Masumiyet karinesi, diğer adı ile suçsuzluk ilkesi, suç kesinleşmediği sürece kimsenin hükümlü sıfatıyla değerlendirilemeyeceğini ifade eden, temel hukuk doktrinidir.

“Evrensel hukuk kurallarına göre, bir kişinin masum olduğunun kanıtlanmasına gerek yoktur; kişinin suçluluğunun kanıtlanamamış olması yeterlidir. Bunun için masumiyet karinesinin temelini, hukukta hüküm giydirmenin yalnızca iddia edilen suçların kanıtlanmasıyla mümkün olduğu gerçeği oluşturur.

Bu da hüküm giymemiş kimsenin suçlu sayılamayacağı veya suçlu olarak lanse edilemeyeceği ilkesini; yani masumiyet karinesini doğurur. Masumiyet karinesi evrensel bir yargı doktrini olup; İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nde yer almaktadır. Buna bağlı olarak bu bildiriye taraf olan ülkeler, yasalarında bu doktrine yer vermek durumundadır.” (alıntı)

Türkiye’nin tüm olağanüstü dönemlerinde ilk havluyu atan kurumların başında yargı gelmiştir.

12 Eylül, 28 Şubat, Ergenekon süreci, 15 Temmuz darbe girişimi ve 20 Temmuz OHAL ilanı…

Yargı sürekli egemen kliğin ve kişinin çıkarlarına uygun şekillenmiştir.

Yargının siyasallaşması, egemenin militanlığına soyunması sonucu, hukuk, hukuk olmaktan çıkıp, bir intikam aracına dönüşmüştür.

Öyle dönemlerde tutuklu yargılama ve uzun tutukluluk süreci ile tanışırız.

AİHM Türkiye’yi tutuklu yargılama ve uzun tutukluluk nedeniyle, her dönemde, birçok davadan dolayı haksız bulmuştur. Tazminat ödemeye mahkum etmiştir. Bu bir yana, ülkenin hukuk prestiji sarsılmış ve hem iç kamuoyunda hem uluslar arası camiada Türkiye Hukuk Sistemine güveni azaltmıştır.

Bir süre önce Maraş’ın Pazarcık ilçesinde daha önce KHK ile ihraç edilen 7 öğretmen, 2014 yılında Eğitim Sen tarafından düzenlenen bir basın açıklamasına katıldıkları için ‘örgüt propagandası yapmak’ iddiasıyla tutuklandı. 4 yıl önce yapılan basın açıklamasından dolayı tutuklanan öğretmenler, hala Maraş E Tipi Kapalı Cezaevindeler.

Çoğu evli, çocuklu olan bu öğretmenler önce mesleklerinde atıldı. Sonra asla kaçma şüphesi olmamasına rağmen tutuklu yargılanıyorlar. Zira hepsinin yeri yurdu bellidir. Buna rağmen yargılama sürecinde tutuklanmaları, egemenin, hukuku bir öç alma, cezalandırma, sindirme, korkutma aracı olarak kullanmasından geliyor.

Burada cezalandırılan esas şey, bu öğretmenlerin hayata tutunma gayretleriydi. KHK’larla işten atıldıktan sonra, hayata karşı sergiledikleri direngen, mağrur ve umut dolu tavırlarıydı. Önce işlerine geri dönmek için hukuka başvurdular, sonra yeniden ekmek davasına döndüler. Yeni işlere baktılar.

Tutuklanma gerekçesi olan iddianame ise bir hukuk garabetinden başka bir şey değildir. Sendika kararı ile bir eyleme katılmak…

Slogan atmak, sendika önlüğü giymek… Başka bir şey yok.

Yani egemenler gözünün üstünde kaş var, diyordu.

İşi tuhaf kılan şey, bu iddianamelere ülkenin çeşitli bölgelerinde savcı ve hakimlerin başka başka karar vermeleri. Mesela, Antep’te 407 tane öğretmen bu suçtan dolayı ifadeleri bile alınmadan takipsizlik verirken, İzmir 24. Asliye Ceza Mahkemesi, Kızıltepe 4. Asliye Ceza Mahkemesi açılan davalardan beraat verdi.

Hukuktaki bu keyfiyet neden?

Elbette hukuk, egemenlerin hukuku, bunu biliyoruz. Lakin bu ilmin kendi içinde bir iç dengesi, tarihselliği, gelenekleri, teamülleri vardır.

Geldiğimiz nokta ise hukuk bir kesimin militanlığına, öç alma aracına dönüştü.

Bunun yanında teknik bazı sorunlar vardır.

Ülkede ciddi anlamda hakim ve savcı ihtiyacı var, yeni alınanlar tecrübesiz, bunun yanında sürekli görev yeri değişikliği, uzun tutukluluğu etkileyen faktörlerdir.

Elbette onlarda korkuyor. Bu korku, en kestirmeden tutukluluk kararı almalarına neden oluyor.

 Bunca hukuksal problemin ve yetersizliğinin ceremesini vatandaşlar çekiyor.

Maraş’ta tutuklanan 7 öğretmenden biri benim akrabam. Neşeli bir Anadolu şarkısı gibi hayatı yaşayan bir insan, öyle umutlu, öyle sevecen, öyle çalışkan.

Hiçbir suça bulaşmamış bu insanlar, tutuklu yargılama ve uzun tutukluluk yoluyla cezalandırılıyor.

İşin vahim kısmı ise toplum bunu kanıksıyor.