Yunus Erduran - Ayşenur Emer

Tina De Gendt Belçikalı bir tarihçi ve gazeteci. 2014 yılında, Türkiye’den Belçika’ya işgücü göçünün 50. yılında, “Turkije aan de Leie” (Leie Nehri’nin Kıyısındaki Türkiye) adlı kitabı yayımlandı. Kitapla Belçika’nın Gent şehrinde  müze çıkışında tesadüfen karşılaştık. Kapak resmindeki renkler, çizgiler, desenler, duruş ve bakışlar çok tanıdıktı; kitabın adı ve dili ise bir o kadar yabancı. Kısa bir araştırmadan sonra yazar De Gendt’e ulaştık ve skype üzerinden bir röportaj yaptık.

Kitabın İngilizce, Fransızca veya Türkçe baskısı, en azından şimdilik, bulunmuyor. Felemenkçe olduğu için okuyamadığımız kitabı, böylece, ilk kaynağından, yazarından dinleme şansına sahip olduk. Öğrendik ki, “Turkije aan de Leie”, Leie Nehri’nin Kıyısındaki Türkiye anlamına geliyor ve kitap 1964’ten günümüze, Türkiye’den Gent’e yönelen işgücü göçüne odaklanıyor. Kitabın veri kaynağını literatür taraması, göçmenlerle ve Türkiye kökenli Belçikalılarla yapılmış yüzün üzerinde yüz yüze görüşme, Türkiye ziyaretleri esnasında yapılmış gayri resmi görüşmeler ve Türkiye kökenli bir ailede geçen evliliğin getirdiği deneyimler oluşturuyor.

De Gendt, araştırmasındaki ilk amacının,  bugün Gent şehrinde yaşayan her on kişiden birinin nasıl olup da Türkiye kökenli olduğuna dair bir cevap bulabilmek olduğunu söylüyor. Bulduğu cevabın ise, büyük ölçüde, 1960’lardaki Gent tekstil sanayisinin Türkiyeli, özellikle de Afyon Emirdağlı, göçmen işçi tercihinde yattığını ifade ediyor. De Gendt’in aktardığı bilgilere göre, kitap, ilk göçmen işçilerin farklı dönemlerde nasıl işe alındıklarını, ailelerini ülkeye nasıl getirdiklerini ve toplumda ve devlet nezdinde nasıl algılandıklarını anlatıyor.  Kitap, ayrıca, Türkiyeli göçmenlerin ve ailelerinin eğitim, barınma, iş hayatı, din, aile yaşamı, ırkçılık gibi konularda çektikleri sıkıntıları ve tüm bunların 50 yıl içinde nasıl değiştiğini ele alıyor.

De Gendt ile kitabın ve 1960’larda başlayan işgücü göçünün ayrıntılarını konuştuk. Böyle bir araştırma neden önemli? Araştırmanın yöntemi nedir? Verilere geçersek göç nasıl başladı? İstihdam ve aile birleşmesi süreçleri nasıl işledi? Nesiller arası farklar bize ne anlatıyor? Uyum politikaları nasıldı? Almanya örneğini pek çok yerde gördük, okuduk, izledik. Peki, Belçika ve Gent örneğinin ayırt edici özellikleri neydi? Kitabın yayınlanmasıyla aldığı tepkiler nelerdi? Araştırma süresince neleri keşfetti, daha önceden görmediği, bilmediği neleri öğrendi? De Gendt, bize, resmi istatistiklerde ve göç raporlarında rastlayamayacağımız detaylarla ve konumu dolayısıyla hem içeriden hem dışarıdan bir bakışla, bu sorular çerçevesinde, 50 yıllık devinimin Belçika ve Gent ayağını aktardı.

“Göç tarihi hakkında konuşmak bir tabu; çünkü ‘bizim tarihimiz’ olarak görülmüyor. Oysa bu tarih, apaçık bizim tarihimiz.”

Yunus: Diğer ülkelerdeki göçler hakkında yeterli araştırma kaynaklarına sahip değiliz. Almanya’daki göçler hakkında bazı belgesellerin olduğunu görüyoruz. Bu belgeseller çoğunlukla büyükanne ve büyükbabaların nereden geldiğini sorarak kendi köklerini tarif etmeye çalışan kişisel hikâyeler. Dolayısıyla bunlar, temel olarak kendi köklerini keşfetmeye ve içinde yaşadıkları nüfusun çağdaş tarihi arasında bir bağlantı kurmaya çalışan bir üçüncü kuşak çabası. Fakat Türkiye’de bunun bir kuşak meselesi olduğuna dair bir mutabakat var: ilk nesil, onların oğulları ve torunları… Bizim de göçmen akrabalarımız var. Ayşenur Denizli’nin köylerinde bu konu üzerine çalıştı. Tezi, kocaları işçi olarak Avrupa ülkelerine göç etmiş, Denizli’nin köylerinde yaşayan geride kalan kadınlar hakkındaydı. 20 – 25 yıl ayrı yaşamak da meselenin başka bir yönü ve hakkında herhangi bir resmi istatistiğin ve kaydın olmadığı bir araştırma konusu. Bu belgeseller ve makalelerle kişisel hikâyeler ortaya çıkıyor ve bunlar oldukça değerlidir. Bu da bizi araştırmanın yöntemine getiriyor.  Görüşmecileri nasıl buldunuz? Kalitatif yönteme ne ölçüde ayrıcalık tanıdınız? Ne kadar istatistiksel veri bulmaya çalıştınız? Ayrıca bir tarihçi olarak konuya yaklaşımınız nasıldı?

