Türkiye’de gerçek kişilerin, yani bildiğimiz vatandaşın, bankalarda 85 milyar dolar döviz mevduatı bulunuyor. Yastık altında da kabaca 35-40 milyar dolar olduğu varsayılıyor. Toplamda en az 120 milyar dolar bulunduran ve satmayan ve üstelik buna karşılık aynı oranda döviz borcu da bulunmayan Türk vatandaşı “döviz lobisi kim” arayışında birinci şüpheli olarak karşımıza çıkıyor. Zira döviz kurunun artması devletin ve ticari şirketlerin işine yaramaz. Bankaların ise döviz rezervleri ile borçları eşittir, yani nötr döviz varlığına sahiptirler. Peki, Türk vatandaşı (aynı zamanda Türk seçmeni) doların 3 ila 7 arasındaki macerasında periyodik olarak “dövizinizi satın, milli ve yerli paraya geçin” çağrısı yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı alkışlıyor ama niye emir dinlemiyor? Cevap sanırım basit, paranın yüzü sıcaktır. Ve geleneksel olarak Türkiye’de sıradan vatandaş için bile en kolay para kazanma yöntemi parayı faize yatırmak veya döviz alarak yükselişini izlemektir...

Tarımımız azalıyor azaldı derken bitti. Balıkçılık konusunda da Norveç ile yarışamayız. Eminönü’nde ve benzeri yerlerde yediğimiz balık ekmekte bile ucuz diye Norveç uskumrusu kullanılıyor. Zira yerli uskumru az çıktığı için pahalı ve bunun yerine ta 4 bin kilometre öteden ithal edilen balığı adeta yerli bir lezzet gibi yiyip tüketiyoruz. Üç tarafı denizlerle çevrili bir cennet olan Türkiye’de balıkçılığın bu kadar zayıf kalmasını anlamak çok zor. Norveç’in 6.500 balıkçı teknesi var ve nüfusu 5 milyon. Türkiye’de ise 17.500 balıkçı teknesi, 55.000 balıkçısı var ve nüfusumuz 81 milyon. Norveç yılda tüm dünyaya 1 milyon ton somon ihraç ediyor ve sadece somon ihracatından 8 milyar dolar kazanıyor. Biz ise pazarda 15 liraya palamut bulduğumuzda mutluluktan uçuyoruz, bizim için balıkçılık bu kadar...

İçtiğimiz suda bile biz değil, “onlar” para kazanıyor. Sulardan, Sırma Su Fransızların, Damla Su Coca Cola’nın, Hayat Su da yine Fransız Danone firmasına ait, Saka Su Japonların, Cola Turka da Japonların (Ülker 2003 yılında üretimine başladığı markayı 2015 yılında Japon DyDo Drinco şirketine 335 milyon liraya satmıştı), Erikli Su ise İsviçreli Nestle firmasına ait.

Katar’ın Türkiye Cumhuriyeti Sayın Başkanına hediye etmiş olduğu 500 milyon dolar (kabaca 3 milyar TL) değerindeki uçan saray milletin diline pelesenk oldu. Amerikan başkanlarına hediye edilen bir ürünün değeri eğer 375 doların üzerindeyse, bu hediye Başkanın şahsi malı olamıyor. (Bu meblağ 150 dolardan zaman içinde kademeli olarak arttırılmıştı). Ancak üzerindeki tutarı ödeyerek kendisine verilen hediyeye sahip olabiliyorlar. İngiltere’de de yine bu limit 140 Pound düzeyinde. Orada da aynı şekilde üzerini tamamlayarak kendi şahsi malı haline getirebiliyorlar. Her ciddi şirkette bile mevcut olan “rüşvet ve yolsuzluğu önleme amacıyla hediye alma ve vermeye yönelik kurallar” demokratik ülkelerde kuşkusuz devlet için de geçerlidir ve bu tür bir kural seçmen ve vergi mükellefleri nezdinde “güveni” sağlamaya yöneliktir. Türkiye’de ise Cumhurbaşkanının şahsına hediye edilen yarım milyar dolarlık bir uçak söz konusu ve Sayın Cumhurbaşkanı “bana değil, devlete hediye edildi” diyerek açıklama yükünden rahatlıkla kurtulabiliyor. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dan önceki Cumhurbaşkanımız olan Abdullah Gül makamından ayrılırken görevi süresince kendisine verilen hediyeler noktasında şu sözleri ederek bu konuya son noktayı koymuştu ve aslında bu sorunumuz da Türk usulü çözüme kavuşmuştu: “Kamu görevlilerine veri­len hediyelerin bedellerinin tespiti ve kayda geçirilmesi konusundaki düzenlemeler, yasalar cumhurbaşkanlarını kapsamamaktadır. Bu he­diyeler devleti temsilen cum­hurbaşkanlarının şahsına verilmektedir!”

Son olarak, Türk vatandaşlığı kazanma limiti 2 milyon dolardan, yarım milyon dolara çekildi. Herhangi bir dünya vatandaşı niye Türk Cumhuriyeti vatandaşı olmayı arzulasın? Batı ülkelerinden geliyorsa, niye zaten vatandaşlık nitelik kademesini düşürsün? Doğu’dan geliyorsa ve bu meblağa sahipse, niye Türkiye’yi seçsin? İşin içinde büyükçe bir bit yeniği olmadıktan sonra, bu sorunun cevabı muğlak olarak kalır. Ayrıca, devletin bu şekilde (de) kaynak yaratma arayışı gerçekten acınacak bir durumdur. Dış güçleri ‘aptal’ yerine koymak bu kadar kolay olsaydı, zaten içimize bu denli girip yerleşememiş olurlardı…