Muğla’da kalabalık tarafından dövüldükten sonra zorla Atatürk büstü öptürülen İbrahim Çay, Evrensel gazetesine verdiği röportajda olayın nasıl geliştiğini ayrıntısıyla anlatmış. Her şey “yöresel kıyafeti”yle çektirdiği fotoğrafı Facebook’ta paylaşmasıyla başlıyor. Bunu bir terör faaliyeti veya destekçiliği olarak gören yöre halkı teröristi linç etmek üzere kendi aralarında örgütleniyorlar. Çay’ın yorumuna göre, işin içinde olaydan önce arayıp evde beklemesini söyleyen Jandarma Komutanı da var. Bu telefon görüşmesinden kısa bir süre sonra evinin önüne araba ve motosikletlerin geldiğini görüyor ve çocukları olacaklara tanık olmasın diye evin arka tarafındaki seraya kaçıyor. Serada, “kapı komşum” olarak tarif ettiği insanlar tarafından “seni öldüreceğiz, seni asacağız” tehditleriyle öldüresiye dövülüyor, kendinden geçiyor. Dayak, Kumluova merkezinde daha büyük bir katılımla (“60-70 kişi”) devam ediyor ve üstü başı parçalanmış halde, kanlar içindeyken Atatürk büstüne çıkarılıyor. Sonra getirildiği hastanede, dışarıda linç etmek için bekleyen bir grup beklerken, doktorlar ve hemşireler tarafından sürekli hakarete uğruyor. Can güvenliği olmadığı gerekçesiyle onu hastaneden çıkarmak isteyen astsubaya ise güvenmiyor ve sabah olmasını bekleyip, bir arkadaşının ve o gece yola çıkıp Tarsus’tan gelen kardeşinin yardımıyla, ailesiyle birlikte Muğla’dan kaçıyor, anne babasının evine Tarsus’a dönüyor.

Röportajda, “Neden seraya kaçtınız? Başka bir şey için gelmiş olacakları düşüncesi aklınıza gelmedi mi?” diye soran gazeteci Burak Şefkat’e, Çay’ın verdiği “Batıda Kürt olmak bunu gerektirir“ cevabı kanımca özel bir tür bilgiye işaret ediyor: Kitaplardan edinilen değil, hayat deneyiminin içinde öğrenilen Türklük bilgisi. Türklük bilgisinden, Türklerin ne zaman, nerede ve nasıl düşüneceğini, hissedeceğini ve hareket edeceğini bilme yetisini kastediyorum. Bu bilgi Türk olmayanlar tarafından hayatın içinde ediniliyor çünkü bu bilgi hayatta kalmak için şart. Bir başka deyişle, bu bir ölüm kalım meselesi. Dolayısıyla, Türk olmayanların Türklük bilgisi doğal olarak çok gelişmiş. Türklerde ise, belki paradoksal olarak, az gelişmiş olduğunu düşünüyorum, çünkü güçlü ve imtiyazlı grubun bir mensubu olmak kişide –sosyalleşme aracılığıyla içselleştirilmiş- güçlü bir haklılık ve normallik (“olması gerektiği gibi”) duygusu yaratıyor, bu haklılık ve normallik duygusu ise kişinin kendisi hakkında gerçekçi bir fikrinin oluşmasını zorlaştırıyor.

***

Çay’ın 2015’te başına gelenler, sadece günümüzü değil, Ermenilerin bu topraklarda 1915’te neler yaşadığını anlamamız için de bir ipucu veriyor. Benzer bir şekilde, devletin giriş çıkışı yasakladığı Cizre’de polislerin Kürtlere “Ermenisiniz” diye anons yapması, 1915’te Ermenilere neler yapılmış olabileceğine dair bir başka ipucu olabilir (ipucundan kastım kanıt değil, sadece tarih hakkında düşünmek için, tarihsel tahayyül için, kullanışlı bir araç). Ermenilerin o zamanki Anadolu nüfusuna oranları, bugünkü Kürtlerin oranlarına yakındı. Bugünün Kürtleri gibi, çoğunluğu Doğuda yaşıyordu ama Anadolu’nun her yerinde ve İstanbul’da da vardılar ve birçok yerde sayıları çoktu. 1915’te Doğu cephesinden gelen ihanet haberleriyle birlikte sürülmeye başlandılar. Birçoğu öldürüldü, mallarına mülklerine el konuldu. Bugün eleştirel tarihçiler ve eleştirel siyasetçiler, Ermenilere yapılan zulmün nasıl ve asıl olarak kim tarafından yapıldığını tartışıyorlar. Egemen olan varsayım, İttihat ve Terakki’nin merkezi ve yerel yöneticilerinin esas sorumlu oldukları yönünde. Oysa, Çay’ın başına gelenlerin ima ettiği gibi, Anadolu’nun birçok yerinde Ermeniler muhtemelen toplumun farklı düzeylerinden eş zamanlı olarak zulüm gördüler: Açık ve gizli emirlerle ve en önemlisi yeşil ışık yakmasıyla devletin en tepesinden, kendini merkeze beğendirmek ve hızlı yoldan zenginleşmek isteyen yerel yönetici ve eşraftan ve tabandaki “kapı komşuları”ndan.