Tina: İlk olarak bu söylediklerinizin doğru olduğunu söylemek isterim. Bu tür şeyler, tarihte yaşananlara karşı farkındalığı arttırmak bakımından son derece önemlidir. Görüşmeleri yaparken ve verileri toplarken sık sık “Bunu neden araştırıyorsun? Bu tarih değil; bu senin için ilginç bir şey değil” diyen insanlarla karşılaştım. Göç tarihi hakkında konuşmak bir tabu; çünkü “bizim tarihimiz” olarak görülmüyor. Oysa bu tarih, apaçık bizim tarihimiz. İnsanların ¼’ünün göç geçmişinin olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Göç tarihinin bizim tarihimizin bir parçası olmadığını söyleyemezsiniz ve olup biteni yok sayamazsınız. Bu nedenle bu tür araştırmalar oldukça önemlidir. İkinci olarak üniversitelerde göç konusu etrafında yürütülen pek çok araştırma vardır. Ancak bunlar tarihsel araştırmalar değildir. Daha çok sosyolojik, psikolojik veya tıbbı araştırmalardır. Bunlar da oldukça önemli ancak yapmamız gereken iki şey vardır. Birincisi, genel olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasının tarihi hala oldukça taze veya bazı kişiler tarafından henüz tarih olarak görülmüyor. Bu nedenle bu dönemle ilgili verileri korumaya çalışmalıyız. Bir örnek verecek olursak, 30 yıl öncesine kadar, videokasetler vardı. Artık yoklar. Tarihsel verilerle dolu olmalarına rağmen 50 yıl içinde değişen teknoloji nedeniyle kimse artık onları izlemiyor. Son 50 yılın tarihi bence tehlike altındadır. Sadece göçle ilgili de değil, genel olarak pek çok şeyi, şimdi kayıt altına almamız gerekiyor.  İkincisi, göç ulusal tarihin hatta uluslararası tarihin bir parçası olarak görülmüyor. Kesinlikle var olan bir şey ancak tarihçiler maalesef bu konuyla ilgilenmiyorlar. İkinci veya üçüncü kuşak insanların farkındalığının arttırılması, tarihle ilgilenmeleri ve kendi tarihlerini belgelemeye başlamaları hakkında bir fikir verebilir. Bunun içinse ilk adım arşivlerin korunmasıdır.

Metodolojime gelirsek… Araştırmamda ilk olarak elbette okuyabildiğim kadar çok okumaya çalıştım. Son 50 yılda özellikle sosyal bilimler ve tıp alanında yürütülen çeşitli araştırmalar mevcut durumdadır. Böylece ben de son 50 – 60 yılda gerçekleşen göçlerle ilgili yapılmış pek çok araştırmayı okudum. Bunun ötesinde, insanlarla kendilerinin ve ailelerinin yaşam hikâyeleriyle ilgili görüşmeler yapmaya başladım. Benim yaklaşımımdaki temel farklılık onlara belirli bir konuda belirli bir soru sormamamdı. Onlardan sadece yaşamlarını en başından başlayarak kronolojik olarak anlatmalarını rica ettim. Onlara öncelikle büyükanne ve büyükbabalarının nerede yaşadığını sordum. Tarihi olabildiğince en başından başlatmak önemliydi. Bu şekilde Belçika ve Türkiye’nin ekonomik sistemindeki değişimlerin göç dalgalarında ne kadar önemli olduğunu gördüm. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Marshall Planı özellikle Emirdağ ve tüm Anadolu için son derece önemlidir. Marshall Planı nedeniyle yeni nesiller ekonomik olarak hayatta kalma mekanizmalarını hızlı bir biçimde değiştirdiler. Belçika’da pek çok insan bütün Türklerin yoksul oldukları için buraya geldiklerini düşünür. Fakat gerçek olan şudur ki, söz konusu nesil Marshall Planı nedeniyle aniden yoksul hale gelmiştir. Bu ise, genellemeleri ortadan kaldırabilecek bir bilgidir. Görüşmecilere ayrıca kendilerinin ve ailelerinin yaşamlarındaki dönüm noktalarını sordum. Kitabı 2000’li yıllarda sonlandırdım çünkü bu tarih günümüze oldukça yakındır. Bu yakınlık nedeniyle görüşmecilerin bu konudaki fikirlerini vermeleri oldukça zordur. Esasında ilk fikrim her bir dönemden beş kişiyle görüşmekti. Bu beş kişinin ise, bizzat kendileri göç etmiş olan göçmenler olmasını ve görüşmelere ikinci ve üçüncü nesli dâhil etmemeyi tercih ediyordum. Bu ayrımın oldukça önemli olduğunu düşünüyordum çünkü burada doğan insanlar, aslında göçmen olmamalarına rağmen,  göçmen olarak görülüyorlardı. Bu ilk fikrimdi fakat daha sonra istatiksel olarak Türkiye göçünün bütünüyle böyle olmadığını anladım. 1965 ve 1966’da, 1973 ve 1974’te ve 1980’lerin başlarında ve bir miktar 1990’larda olmak üzere belirli göç dalgaları bulunmaktadır. Bu nedenle farklı dönemlerden farklı insanlar aramaya koyuldum. Araştırma metodumdaki en yeni yaklaşım muhtemelen insanlara her zaman kendisinden önce kimin geldiğini sormamdı. Öncü göçmenleri bu şekilde buldum. Bu nedenle bu yalnızca Türkiye göçüyle ilgili bir hikâye değildir. Son 50 yılın yaşamlarımızı nasıl değiştirdiğinin de bir hikâyesidir. Bunu her zaman yapbozla karşılaştırırım. Gent’te 50,000 insan yaşıyor ve her birinin yapbozda bir yeri vardır. Yaptığım şey ise, tüm parçaları veya parçaların çoğunu toplamak ve bu parçaları bir araya getirmeye çalışmaktı. Yapbozu görürsünüz, üzerinde pek çok boşluk vardır, bazı parçalar yerinde değildir fakat yapbozu yine de tamamlayabilirsiniz.

