Hrant Kasparyan / Demokrat Haber

1915 Ermeni Soykırımı’nın ardından, Anadolu’nun farklı kentlerinde hayatta kalan Ermeni yetimlerin toplandığı bir yetimhanenin yazlık konutu olarak Ermeni toplumu tarafından 1962 yılında Tuzla’da kurulan ve asıl adı ‘Kamp Armen’ olan Tuzla Ermeni Yetimhanesi, yıkım tehlikesiyle karşı karşıya.

1980 askeri darbesinin ardından mahkemenin verdiği tartışmalı bir kararla el konularak gasp edilen Tuzla Ermeni Yetimhanesi’nin Mayıs ayında yıkılması gündemde. Kamp Armen’in bulunduğu araziye lüks villalar yapılması planlanıyor.

Yıkım kararının uygulanacağının belirtilmesi üzerine, Kamp Armen’de çocukluklarını geçirmiş olan eski sakinleri ve Ermeni toplumu mensupları, pazar günü yetimhanede bir buluşma gerçekleştirdi.

Kampın eski sakinleri, devletin baskıları sonucunda yetimhanenin mülkiyetine tartışmalı bir şekilde el konulduğuna dikkat çekerek, yıkım kararı ile bunun izlerinin de yok edilmek istendiğini belirtti.

Pazar günkü buluşma dışında, sosyal medyada  #KampArmen başlığı altında tepkilerini ifade eden internet kullanıcıları, “Kamp Armen’i sermayeye vermeyeceğiz” dedi.

Yıkım kararına tepki gösteren Nor Zartonk platformu ise, internet sitesinden yaptığı açıklamada, “Yetim çocukların hayalleri sermayeye peşkeş çekilecek. Kamp Armen’i, Tuzla Ermeni Yetimhanesi’ni vermeyeceğiz” ifadelerine yer verdi.

Hrant Dink ve eşi Rakel’in çocukluklarının bir bölümünü geçirdiği Kamp Armen hakkında verilen yıkım kararının iptal edilmesi için Change.org internet sitesinde de bir imza kampanyası başlatıldı.

HRANT DİNK YAPILAN HAKSIZLIĞA DİKKAT ÇEKMİŞTİ

Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’na ait resmi tapusu bulunmasına rağmen el konulan Tuzla Ermeni Yetimhanesi’nin gasp edilmesine değinen Hrant Dink, konuya ilişkin olarak kaleme aldığı makalesinde, beş yıl süren hukuki mücadeleden olumlu bir sonuç alınamadığını kaydetmişti.

Yetimhane’nin bugünkü halini, “Tuzla Yoksul Çocuk Kampımız, bizim ‘Atlantis uygarlığımız’ şimdi bir harabe” sözleriyle tanımlayan Dink makalesinde şu ifadelere yer vermişti:

Aldılar bir sabah biz 13 çocuğu... Gedikpaşa’dan yürüyerek Sirkeci’ye... Oradan vapurla Haydarpaşa’ya... Haydarpaşa’dan trenle Tuzla İstasyonu'na... İstasyondan da bir saat yürüyerek, göl ile denizi kenarlayan geniş ve uçsuz bucaksız düz bir araziye götürdüler.

O zamanın Tuzla’sı bugünkü gibi zenginlerin ve bürokratların villalarıyla dolu bir mekan değil... İnce kumlu, bakir bir deniz kenarı ve denizden kopma bir göl parçası... Uçsuz bucaksız arazide bir iki ev, tek tük incir ve zeytin ağaçları ve hendek kenarlarına serpilmiş dikenli böğürtlen çalıları...

Ve artık... Bir de bizim kurduğumuz Kızılay çadırları...

8 ila 12 yaş arası biz 13 çelimsiz için yazları Gedikpaşa Yetimhanesi’nin beton bahçesine mahkûm olma sona ermişti...

Ailelerimizi, yakınlarımızı ancak geceleri uzaklarda, parlayıp sönen kent ışıklarını izlerken anımsıyorduk. Yere düşmüş ve üst üste yığılmış yaşlı yıldızlara benzetiyorduk kent ışıklarını.

Üç yıl şafak vakti kalkıp, gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık. En kısa boylularımızdan biri olan “Kütük” (Zakar’a böyle hitap ederdik) bir başına çimento torbasını kucaklayıp çatıya kadar çıkarabiliyordu.

Geceleri uykuda yorgunluktan altımıza işerdik.

Sekiz yaşımda gittim Tuzla’ya. Tam 20 yıl oraya emek verdim. Eşim Rakel’i orada tanıdım. Birlikte büyüdük. Orada evlendik. Çocuklarımız orada doğdu… 12 Eylül’den sonra kampımızın müdürünü “Ermeni militan yetiştiriyor” suçlamasıyla içeri aldılar. Haksız bir suçlamaydı. Hiçbirimiz Ermeni militanlar olarak yetiştirilmemiştik. Başsız kalan kampın ve yetimhanenin kapanmaması için görevi bu kez ben ve oradan yetişen arkadaşlarım üstlendik.

Ama bir gün elimize bir mahkeme kâğıdı tutuşturdular…

“Siz Azınlık kurumları yer satın alma hakkına sahip değilmişsiniz! Biz zamanında size izin verirken yanlış yapmışız. Artık burası eski sahibinin olacak.”

Beş yıl süren direnişimize rağmen yenildik… Ne yapalım ki karşımızda devlet vardı.

Şikâyetim var ey insanlık!

Bizi, yarattığımız uygarlığımızdan attılar.

Orada yetişmiş bin beş yüz çocuğun alınterinin üstüne oturdular. Bizlerin çocuk emeğini gasp ettiler. Orayı tekrar yoksul çocuklar için bir yetimhane yapsalardı, kimliği ne olursa olsun, yoksul ya da özürlü çocuklar için kamp olarak kullansalardı, hakkımı helal ederdim. Ama bu şekilde emeğimi helal etmiyorum.

Ve artık bizim yarattığımız “Tuzla Yoksul Çocuk Kampı”mız, bizim “Atlantis uygarlığımız” şimdi bir harabe…

Çocuk cıvıltıları çekilince suyu da çekilmiş kuyunun…

Binanın omuzları düşük… Toprak çorak… Ağaçlar küskün…

Benim isyanımın pike uçuşları ise, bin bir özenle yaptığı yuvası bir darbeyle yok edilmiş kırlangıcınki kadar keskin…

Lakin çaresiz…