Doğrusu, nasıl AKP, TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in yükselttiği sesten rahatsızsa, ben de “Haydi öyleyse siyasete gir!” ya da “Herkes kendi işine baksın!” ya da “TÜSİAD, 28 Şubat’ın hesabını vermeli” diyerek TÜSİAD’ın susturulmaya çalışılmasından rahatsızım.

Bu sözlerimden benim TÜSİAD’ın yakın ve uzak tarihini onaylayan biri olduğum sonucuna varılmasın. Öyle değilim. Aksine TÜSİAD’ın geçmişte, üzerine düşenleri yapan bir kurum olduğunu düşünmediğim gibi şimdi de TÜSİAD’ı üzerine düşenleri yapan bir kurum olduğunu düşünmüyorum. Ama yine de yüzlerce üyesi olan bir kurumun başkanının “Uludere ve Afyon’da neler oldu” sorusunu yükseltmesi için illa ki siyasete girmesinin, illa ki bir şeyin (üstelik de içinde olmadığını söylediği hâlde) hesabını vermesini istemenin demokratik bir tutum olmadığını düşünerek rahatsızım.

Ben TÜSİAD’ın yaptıklarından değil yapmadıklarından dolayı eleştirilmesi gerektiğine inananlardanım. Mesela, ülkenin gelişmesinde bu “ceberut devlet”in ve siyasetin nasıl birinci derecede engelleyici olduğunu yıllar önce öğrenmiş oldukları hâlde bu kadrolara karşı çıkmamalarından dolayı eleştirilmesi gerektiğine inananlardanım.

Yıllardır neredeyse her vesileyle yazarım, şimdi yine yazacağım. TÜSİAD Genel Kurulu’nda Halis Komili ve arkadaşlarının çabalarıyla gündeme getirilen polis tarafından öldürülen gazeteci Metin Göktepe’nin öldürülmesini kınama kararına, “Biz devlete karşı çıkamayız” diyerek karşı çıkan iş dünyası örgütü olduğu için eleştirilmesi gerektiğine inananlardanım.

Ya da kendisine “anayasa” yazdıran ama daha sonra gelen eleştirilerde rahmetli Bülent Tanör’e sahip çıkmayan bir örgüt olduğundan dolayı eleştirilmesi gerektiğine inananlardanım.

Ama yukarıda da dediğim gibi bütün bunlar günün birinde bir TÜSİAD başkanının hükümete “Uludere ve Afyon’da neler oldu” sorusunu yöneltmesini engelleyemez, engellememelidir de.

Doğrusu bu tartışmada benim ilgilimi çeken bir başka yön, Ümit Boyner’e iktidarın en üst düzeyinden cevap verilmiş olması. Bu, Ümit Boyner’in söylediklerini önemsizleştirme çabası gibi görünse de aslında tam da tersini yapmıyor mu? Yani eğer Ümit Boyner’in sorduğu soru, yönelttiği eleştiriler önemsiz ve yanlışsa neden Başbakan ve Başbakan Yardımcıları düzeyinde cevaba muhatap oluyor ki? Daha alt düzeyden biri cevap verir geçerdi.

Bence bu tavır bile hükümetin ve de Başbakan Erdoğan’ın mağduriyet günlerinin sorunsalından pek de uzaklaşmadıklarının en açık göstergesi.

Her ne kadar “vesayet rejimi” bitti deseler de Başbakan Erdoğan ve AKP’nin kurmaylarının kafalarında ve ruhlarında “vesayet rejiminin” kavgaları hâlâ sürmekte. Hâlâ o dönemin terimleriyle, o dönemin kavramlarıyla düşünüp davranmaktalar.

Çünkü “vesayet rejimini” geriletmiş, bundan dolayı da toplum içindeki desteği yüzde 50’ye çıkmış, kendine güvenen bir iktidarın siyasetinin, yeni dönemde eski rejimin aktörlerinin bazılarıyla birlikte davranıp yaraların sarılması yönünde yeni uzlaşmalar ve işbirlikleri yaratmak olmalıydı, her seferinde birisine laf yetiştirmek değil. Kavgaları “ilânihaye” sürdürmenin kimseye bir yararı olmayacağı gibi içinde yaşadığımız koşulların da bunu gerektirdiği açık.

Son zamanlarda Erdoğan değişti mi türünden soruların cevabı da sanırım burada gizli. Erdoğan“vesayet rejimi”ni gerilettiği hâlde kendisi hâlâ bu eski rejimin yarattığı psikolojiyle, bu eski rejimin yarattığı kavramlar ve terimlerle düşünüyor.

Ortam değişip Erdoğan değişmeyince, biz Erdoğan’ın değiştiğini düşünüyoruz. Sanırım hepsi de bu...