 Yunus: Türkiyeli işçilerle Belçika kömür ocakları arasındaki istihdam ve göç prosedürü nasıldı? İşçileri nasıl buldular ve süreci nasıl yürüttüler?

Tina: Kömür ocağı işletmecileri Ankara’ya, İstanbul’a ve muhtemelen Türkiye’nin diğer şehirlerine gittiler. Tıbbi araştırmalar ve işçilere bazı testler yaptılar ve onları bu şekilde işe aldılar. Fakat Brüksel ve Gent dâhil olmak üzere Belçika’nın diğer şehirleri için bu süreç geçerli değildi; çünkü bu işçiler bu şehirlerde yasal olarak istihdam edilemiyorlardı. Bu nedenle genellikle Arnavutluk ve Makedonya’dan olmak üzere “rehberler” ile birlikte çalıştılar. Bu rehberler göçmen Türklerdi; hem etnik olarak Türk’tüler hem de Avrupalıydılar. Bu kişiler aracı olabildiler çünkü genellikle Fransızca veya Almanca konuşabiliyorlardı. Böylece bu rehberler işçilerin kayıt dışı bir şekilde işe alınmasında önemli rol oynadılar. Gent sanayisi de buna bir örnektir.  


John Berger ve Jean Mohr, Yedinci Adam  http://es.pilsenportal.org/news/2645

Yunus: Bu rehberler Afyon Emirdağ’daki potansiyel göçmen nüfusla bağlantı kurabilmek için mi bulunuyordu yoksa İstanbul’da veya başka bölgelerde bazı bağlantıları vardı ve ardından mı Afyon’a erişiliyordu?

Tina: İlk başta hayır. Gent’te pek çok göçmen elbette Afyon bölgesindendir. Fakat Gent’e gelen ilk göçmenler çoğunlukla İstanbul bölgesinden göçmen Türklerdi. Özellikle Türkmenköy olmak üzere Emirdağ’dan İstanbul rehberleriyle kurulan bir bağlantı vardı. Gent’te tekstil sanayisi hâkimdi. Bu sanayi yoğun işgücü arayışı içindeydi ve Türkiyeli işçilere Kuzey Afrikalı işçiler karşısında ayrıcalık tanıyordu. Türkiyeli işçilerin iş ahlakının olduğunu, çalışkan insanlar olduklarını ve şikâyet etmediklerini düşünüyorlardı.   Fakat buradaki esas mesele çok fazla işçiye gereksinim duyulmasıydı. Göçmen Türklerin sosyal ağlarının çok geniş olmaması nedeniyle her işçinin sadece birkaç erkek kardeş veya birkaç amca/dayı gibi az sayıda işçiyi yanlarında getirebilmesi bir sorundu. Emirdağlı insanlar ise inanılmaz bir sosyal ağı beraberlerinde getirebiliyorlardı. Böylece Emirdağlılar, çok fazla sayıda işgücüne ve aileye ihtiyaç duyan bu sanayiye, çok fazla sayıda işgücü ve aile sundu. Bu herkesin, özellikle de Emirdağ’dan gelen insanlara ayrıcalık tanıyan sanayinin, yararına kurulan bir bağlantı oldu. Çünkü Emirdağlılar çok iyi işçilerdi, şikâyet etmiyorlardı ve ayrıca altyapısı olan pek çok aile üyesini getirebiliyorlardı.

Yunus: O halde işe alım, Almanya örneğinden farklı olarak, 5-8 kişiden oluşan tüm aileyi bağlıyordu ve işçiler bir aile olarak ülkeye alınıyordu. Almanya örneği üzerinden bir genelleme yaparsak; ailenin reisi Almanya’ya gider ve işçinin performansına bakılır. İşçi beğenilmezse geri gönderilir, beğenilirse işçinin ailesi de davet edilir. Fakat bu Afyon ve Belçika örneğinde geçerli değildi, öyle mi?