1915, Türklük üzerinden değil Müslümanlık üzerinden yapıldı. Dolayısıyla o zaman Kürtler de Müslüman çoğunluk içindeydiler ve Ermenilerin Müslüman kapı komşusuydular. 1915’te azınlığa zulmedilirken, çoğunluk da inşa ediliyordu. Fakat bu yukarıdan aşağıya dayatılan bir inşa değildi. Toplumun her düzeyinin katıldığı, farklı düzeyleri ortak çıkarların birleştirdiği bir inşa hareketiydi. İnşa hareketinin en büyük amacı, bir Müslümanın nasıl davranması, nasıl hissetmesi, nasıl düşünmesi ve neye sadakat duyup neyi tehdit olarak göreceğini belirlemekti. Bu Müslümanlık 1923 sonrasında, -bu defa yukarıdan aşağı- Türklük olarak daraltılınca Kürtler de kendilerini azınlık olarak buldular. Türklük, bütün Müslümanlara çıkarılmış bir davetti. Bir başka deyişle Türklüğün kapısı bütün Müslümanlara açıktı, çünkü Türklük, her şeyden önce, bir performans meselesiydi. Türkçe konuşmak, Türk olduğunu söylemek ya da en azından başka bir “şey” olduğunu söylememek, Türk gibi hissetmek, Türk gibi düşünmek, Türk gibi “yapmak” ve her şeyden önce –mesleğinden önce, ailenden önce, dostundan önce, insanlıktan önce, doğadan önce- Türklüğe sadakat beslemek. Bu performansları sergileyenler ödüllendirilecek, sergilemeyenler cezalandırılacaktı. Doğal olarak, milyonlarca insan “davet”i kabul etti.

***

Türkiye’nin uzun 20. Yüzyılının (1910’lardan bugüne) düşünsel ve duygusal çerçevesini kanımca bu örtük sözleşme belirlemiştir. Türklük performansını, herkes meşrebine göre, eğitimine göre, toplumsal sınıfına ve statüsüne göre farklı şekillerde ve farklı dozlarda sergiliyor. Veya tersten söylersek,  kişiden beklenen performans, kişinin yaşadığı mahalleye, toplumsal statüsüne, çalıştığı kuruma ve genel olarak habitus’una göre değişiyor. Kimisinden bir dükkânın yakılmasına veya bir kişinin linçine katılması beklenirken, kiminin ise belli bir konuda kitap yazması veya o konuda belli tür bir kitap yazmaması bekleniyor. Bunları bekleyenin sadece devlet ve kurumlar olduğunu düşünmüyorum. Mahalle arkadaşımız, komşumuz, anne babamız, arkadaşımız, meslektaşımız da bekleyebilir. Devlet ve çoğunluktan göreli bir özerklik sağlanmış alanlarda ise –belli bazı üniversiteler ve yayın kurumları gibi- bu performans beklentileri doğal olarak azalıyor.

Kanımca Türklük performansını sadece Türkler sergilemiyor. Her gün milyonlarca Kürt, Türklerin çoğunluk ve güçlü olduğu yerlerde –otobüste, kahvede, hastanede, nüfus dairesinde, stadyumda vs.- Türklük performansı sergiliyor. Bir Türk gibi davranıyor, çünkü işinden olmamak için, şüphelenilmemek için, hayatta kalmak için öyle davranmak zorunda. Ancak akşam eve gittiğinde veya memleketine döndüğünde tekrar Kürt oluyor, Türklük maskesini çıkarıyor. Kürtlerin büyük çoğunluğu, kendilerinin çok iyi bildiği üzere, ikili bir gündelik hayat yaşıyor, Türklük/Kürtlük sınırını her gün geçip geri dönüyorlar. İbrahim Çay’ın evinde çektirdiği fotoğraf işte böyle bir Kürtlüğe geriş dönüş anını yansıtıyor. Fakat daha sonra bunu Facebook’ta paylaşarak kendisini riske atıyor.

Benzer bir şekilde, Türkiye’de çalışan yabancılar da güç ilişkilerini hemen anlayıp –daha doğrusu sezip- Türklük performansı sergilemeye başlıyorlar. Son günlerdeki kanımca en çarpıcı örnekler yabancı futbolcuların Twitter paylaşımlarıydı. Türk bayraklı görsellerin eşlik ettiği mesajlarda Alex, “Türk milletinin başı sağolsun. Bayrağını savunan askerlerin kudreti eksik olmasın.”, Podolski ise –asker selamı vererek- “Yüreğim sizlerle, bayrak için toprağa düşen yüce asker! Türk milletinin başı sağolsun.” diyor. Bu yabancı futbolcular Türkiye’ye geldikleri ilk günden itibaren sermayesi, medyası ve çoğunluğuyla bu ülkede iktidarın merkezinde yaşamaya başlıyorlar ve oyunun kurallarını çok çabuk öğreniyorlar. Fakat artık bu performanslara karşı tepki gösteren çok sayıda muhalif (Türk ve Kürt) var. Nitekim Podolski’nin mesajına –ilk mesajını değiştirip Türk yerine Türkiye demesinden ve bir açıklamada bulunmasından- yoğun tepkiler de geldiği anlaşılıyor. Yabancı ve Türk futbolcular benzer bir kafa karışıklığını Gezi Direnişi sırasında da yaşamışlardı, çünkü bu sefer de Türk kamuoyu, kendilerini izleyip seven çoğunluk, şiddetli bir şekilde ikiye bölünmüştü.

