Dün aldığım bir mailde hayli pervasız cümlelerden sonra "iyi ama bütün yazılarınızda Kürtlerin haksızlığa uğradığından bahsediyorsunuz. Bunun gerekçelerini sıralayıp tabiri caizse misyonerlik faaliyetleri yürütüyorsunuz Kürtler için. Bir de Türkler için yazı yazın da görelim tarafsızlığınızı."

İş bu safhaya ulaşmışsa durum vahim demektir. Bu nobranlık, bu tahkir dili karanlığa giden yolun başlangıcıdır. Açıklık getirmemek kara propagandanın boş zihinleri etkilemesine imkan verir.

O halde "Türksen övün, değilsen itaat et" sözünden başlayarak Türklük bilinci üzerine sesli düşünelim, bakalım korku tünelinin ucunda nelerle karşılaşacağız.

"Türksen Övün Değilsen İtaat Et" Silvan'da 12 günlük ablukadan sonra hanelerinde Kürtlerin yani Türk olmayanların yaşadığı duvarlara gururla yazılan yazılardan bir tanesi.

Bunun normal bir davranış olmadığını düşünüyorsak, izaha muhtaç bir hastalık olduğunu da kabul etmemiz gerekir.

Sebeplerini ve boyutlarını anlamak için bu hastalığın başlangıcına dönmek şart. Yani cumhuriyetin kuruluş yıllarına.

Bu hastalığa sebep korku mudur? Hani cumhuriyetin kuruluş yıllarında omuz omuza savaşta kardeş olduğumuz, savaş sonrası sökülüp atılması gereken çıbana dönüşen Kürtlerin haklılığına duyulan öfke midir yoksa?

Peki Türk deyince şahlanan, din deyince kılıç kuşanan bu tedirgin ruh halini her geçen gün daha da sevgisiz ve sevimsizleştiren güç nerden geliyor?

Sanırım cevabını İttihat Terakki'de aramak gerekir. İttihatçılar Türlüğün ölümsüz olduğu düşüncesini aşılamak için inanılmaz çaba sarf ettiler. Yaptıklarının doğruluğuna inandılar. Ve bunu öğretmeye koyuldular.

Çocukken daha bu "algı canavarıyla" insanların kişiliklerine gizlenmeye çalıştılar. Dünyanın izlenimlerini algılamaya başladıkları andan itibaren Türklük fikrini benimsemeye başladı çocuklar. Ve Türklük fikri ham düşünceden ayrılıp deriye gömülü kemik olana dek bunu sürdürdüler.

Birer vahşi hayvan terbiyecisi gibi mutlak başarıya koşullandılar. Ölüm çığlıklarına kulak asmadılar, insanı insanlığından utandıran yoksulluğu dahi görmezden geldiler.

Kurdukları düzenin devamı için bu gerekliydi. Bunun bilincindeydiler. Bu doktrini koşulsuz bir dayatmayla bütün toplum katmanlarına dayattılar.

Bunun olmaması ya da eksik kalması düşünülemezdi. Her eksiklik doktrinin bir kurşunla sarsılması gibi bir şeydi.

Ayaklarının dibinde ceset yığınları vardı ama gözleri görmüyordu. Katı bir mekanizmaydı, korkunçtu.

"Buna rağmen ayaklarının dibinde Kürt ayrılıkçılığının çatırtıları duyuluyordu."

Bu kabul edilemezdi elbette.

Onlara göre olanlar bir dizayn yahut sınıf tahkim etme değildi, olsa olsa üzeri küllerle toza bulanmış bir ulusu yıkayarak billur sadeliğine kavuşturmaktı.

Uygarlığı kendilerinin ayakta tuttuklarına inanıyorlardı. Bu inancın zayıflaması söz konusu bile olamazdı. Bunun olmaması yok olmak manasına geliyordu. Bu biricik ikna yolları değildi belki ama en çok başvurdukları şeydi.

"Ya sev ya terk et" ilhamını buradan alır.

Sunulan fikri kabul etmemek yok olmakla eşdeğerde bir algı olarak cahil kitlelerin önüne sunuldu. Daha açık ifade etmek gerekirse tek yol vardı; o da Türklüğe giden yol. Diğeri yol bile sayılmazdı çünkü ucu ölüme gidiyordu.

Başarısızlık durumunda sadece kendileri yok olmayacak, güzel olan her şey yok olacaktı. Yüce olan bütün değerler, kutsallar bir bir yok olacaktı.

İnsanlara bunu söylediler, buna inandırdılar.

Türklük bilinci bu anlamda dünyanın, bir adım ötesi modern çağın cennet anahtarıydı. Türklük olmasa anarşi baş gösterir, huzur namına bir şeycik kalmayacaktı. Anadolu halkı acılar içinde gerisin geri önce hilafete, sonra sultanlığa sürüklenecek, ilkel çağlara bir daha geri dönecekti.

İnsanları anarşi denen korkudan bir gölgeyle korkutuyorlardı. Korkuyu yüreklerinde duyan, zihinlerinde hisseden ve bu duygularla büyüyen çocuklar da bir sonraki nesile aynı korkuları aşıladı.

Sonrasında "anarşi" kavramına haiz yalnızca Kürtler ve Alevi solcular kaldı.
 
Bu fikre karşı koyanları cezalandırma yöntemleri korkunçtu. Aç bırakarak bir kuru kaysıyla iradelerine el koyma alışkanlıkları iğrençti.

İstiklal mahkemeleri bu cezalandırma yöntemlerinden bir tanesiydi ve en bildik olandı. Peki ya bilinmeyenler!

Türklük bir dehaydı, buna karşılık anarşi ve kölelik bir canavardı, bu canavarı yok etmekle, ona karşı mevzi almakla herkes mükellefti.

Durmadan çalışan, ezilen, emeği sömürülen halktı. Ancak yüce olan devletti, yüce olan Türklük hafızasıydı. Türklük erişilmezdi, ulaşılmayan bu güç onların damarlarında gururla akmaktaydı. Buna inanmışlardı insanlar. Çocuklarına da korku dozuyla bunu aşıladılar.

Türklüğün olguları bu minvalde yol aldı. Türklüğün karşı kulvarında anarşi vardı, açlık vardı, kölelik vardı, sürgün vardı. Ama beri tarafında saadet vardı, gurur vardı, yüce olana dahil olma, onu koruma şanı ve şerefi vardı.

Türklüğün gücü haklılığındaydı. Kürtler eziliyordu ama Türkler haklıydı. Ermeniler sürülüyordu, Aleviler baskı görüyordu ama Türkler haklıydı. Bu bir bilinçti. İnsanlar buna inandılar.

Onun içindir ki Türklük ideolojisi etrafında kenetlenme, bunu koruma algısı muazzam güçlü oldu. Buna karşı koyanlar haktan yana olmayanlardı. Onlara göre topluma haksızlığı dayatanlar Türklük bilincinin karşısında yer aldılar. Tercih ettikleri anarşiydi, kaybettikleri ise parıltıları göz kamaştıran Türklük oldu.

Peki İttihatçılara bu deliliği yaptıran neydi derseniz "Kürt ayrılıkçılığının çatırtıları" derim. Bundan amansız korktular, bu korkuyu bertaraf etmek için de acımasızca kötülük yaptılar.

Türklük damarındaki deryaya dindarlığın akış serüvenini, de bir sonraki yazıya bırakıyorum.