Tina: Hayır kesinlikle değildi. Almanya’da baba ile ailenin geri kalanı arasındaki ayrılık bazı durumlarda on yıl veya daha fazla sürebiliyordu. Belçika’da bu süre birkaç aydı veya bazen bir yıldı. Böylece babanın elbette önce gitmesi doğru; ulaşmasının ardından kısa bir süre sonra sanayi ailesini getirmesi için işçiyi zorlardı. Bunun sebebi çocuk işgücüydü ki biz buna şimdi “çocuk işgücü” diyoruz. Genç insanlar tekstil sanayinde 14 yaşından itibaren çalışmaya başlarlar. Bu sanayide genellikle iki işçi birlikte çalışırdı ve bu iki kişinin bir baba ve bir oğul olması büyük avantajdı. Bu çalışma biçimi Belçika için ve genel olarak tüm tekstil sanayisi için geçerlidir. 19. yüzyılda oğlu eğiten babaydı. Belçikalı işçiler için de geçerli olan bu sistem Türkiyeli işçiler için de korundu. Baba oğluna işi nasıl yaptığını gösterebiliyordu ve aynı bilgiyi oğul da kendi oğluna aktarıyordu. Aynı süreç anneler ve kızları için de geçerliydi çünkü tekstil endüstrisinde aynı şekilde pek çok kadın işçi çalışıyordu. Bu nedenle ailelere karşı herhangi bir ayrımcılık söz konusu değildi. Elbette durum kömür ocakları için farklıydı. Kömür ocaklarına gittiğinizde yalnızca yetişkin erkekler için istihdam vardı. Tekstil endüstrisinde ise istihdam herkese yönelikti. Burada çocuk sahibi olmak ve onları da çalıştırmak büyük bir avantajdı.

Yunus: Anlıyorum. O halde, aile üyeleri toplamda bir yıl içinde geliyordu; aile reisi kömür ocağına gidiyordu ve ailenin diğer fertleri de başka yerlerde çalışabiliyordu. Çalışma mantığı bu şekilde miydi yoksa kömür ocağı işçilerinin aileleri ayrı mı kalıyordu? Sanayide işe alım sürecindeki segmentasyon nasıldı?

Tina: Limburg dediğimiz bir yer var. Burası göç tarihinin tamamen farklı olduğu bir yer çünkü Gent’teki göç tamamen aile ve zincir üzerinden gerçekleşiyordu. Afyon Emirdağ’ın bu bölge için önemli olmasının nedeni de buydu. Limburg’daki kömür ocağı bölgesinde ise, işe alım sistemi nedeniyle Türkiye’nin her yerinden gelen birbirinden farklı profilde insanlar bulunuyordu. Türkiye hükümetinin uyguladığı il sistemine göre, örneğin Kars bölgesinden geliyorsanız Avrupa’ya gitme konusunda avantajlıydınız. Bu nedenle Belçika’da kömür ocağı bölgelerinde nüfus son derece çeşitlidir. İnsanlar gerçekten Türkiye’nin her yerinden gelmişlerdir ve bu nedenle bir cemaat eksikliği söz konusudur. Gent’te ise, bunun aksine, uygulanan farklı işe alım sistemi nedeniyle göçmenler neredeyse aynı köyden gelmektedirler. Biz buna Gent’te “nakledilmiş cemaat” (transplanted community) diyoruz çünkü bazı sokaklarda bugün hala Türkiye’den bir bütün halinde “nakledilmiş” köy halkı bulunuyor. Yüzyıllarca birlikte yaşamış olan aileler veya köy halkı hala birlikte yaşıyor; sadece artık Türkiye’de değil, Gent’teler.   


Beluik Regattenlaan, 1968 © Stadsarchief Gent

Yunus: Bu durum küresel krizle mi alakalı yoksa Belçika’ya özgü süreçler mi söz konusu? 1970’lerdeki küresel krizin sonuçları itibarıyla Avrupa’daki işçiler için bir kırılma noktası olduğunu biliyoruz. Bu süreç Belçika’da nasıl yaşandı? Belçika’ya özgü durumlar nelerdi?

Tina: Belçika için özel olan durum, kömür ocaklarının ve diğer sanayinin bu dönemde çalışmayı durdurmasıdır. Ancak 1970’lerden itibaren tüm Avrupa’da ve dünyada da durum böyleydi ve istihdam oranları düşmekteydi. Ancak Gent’te bu düşüş radikal bir biçimde gerçekleşti çünkü tekstil sanayisi bu dönemde çok önemliydi. Kente bugün geldiğinizde muhtemelen göreceksiniz; Gent artık bir tekstil sanayi ve işçi kenti değildir. Kimyaya ve buna benzer alanlara dayalı bir ekonomisi vardır ve öğrenci ve hizmet kentidir. Fakat Gent 1970’lerde bir işçi kentiydi ve nüfusun %60’ından fazlası işçilerdi. Yani şu anki durumdan tamamen farklıydı. Bu dönüşüm Gent’te 1970’lerin sonu 1980’lerin başında oldukça hızlı bir biçimde gerçekleşti.  Kentin nüfusu ve özellikle işgücü profili tamamen değişti. Eğitimi olmayan işçiler kökeni ne olursa olsun işsiz kaldılar. Eğitimi olmayan işgücünü istihdam edecek herhangi bir yer bulmak zorunda kaldılar ki bu artık oldukça zordu.

