücü olarak ağırlığını giderek artan bir şekilde hissettirmek istiyor. Geçen sene the Economist dergisinin bir kapağında görmüştük, dev bir panda kucağında ufak bir ayıyı seviyordu. Rusya bölgesel güç olma yolunda ABD değil, Çin’i en büyük rakibi olarak görüyor.

 

Cumhurbaşkanı ve Ak Parti Genel Başkanı Erdoğan, CHP’deki türbanlı yöneticilere ilişkin olarak “Geçti o işler!" başlıklı bir nutuk atmıştı. Oysa kendisi de Refah Partisi İstanbul İl Başkanı görevindeyken, Adnan Oktar müridi manken Gülay Pınarbaşı'nı törenle partisine kaydetmişti. Demek ki olan biten sadece Türk siyasetinin genel bir pratiğiymiş. Ayrıca Türkiye’nin tutuklama işlemi ve kovuşturma aşamasını bir cezalandırma yöntemine dönüştürmesi ve delillerin hukuka uygun bir biçimde toplanmamış olması da AİHM’in bir başka çarpıcı tespiti. Bunun yanında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisi de AİHM’e çok uzak bir isim sayılmaz. Şimdiye kadar tam üç kere AİHM’e başvurmuştur. İlk önce 1999 yılında yargılandığı davada “adil yargılanmadığı iddiası” ile AİHM’e gitmişti. İkinci olarak, 2002 yılında milletvekili seçildikten sonra sabıka kaydının silinmemesi üzerine AİHM’e gitmişti. Üçüncü olarak ise yine 2002 yılında milletvekili seçilmiş olmasına rağmen milletvekili mazbatasını alamamış olmasını şikâyet etmek üzere AİHM’e gitmişti. Dolayısıyla kendisine hak gördüğünü, Demirtaş ve Kavala için hak görmemek, hakkaniyet ilkesi ile pek bağdaşan bir şey olmasa gerek.

Ülkemizde demokrasi ve reform ihtiyacı çok açık. Bununla beraber, “Çin ve Kore’de demokrasi mi var da böylesine ilerlediler” diye de bir tez var. Anılan ülkelerde demokrasi yok ama istikrar var. Mesela Rusya’da gerçekten bağımsız bir merkez bankası var. Bizde ise demokrasi olmadığı gibi, istikrar da yok. On yıllık dönemler geçmeden, bir Doğu’ya dönüyoruz, bir Batı’ya. Kimsenin artık bu savruluşları takip etmeye ve öngörmeye mecali kalmadı anlaşılan.

Daron Acemoğlu’nun ifadesiyle ülkemizin ekonomisindeki “negatif döngü önlenemez noktaya” ulaşmışken, özellikle serbest çalışanlar olmak üzere, pek çok sektör durmanın değil bitişin eşiğine gelmişken, bu salgın döneminde parlayan sektörler de oldu elbet. Sağlık ve sağlık ürünleri sektörü, perakende gıda sektörü, teknoloji ve yazılım sektörü bunlardan en önde gelenleri. Pandemi sonrası dünya düzeni öngörüleri arasında iki aşırı uç, eskilerin deyimiyle ifrat ve tefriti temsil eden görüşler ağır basıyor. Eski düzenin sakıncaları ve dezavantajlarından bunalmış olan bazıları adeta bir “reset” atılarak dünya düzeninin sıfırlanacağını ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağın savunurken, fazlaca iyimser ve eski düzenden yarar ve rant sağlayan başka bazıları ise kapitalizmin temellerini sağlamlaşacağını ve eski düzenin çok daha güçlü bir şekilde geri döneceğini iddia ediyorlar. Öte yandan, covid-19 virüsünün Çin’in Wuhan şehrindeki bir yabani hayvan pazarından yayılmış olduğu fikri hızla geçerliliğini yitiriyor. Bu pandeminin Çin’deki bir laboratuvardan isteyerek veya istemeden sızmış olabileceği düşüncesi egemen oluyor. Hatırlatmak gerekir ki, özellikle İsevi kaynaklara göre mahşerin dört atlısından biridir salgın (diğerleri deccal, savaş ve kıtlık). Bu da bugünlük işin mistik ve ezoterik boyutu olsun...