Hrant Kasparyan / Demokrat Haber

12 Şubat Perşembe günü başlayacak olan 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, bu yıl iki Ermenistanlı yönetmeni konuk ediyor. Ermenistan’ın tanınan yönetmenlerinden Sergei Parajanov’un 1968 yapımı filmi Narın Rengi (The Colour of Pomegranates), !f İstanbul’un kült bölümünün bu yılki konuğu. Ermenistan ve Kafkasya’nın ünlü halk ozanı Sayat Nova’nın (Artin Sayadyan) şiirlerinden yola çıkan film, Parajanov’un başyapıtlarından biri. 21 Şubat Cumartesi akşamı izleyiciyle buluşacak olan film, Festival kapsamında yenilenmiş kopyasıyla gösterilecek.

Festival’in diğer Ermenistanlı konuğu yönetmen Arthur Sukiasyan ise, Hrant Dink’in ‘Atlantis Uygarlığı’ olarak tanımladığı ve devletin müdahalesiyle gasp edilen Tuzla Ermeni Yetimhanesi’ni yeni bir öyküyle izleyiciyle buluşturuyor.

Yönetmen Sukiasyan, Bizim Atlantis’imiz (Our Atlantis) adlı filminde, 1980 askeri darbesiyle el konulan Tuzla Ermeni Yetimhanesi’ni konu ediniyor.

EL KONULAN KAMP ARMEN’İN HİKÂYESİ

1915 Ermeni Soykırımı’nın ardından, Anadolu’nun farklı kentlerinde hayatta kalan Ermeni yetimlerin toplandığı bir yetimhanenin yazlık konutu olarak Ermeni toplumu tarafından 1960’lı yıllarda Tuzla’da kurulan ve ‘Kamp Armen’ adıyla anılan Tuzla Ermeni Yetimhanesi’ni anlatan film, 20 Şubat Cuma günü gösterilecek.  

Filmde, 1915 Soykırımı’nın büyük kayıpları sonrasında, duyarlı bir karakterin, Anadolu’yu karış karış gezip bulduğu Ermeni yetimleri topladığı ve onların hayata tutunabilmelerini sağlamak amacıyla kurulmuş olan Kamp Armen’in bir süre sonra devlet tarafından nasıl gasp edildiği anlatılıyor. Kampta yıllarını geçirmiş olan insanları seneler sonra yeniden bir araya getiren filmde, kamp sakinlerinin siyah beyaz fotoğrafları ve titrek seslerinden dinlediğimiz hikâyeleri, izleyiciyi geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarıyor.

İSVİÇRE’DE DE GÖSTERİME GİRECEK

Filmin !f İstanbul’da gösterilmesinden önce konuşan yönetmen Arthur Sukiasyan, Bizim Atlantis’imiz adlı filminin, Nisan ayında düzenlenecek olan Uluslararası Visions du Reel Film Festivali kapsamında İsviçre’nin Nyon kentinde de gösterileceğini açıkladı. Ermenistan’ın başkenti Yerevan merkezli Armenpress Ajansı’nın sorularını yanıtlayan yönetmen Sukiasyan, Tuzla Ermeni Yetimhanesi’nde büyümüş olan ve eşi Rakel ile bu yetimhanede tanışmış olan Hrant Dink’in, Kamp Armen hakkında yazdığı, “Davacıyım Ey İnsanlık” başlıklı makalesinden esinlenerek filme Bizim Atlantis’imiz adını verdiğini söyledi.

HRANT DİNK YAPILAN HAKSIZLIĞA DİKKAT ÇEKMİŞTİ

Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’na ait resmi tapusu bulunmasına rağmen, devletin tartışmalı bir uygulamasıyla el konulan Tuzla Ermeni Yetimhanesi’nin gasp edilmesine değinen Hrant Dink, konuya ilişkin olarak kaleme aldığı makalesinde, beş yıl süren hukuki mücadeleden olumlu bir sonuç alınamadığını kaydetmişti.