Yunus: Daha sonra ne oldu? İşsiz kalanlar diğer Avrupa ülkelerine gitmek üzere Gent’i terk etmek zorunda mı kaldılar yoksa Türkiye’ye geri mi döndüler?

Tina: Belçika hükümetinin bu konudaki fikri onları geri göndermekti. 1984’te “get out bonus” dediğimiz geriye dönüş primi uygulaması dahi vardı. Belçika hükümeti göçmenlerin Türkiye’ye geri dönmesi halinde kendilerine bir miktar para vereceğini söylüyordu. Fakat söylediğim gibi Belçika hükümeti aile göçüne en başından beri çok fazla yatırım yapmıştı. 1960’lardan itibaren çocuklar artık Belçika’daydı, Belçika okullarında eğitilmişlerdi, artık Türkçe öğrenmiyorlardı, Türkiye kültüründen uzaklaşmışlardı ve böylece artık Türkiye’yle bir bağları kalmamıştı. Türkiye’ye dönmeye zorlanan insanlar, bu insanlardı. Bu araştırmamda fark ettiğim bir noktadır: İnsanların ülkelerine geri dönmelerini beklemek tam anlamıyla bir yanılsamadır, doğru değildir. Örneğin, bugün Emirdağ’a giderseniz 1960’larda terk ettiğiniz ülkeyi bulamazsınız ve yeniden entegrasyon göçmenlerin 1960’lı yıllarda Belçika’da yaşadıkları entegrasyondan bile daha zordur. Ayrıca 1980’lerde Türkiye de ekonomik kriz içindeydi ve Belçika parası ülkede zor bulunuyordu. Bu şekilde insanlar bu dönemde geri dönmek isteseler bile gerçekten geri dönemez hale geldiler ve kalmak zorunda kaldılar. Bu an, tam olarak insanların evleri olarak Türkiye’yi değil Gent’i görmeye başladıkları andır. Bu dönem Gent’teki Türkiyeli işçiler ve aileleri için inanılmaz zordu. Türkiye’ye geri dönemeyeceklerini fark ettiler; orada özellikle çocukları için artık hiçbir şey yoktu. Aynı zamanda Gent’te de kalamıyorlardı çünkü artık hoş karşılanmıyorlardı. Bu dönemde Gent-Türkiye tarzında yaşam biçimlerini ve kendi sistemlerini organize etmeye başladılar. Tam da bu sıralarda pek çok dükkânın, restoranın, alışveriş merkezinin, politik organizasyonun açıldığını görürsünüz. Tüm bunlar, hem o dönem oldukça düşmanca olan bir ortamda yaşamayı mümkün hale hem de Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalmayı imkânsız hale getiriyordu.

Yunus: Türkiye’den diğer ülkelere göç meselesi farklı profiller bağlamında bir kuşak meselesi haline geldi. Bu nedenle, bu konudaki herhangi bir araştırmada farklı nesillerin motivasyonlarını, topluma uyum biçimlerini, içinde yaşadıkları ülkeden ve köken ülkelerinden beklentilerini birbirinden ayırmak durumundayız.  Almanya gibi diğer ülkelerde büyük bir Türkiyeli göçmen cemaati var ve buradaki nesilleri birbirinden rahatça ayırabiliyoruz. Köken ülkelerinde oldukça yoksul oldukları için temel motivasyonları para biriktirmek olan birinci nesil söz konusu. Politik nedenlerle göç eden az sayıdaki göçmeni elbette bunun dışında tutuyorum. Orada doğan ikinci nesil ise araf dediğimiz yerde; köprünün ne o tarafında ne de bu tarafında. Şimdi yaklaşık 20’lerinde olan üçüncü nesil ise “now home” ülkelerine tamamen uyum sağlamış durumdalar ve şu anda Türkiye’ye oldukça yabancılar. Bu nedenle genellemeler yerine; motivasyon, beklenti vb. ekseninde bazı belirli karakteristiklerden bahsetmek mümkündür.  Gent ve Almanya’yı özellikle bu noktadan tanımlamak önemlidir. Örneğin, motivasyon bağlamında Gent örneğini nasıl tasvir edersiniz?

