Aylardır Sur, Silopi ve Cizre’de zırhlı araçların sokaklarda dolanarak çaldıkları mehter marşı, hoparlörlerden yankılanan “Hepinizi haritadan sileceğiz" tehditleri ve "Ermeni dölleri!” gibi ırkçı çağırışlar ile karşı karşıya kalmış bir halkın yarasını hiç kimse saramaz.

Düşünün ki, her gün ve her gece bu seslerle her an nasıl bir şekilde öldürüleceğinizin endişesi ile karşı karşıyasınız. Asla dışarı çıkamıyorsunuz. Çıktığınızda ise keskin nişancılar tarafından tek kurşunla yere seriliyorsunuz. Dışarıda gözlerinizin önünde öldürülen anneniz, babanız, ablanız ya da abiniz dahi olsa, onun yerde uzanan cansız bedenine saatlerce ve hatta günlerce baka kalmaktan başka hiçbir seçenek bırakılmamış. Müdahale edemiyor ve ona baktıkça hıçkırıklara boğuluyorsunuz. Çıkıp ona dokunamıyorsunuz. Şehrinizi saran insan kokuları ile yeniden ve yeniden ölüyorsunuz. İşte o zaman anlıyorsunuz ki bu savaş, şehrin tamamına karşı başlatılan bir savaş.

İçeride açlıkla, dışarıda ölümle sınanıyorsunuz. Ve daha bin bir türlü ölüm-öldürme yöntemi ile yapayalnız bırakılıyorsunuz. Şanslıysanız ölmüyorsunuz fakat yaşamıyorsunuz da. Tüm insani duygularınızı öldürüp sonrada itaat etmenizi bekliyorlar. Eğer onlara itaat etmezseniz, sizi bu yaptıkları tüm katliamların “sorumlusu” ve “nedeni” ilan ediyorlar. Medyayı elinde tutan biri için bu hiç de zor değil. Kendilerinin masum, mağdur ve hiç kimseyi öldürmediğini, aksine sizleri “teröristlerden” koruduğunu bağırıyorlar haber bültenlerinde. Hatta öyle ki yaşlı bir adam bulup onunla göstermelik “iyilik fotoğrafı” çekerek halka ne kadar masum ve mağdur olduklarının sinyallerini vermeye çalışıyorlar.

Yeryüzündeki hiçbir insan, bir başka insana itaat etmek zorunda değildir. Ayrıca uluslararası hukuk temel alındığında, bunun apaçık bir suç olduğu da gayet açıktır. Türkiye’de, apaçık suç olmasına rağmen işlenen suçların haddi hesabı yok. Kimi hukuku kafası esince askıya alır, kimi canı sıkılınca birkaç öğrenciye yakalama kararı çıkarır, kimi ise yersiz gözaltılarla işkence yapma hakkını buluyorsa eğer bu ülkede, Türkiye de hukukun varlığından söz etmek olanaksızdır.

Acının empatisini dahi yapamayan toplumların tamamı, sistem karşıtı hiçbir şey geliştiremeyeceği gibi sistemin oyuncağı olmaktan da kurtulamayacaktır. Otur deyince oturan, kalk deyince kalkan bir toplumun ne şahsi bir fikri olabilir ne teknolojisi gelişir ne de itaate karşı bir başkaldırı...

İşte İran örneği apaçık ortada. İtaat eden bir toplumun ne halde olduğunu tüm dünya izliyor. Bir yandan zorla çarşaflara konan kadınlar, bir yandan şeraitleri, bir yandan da idam…

Yıllardır Türkiye devleti tarafından göçe ve itaate zorlanan Kürt halkını görmezden gelmek artık mümkün değil. Türkiye devleti hiçbir zaman faili meçhul cinayetler, boşaltılan köyler ve öldürülen gencecik insanlarla amacına ulaşamadı. Yani Kürtler hiçbir zaman barış ve kardeşlik inançlarını terk etmedi; devlete rağmen.

Burada iki ana unsuru görmekte fayda olacağı bilincindeyim: Bir yandan barış umudu, bir yandansa hemen her gün katledilen bir halkın psikolojisi. Peki, Türkiye halkları nasıl bir barış diyor? Bunca yıkıma rağmen olabilecek bir barış, hangi yaraları sarabilir? Asimile edilmeye çalışılan ve yıllardır buna karşı direnen bir halkla, ne tür bir kardeşlik hukuku ortaya çıkabilir?

Türkiye halkları, iktidarı ve devleti bir yana bırakıp kendi vicdanı ile hesaplaşmadığı sürece hiçbir kardeşlik hukuku gelişemeyeceği gibi hiçbir zaman da gelişmiş bir Türkiye hayaline kapılmamalı.

Türkiye, kendisini bekleyen bir İran rejimine mahkûm değildir. Bu bağlamda tüm Türkiye halkları, “Nasıl bir yaşam istiyorsun?” sorusuna en net cevabı vermelidir. Kürtlerin kaybetmesi demek Türkiye halklarının hiçbiri için zafer olamaz. Kaybeden, tüm Türkiye olacaktır.