Yetimhane’nin bugünkü halini, “Tuzla Yoksul Çocuk Kampımız, bizim ‘Atlantis uygarlığımız’ şimdi bir harabe” sözleriyle tanımlayan Dink makalesinde şu ifadelere yer vermişti:

Aldılar bir sabah biz 13 çocuğu... Gedikpaşa’dan yürüyerek Sirkeci’ye... Oradan vapurla Haydarpaşa’ya... Haydarpaşa’dan trenle Tuzla İstasyonu'na... İstasyondan da bir saat yürüyerek, göl ile denizi kenarlayan geniş ve uçsuz bucaksız düz bir araziye götürdüler.

O zamanın Tuzla’sı bugünkü gibi zenginlerin ve bürokratların villalarıyla dolu bir mekan değil... İnce kumlu, bakir bir deniz kenarı ve denizden kopma bir göl parçası... Uçsuz bucaksız arazide bir iki ev, tek tük incir ve zeytin ağaçları ve hendek kenarlarına serpilmiş dikenli böğürtlen çalıları...

Ve artık... Bir de bizim kurduğumuz Kızılay çadırları...

8 ila 12 yaş arası biz 13 çelimsiz için yazları Gedikpaşa Yetimhanesi’nin beton bahçesine mahkûm olma sona ermişti...

Ailelerimizi, yakınlarımızı ancak geceleri uzaklarda, parlayıp sönen kent ışıklarını izlerken anımsıyorduk. Yere düşmüş ve üst üste yığılmış yaşlı yıldızlara benzetiyorduk kent ışıklarını.

Üç yıl şafak vakti kalkıp, gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık. En kısa boylularımızdan biri olan “Kütük” (Zakar’a böyle hitap ederdik) bir başına çimento torbasını kucaklayıp çatıya kadar çıkarabiliyordu.

Geceleri uykuda yorgunluktan altımıza işerdik.

Sekiz yaşımda gittim Tuzla’ya. Tam 20 yıl oraya emek verdim. Eşim Rakel’i orada tanıdım. Birlikte büyüdük. Orada evlendik. Çocuklarımız orada doğdu… 12 Eylül’den sonra kampımızın müdürünü “Ermeni militan yetiştiriyor” suçlamasıyla içeri aldılar. Haksız bir suçlamaydı. Hiçbirimiz Ermeni militanlar olarak yetiştirilmemiştik. Başsız kalan kampın ve yetimhanenin kapanmaması için görevi bu kez ben ve oradan yetişen arkadaşlarım üstlendik.

Ama bir gün elimize bir mahkeme kâğıdı tutuşturdular…

“Siz Azınlık kurumları yer satın alma hakkına sahip değilmişsiniz! Biz zamanında size izin verirken yanlış yapmışız. Artık burası eski sahibinin olacak.”

Beş yıl süren direnişimize rağmen yenildik… Ne yapalım ki karşımızda devlet vardı.

Şikâyetim var ey insanlık!

Bizi, yarattığımız uygarlığımızdan attılar.

Orada yetişmiş bin beş yüz çocuğun alınterinin üstüne oturdular. Bizlerin çocuk emeğini gasp ettiler. Orayı tekrar yoksul çocuklar için bir yetimhane yapsalardı, kimliği ne olursa olsun, yoksul ya da özürlü çocuklar için kamp olarak kullansalardı, hakkımı helal ederdim. Ama bu şekilde emeğimi helal etmiyorum.

Ve artık bizim yarattığımız “Tuzla Yoksul Çocuk Kampı”mız, bizim “Atlantis uygarlığımız” şimdi bir harabe…

Çocuk cıvıltıları çekilince suyu da çekilmiş kuyunun…
Binanın omuzları düşük… Toprak çorak… Ağaçlar küskün…

Benim isyanımın pike uçuşları ise, bin bir özenle yaptığı yuvası bir darbeyle yok edilmiş kırlangıcınki kadar keskin…

Lakin çaresiz…