Tina: Türkiye’den Belçika’ya ve Almanya’ya yönelen göçler birbirinden oldukça farklıdır. Belçika örneğinde nesillerden bahsetmek ve onları birbirinden ayırmak pek çok sosyologla da konuştuğumuz gibi bir sorundur. Birinci, araf dediğiniz ikinci ve üçüncü nesil hakkında düşünmeye çalışıyoruz ancak bu ayrımı Belçika için yapmak, özellikle de Gent için yapmak, daha önceden bahsettiğim göç dalgaları nedeniyle çok zordur. Almanya’ya 1960’ların başında gelen ve sonrasında ailelerini de getiren büyük bir grup olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat Belçika’da bu türden bir göç tarzı yoktur; aynı neslin insanları aynı dönemde geldiler. Bu nedenle de, örneğin 20 yaşında olan birinci nesil görebileceğiniz gibi, yine 20 yaşında üçüncü nesil de görebilirsiniz. Buradaki problem yaş ile neslin birbirine uymamasıdır. Son 50 yılda Belçika’ya yönelen göçlerde, göçmenlerin motivasyonlarının bir miktar değişmiş olması, bu konuda söyleyebileceğim tek şeydir. Sanırım, temel farklılık 1960’larda ve 1970’lerde Belçika’ya gelen insanların, göç öncesinde, Belçika hakkında hiçbir şey bilmemesi, şu anda gelenlerin ise zincirleme göç nedeniyle pek çok şey bilmesidir. Diğer farklılık ise,  1980’li yıllarda gelen insanların burada kalmak istemeleridir. 1960 ve 1970’li yıllarda gelenler ise asla burada kalmaya ilgi duymamışlardı. Belçika’da, 1980’lerin ortalarında, göçün yanı sıra entegrasyon ve sosyal meselelerle de ilgilenmeye doğru bir değişim ortaya çıktı. Kitabın başlığında, Türkiye ile aynı olmayan küçük Türkiye’den bahsederken, buna referans veriyorum.

Yunus: Bu bizi ülkelerin göçmenlere uyguladığı farklı uyum politikalarına getiriyor. Almanya ve Fransa’nın, farklı ülkelerden gelen farklı göçmen gruplarına yönelik, farklı uyum politikaları izlediğini biliyoruz. Öncelikle, Belçika hükümetinin işgücü alma sürecinin ayırt edici özellikleri var mıydı? Politikacıların bu konuda tepkileri nasıldı? Kamuoyunun hem göçmen nüfusa hem de Türkiyeli göçmen cemaatine karşı tavrı nasıldı? Tersinden bakarsak göçmen cemaatlerinin de içine girdikleri topluma bakışı nasıldı? Örneğin, Almanya’daki Türkiyeli göçmenler, Almanyalı insanların, özellikle aşırı sağ politikalar ve ırkçılıkla birlikte, kendilerini nasıl küçük düşürdüklerinden yakınıyorlardı. Peki, resmin diğer tarafı bize ne anlatıyor?

Tina: Bu çok ilginç aynı zamanda cevaplamak için oldukça karmaşık bir soru. Zira sorunun cevabı son yıllarda oldukça değişim gösterdi. Söyleyebileceğim ilk şey, Belçika hükümeti, 1964 yılında kömür ocakları ve Türkiye hükümeti arasında sözleşme yapıldığında, esasında bir aracıdan daha fazlası değildi ve bu konuda herhangi bir politikası yoktu. Yaptıkları tek şey kömür ocaklarını Türkiye’ye getirmekti. Kömür ocakları birer şirket olarak Türkiye’ye açılamazlardı. Oraya gitmek ve işgücünü kendisine çekmek için bir devlete ihtiyaçları vardı. Belçika hükümetinin oynamak istediği tek rol de buydu ve bu tavrını 1991 yılına kadar sürdürdü. Bu tarihe kadar, Belçika hükümeti ve yerel yönetimler, aslında göç, entegrasyon, uyum meseleleriyle ilgilenmedi. Büyük resme dahil olmadılar. Yaptıkları tek şey işsizlik ve barınma gibi büyük sorunlar söz konusu olduğunda müdahale etmekti. Gerçek bir yaklaşımları yoktu. Belçika’da göçlerin çoğu kayıtsızdı ve bu nedenle de Belçika örneği resmi göç politikaları olan Almanya ve Hollanda’dan farklıydı.

Örneğin 1970’lerde Gent kent konseyinde göçmenlere Felemenkçe eğitimi vermek istenilmediğine dair büyük bir tartışma yaşanmıştı. Çünkü göçmenler bir gün ülkelerine geri döneceklerdi ayrıca kendilerinden böyle bir talepte de bulunmamışlardı. Eğer birileri dahil olmak isteseydi bu onlar için harikaydı fakat bunu hiç sorgulamıyorlardı. Bu durumun, entegrasyon ve dil meselesine dair büyük bir boşluk yarattığını görebilirsiniz. Zira 1960’lardan 1991 yılına kadar gelen göçmenlerin Felemenkçe öğrenme şansları hiç olmadı. Bugün insanlar bunu görmezden geliyorlar fakat bunu yapmamalılar. Ancak 1980’lerde bir şeyler değişmeye başladı. Ekonominin, maalesef, her şeyi düzenlediğine inanıyorum ve bu değişim ekonomideydi; ne politik sistemde ne de bakış açısında. 1980 sonrasında işsizlik arttı. İnsanlar ne geliyordu ne de geri dönüyordu. Bu dönemden önce işsizlik oldukça sınırlıydı ve bu ölçüde yaşanan bir işsizlik herkesi korkuttu. Bunu hem Belçikalı hem Türkiyeli nüfusta net bir biçimde görmek mümkündü. Türkiyeli nüfusunda geri dönmek veya kalmak konusunda büyük bir tartışma başladı. Açık davet sisteminin değişmesinin ve göçün içerdiği ekonomik meselelerin fark edilmesinden sonra, Belçikalı nüfusta ise ırkçılık arttı.  Pek çok insan sistemi suçladı; fakat suçladıkları göçe dâhil olan insanlardı elbette. İşsizlik ve ekonomik krizden göç sorumlu tutuldu. 1980’lerde Belçika’da ve ayrıca Gent’te atmosfer oldukça kötüydü. Bu dönemde insanlara sokaklarda saldırıldı, Gent’te bir ırkçı cinayet işlendi. Aleni ırkçılıkla ilgili pek çok problem yaşandı. Ülkede ilk defa aşırı sağ bir parti politik olarak ortaya çıktı. “Vlaams Block” olarak adlandırılan bu parti günümüzde hala mevcut ve göç meselesiyle ilgilidir. 