Performansın Türkler tarafından veya Türkler arasında yaşayanlar tarafından çoğu zaman bilinçli olarak sergilenmediğini düşünüyorum. Eylemlerin, Pierre Bourdieu’nün kavramlarından ilham alarak düşünürsek, kişinin habitusuyla, oyunun kurallarını bilmesiyle, çıkarlarını koruyacak stratejiler kullanmasıyla belirlendiğini söyleyebiliriz. Fakat kişi, “ben şimdi Türklük yapayım ve çıkar sağlayayım” diye düşünüp harekete geçmiyor. O duygu ve performans sosyalleşmeyle birlikte çoktan öğrenilmiş, iktidar ilişkileriyle birlikte içselleştirilmiş, neredeyse kişinin ikinci doğası haline gelmiş. Zaten performans gücünü üzerine düşünmeden, otomatik olarak sergilenmesinden alıyor. Aksi halde ülke kötü bir tiyatro oyununa dönüşürdü. Oysa gerçek hayatta insanlar rollerini büyük bir kendiliğindenlik, inanmışlık ve doğallıkla yerine getiriyorlar.

***

Son yıllarda bu türden yazılar yazdığımda, en yakınlarımdan bile çok olumsuz tepkiler alıyorum. Türklüğü ve Türkleri aşağıladığım söyleniyor, “Türklerin bu kadar kötü olduğunu da senden öğrendik” veya “Kürtler çok mu iyi sanki” gibi tepkiler veriliyor. Oysa kanımca bu, kimin iyi kimin kötü olduğu meselesi değil. Çok iyi, çok dürüst, çok sevdiğimiz insanlar farklı Türklük performansları sergileyebilir (örneğin Alex Türkiye’de hangi takımı tutarlarsa tutsunlar futbolseverler tarafından sevilen bir futbolcuydu, çünkü rakibine saygı duyuyordu). Kritik nokta, iyiliğin ve kötülüğün kimlere yapılacağıyla ilgili. Türklük Sözleşmesi’nin alt bileşenlerinden biri Ahlak Sözleşmesi. Buna göre, Türklük Sözleşmesi’nin içine girmeyenlere karşı yapılan kötülükler olağanlaşabiliyor ve meşrulaşabiliyor, o kişilerin başına gelen kötülüklere dair yoğun bir duyarsızlık ve ilgisizlik oluşabiliyor. Parti binalarını yakan, Kürtleri linç etmeye çalışan ya da Çay’a Atatürk’ü öptürerek zoraki bir performans sergileten kişi kötülük yaptığını düşünmüyor, hatta en büyük iyiliği gerçekleştirdiğini, çünkü Dağlıca’da ölen –ve gerçekten de zırhlı aracın yanında yatan cansız bedenini gören hiç kimsenin kötü demeyeceği- Türk askerinin intikamını aldığını düşünüyor. Bu arada, o Türk dünyasının bir parçası olduğunu gösteriyor, çevresiyle daha sağlam bir dayanışma duygusuyla hayatına devam ediyor, çevresi tarafından daha fazla sevilip sayılıyor ve kollanıyor. Aşağıdaki kötülüğün üst sınırını ise yukarıdaki devlet belirliyor.

İşte HDP, bünyesindeki Türk-Kürt-Ermeni yakınlaşmasıyla ve bunu Türkiyelileşme hedefiyle çoğunluğun hoşuna gidecek bir jestte bulunarak yapmasıyla, bu yazıda bahsettiğim döngülerden bir çıkış umudu oldu. Bir anlamda, –etnik, dini ve cinsel sınırları aşarak– iyiliğin sınırını genişletme ve kötülüğün sınırını daraltma projesiydi. Yeni ve çok daha kapsayıcı bir Ahlak Sözleşmesi girişimiydi ve bu nedenle şiddetin kullanımını gündemden çıkarmaya çalışıyordu. 7 Haziran gecesi milyonlarca insan biraz da bu nedenle daha önce yaşamadıkları türden bir mutluluğu yaşadılar. Sonrasında yaşananlar ise, bunun engellerle dolu çok zor bir yol olduğunu bu topraklara has bir sertlikle bir kez daha gösterdi. 

_______

Bu yazı Birikimdergisi.com’da yayınlanmıştır: http://www.birikimdergisi.com/guncel/turkluk-performanslari