Bu dönemde Avrupa’nın her yerinde bu tür partiler ortaya çıkmaktaydı. Bu türden politik ırkçılık, milliyetçilik ve aşırıcılık bizim için oldukça korkutucu çünkü İkinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan Nazi deneyimini ve soykırımı hatırlatıyor. Bu tür partilere karşı Türkiyeli cemaatten ve ayrıca Belçikalı cemaatten gelen tepkiler inanılmazdı. Pek çok ırkçılık karşıtı kampanya düzenlendi. Bu kampanyalarda iki taraf vardı: bir taraf gerçekten ırkçıydı ve diğer taraf gerçekten ırkçılık karşıtıydı. Bu düşünme şeklinde ortada bir yerde olmanız mümkün değildi. Irkçılık karşıtı kampanyacılar ve organizasyonlar entegrasyon, eğitim, istihdam gibi konularda oldukça aktif olmaya başladı. Böylece 1980’lerde var olmaya ve politik olarak dahil olmaya başlayan pek çok organizasyon vardı. Pek çok kişi Türkiye cemaatiyle birlikte protestolara başladı. Dolayısıyla bunu yapanlar yalnızca Türkiye cemaati değildi, Belçika veya Türkiye kökeni ne olursa olsun bir grup ırkçılık karşıtı insandı. Bu insanlar, aşırıcılık, sağ kanat ve milliyetçi siyasal parti karşıtı tamamen melez bir gruptu. 1991 yılında hükümet entegrasyon konusuna ilk defa dahil olmaya başladı. Fikir gerçekten insanların burada kalmasına yardım etmekti ve temel meseleleri buydu: Göçmenlerin burada kalmasına ve topluma uyum sağlamalarına yardım ederek herhangi bir ırkçı veya benzer bir tavırla karşılaşmamalarını sağlamak. Dil, istihdam ve eğitim ilk önem verilen konular oldu. 1991 yılından bu yana politik partiler düştü ve farklı hükümetler işbaşı yaptı fakat bence son on yılda insanların entegrasyonuna yardım etmekten, entegrasyon konusunda başarısız olan insanları cezalandırmaya doğru bir gidişat var. Şu anda sağ kanat bir hükümetimiz var; ancak bu yaklaşım sadece bu hükümetle ortaya çıkmadı. Son 10 yılda, bu yaklaşımların birbirlerinden oldukça farklı olduğunu görebilirsiniz.  İnsanlara yardım etmemek ve onları kendileri için en iyi olanı yapmaları konusunda çok fazla desteklememek fakat mümkün olduğunca onları bastırmak ve cezalandırmak söz konusu. Örneğin görüşme yaptığım 1960’lı yıllarda gelen öncü göçmenler için bu acı verici bir durumdu. Zira bu göçmenler tüm yaşamları boyunca burada çalıştılar ve bazıları hiçbir zaman işsiz değildi. Emekliliklerinden sonra yaşamlarının geri kalanını keyifle geçirmeye çalışırken şimdi Felemenkçe bilmedikleri için bir hastaneye gittikleri zaman çok kaba ve ırkçı muameleye maruz kalıyorlar, bu şekilde cezalandırılıyorlar. Bence bu durum yeni problemleri de ortaya çıkarıyor. Bunun farkında olan pek çok insan var. Türkiye ve diğer ülke kökenli pek çok insan artık yüksek eğitim düzeyine sahip ve politik karar verme mekanizmalarına katılıyorlar. Mevcut hükümetimizde maalesef olmasalar da, yüksek seviyedeler ve bu şekilde en azından konuyu gündeme getirebiliyorlar. Bence pek çok Türkiye kökenli kişi için en önemli mesele ırkçılık; çünkü bu onları iyi bir iş bulmaktan, yükseköğrenime ulaşmaktan ve aile evi inşa etmekten vb. alıkoyuyor.

“’Türkler’ diye bir şey yoktur… Türkiye çok karmaşık bir ülke ve çoğu insan bu karmaşıklığın boyutunu bilmiyor.”

Yunus: Araştırmanızı yaparken Türkiyeli göçmenlerden öğrendiğiniz konunun ilginç ve farklı yönlerine dönelim isterseniz. Yolculuğunuz boyunca neler keşfettiniz?

Tina: Benim veya insanların daha önceden bilmediği bir diğer konu şuydu: “Türkler” diye bir şey yoktur. Pek çok insan, ulus devletin, Fransa’daki tüm insanların Fransız, Belçika’daki tüm insanların Belçikalı, Almanya’daki tüm insanların Alman olmasıyla ilgili olduğuna dair bir fikre sahiptir. Fakat bu oldukça eski tarz bir fikirdir. Türkiye çok karmaşık bir ülke ve çoğu insan bu karmaşıklığın boyutunu bilmiyor. Özellikle Belçikalı insanların çoğunun İstanbul, Ankara, Antalya, İzmir ile Anadolu ve örneğin Emirdağ’ın birbirinden tamamen farklı bölgeler olduğunu görmeleri gerekiyor. Üzerinde yeterince durulmayan bir diğer mesele ise, buradaki insanların tüm Türkiyeli kadınların başörtüsü taktığını düşünmesidir. Böyle düşünüyorlar; çünkü buradaki pek çok kadın bunu yapıyor. Sadece modern ve Belçikalı olmaya karar vermiş kadınlar artık daha fazla başörtüsü takmamaya karar vermişlerdir.  Bu da elbette doğru değildir. Bunlar bilinmesi gereken ilginç noktalar fakat ben de dâhil olmak üzere pek çok insan bunu bilmiyorduk. Bu göç hikâyesiyle ilgili araştırma yapmaya başlamadan önce pek çok kez Türkiye’de yolculuklar yaptım. Fakat bence Türkiye’deki politik ve dinsel vb. çeşitliliğin önemini hafife almıştım. Örneğin, bilmediğim şeylerden biri de şuydu: Türkiye’de içgöçler insanların hayal edebileceğinden çok daha fazladır. Okuduğum bir araştırmaya göre, İstanbul bölgesinde yaşayan insanların %90’ı, başka şehirlerden gelenlerdir. Göç hakkında pek çok ders de verdim ve bunun insanların bilmediği için çok şaşırdıkları bir konu olduğunu gördüm.  Türkiye’nin yüzyıllardır aynı olduğunu zannediyorlar ve yalnızca Atatürk’ü biliyorlar.


ca 1980 © Lieve Colruyt

Yunus: Kitap yayınlandıktan sonra nasıl tepkiler aldın? Türkiye’den ve Türkiye kökenli insanlardan, Belçikalı ve “gavur” olduğun için, bu konuya gerçekten ilgi duyamayacağına dair yorumlar aldığından bahsettin. Ancak Belçika tarafından da tepkiler aldığına eminim. Aşırı sağ siyasal partilerden, toplumda genel olarak istemedikleri nüfusun bir çeşit sesi olduğun için doğrudan herhangi bir tepki aldın mı? Genel olarak kitabın etkisi ne oldu olumlu veya olumsuz?

Tina: Araştırmamdan yola çıkarak birçok makale yazdım. Ayrıca kitap, iki sergi ve bir tiyatroya uyarlandı. Aldığım en önemli tepki göç tarihinin ulusal tarih olarak görülmemesine dairdi. Göç tarihi bizim ülkemizin tarihidir dediğim için insanları bazen gerçekten kızdırdım. “Hayır, bu gerçekten bizim tarihimiz değildir” dediler; fakat “Evet öyle. Bu gerçekten bizim tarihimizdir”.

Bu, Ortaçağa dair okullarda öğretilen her şeyden daha fazla bizim tarihimizdir; ama çok da hassas bir konudur. Diğer mesele ise, ben bir sosyolog değilim bu nedenle söz konusu nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum. Ben sadece göç tarihi üzerine araştırma yaptım ve bu insanların benimsemesi için oldukça zordu. İnsanlar kitap hakkında yazılanları okuduklarında kitabın Türklerle, baklava ve buna benzer şeylerle ilgili olduğunu düşünüyorlardı. Hayır, bu oldukça zor bir konuda yapılmış bir araştırma; çünkü Türklerle ilgili “Tüm Türkler şunu yapar, tüm Türkler bunu yapar” gibi bir tür egzotik bakış açısı var. Oysa bu kitap, Türkiye kültürüyle ilgili değildir; burada yaşayan insanlarla ilgilidir.

Neyse ki insanlar bunun gerçeklerle ilgili olduğunu fark ettiklerinde genellikle susuyorlar. Örneğin, çok mutlu olduğum olaylardan biri şuydu. Belçika’nın Flaman topluluğunda her zaman büyük törenler yapılır ve oldukça sağ kanattandır. Şehrimizdeki politikacılardan biri, bilirsiniz her zaman tarihi konuşma yapan birileri olur, araştırmamdan bazı parçaları göstermemi söyledi. Bu onun için oldukça büyük bir şeydi. Buna minnettarım çünkü “Biz Flamanız ve yabancıları istemiyoruz” veya bunun gibi şeyler söyleyen bir grup insan karşısında olduğum hissine kapılmıştım. Bunu yaptığıma çok memnunum.