AİHM’de karara bağlanan Selahattin Demirtaş davasını değerlendiren hukukçu Kerem Altıparmak, “AİHM kararına uymuyorum demek, Avrupa’ya veda anlamına geliyor" dedi.

AİHM'in Selahattin Demirtaş’a ilişkin verdiği tazminat ve tahliye kararına Erdoğan “bizi bağlamaz” yanıtı verip sert tepki gösterdi.

AİHM'in Demirtaş kararını ve sonrasında yaşananları Gazete Duvar'dan İrfan Aktan'a değerlendiren hukukçu Kerem Altıparmak şunları söyledi:

Selahattin Demirtaş davasını AİHM’e taşıyan hukukçular olarak yaptığınız açıklamada şöyle ifadelere yer veriyorsunuz: “AİHM, Sözleşmenin 46. maddesi uyarınca, Sözleşmeye Taraf Devletlerin, tarafı oldukları davalarda Mahkemenin nihai kararıyla bağlı olduğunu ve bu kararının infazının Bakanlar Komitesi tarafından takip edileceğini hatırlatmıştır. Her ne kadar, Taraf Devletler kararın ne şekilde icra edileceğine dair bir takdir yetkisine sahipse de ağır bir ihlalin devam ettiği durumlarda AİHM istisnai olarak davalı devletten bireysel önlem almasını da isteyebilmektedir. AİHM, Demirtaş başvurusunun söz konusu nitelikte olduğunu değerlendirmiştir.” Buna göre AİHM, Demirtaş kararının icrasını Türkiye’nin takdirine bırakmıyor, değil mi?

Evet. İhlali giderme konusunda nasıl bir yöntem kullanılacağı konusunda taraf devletler tamamen serbest değil. Çünkü Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi bu kararın doğru bir biçimde icra edilip edilmediğini inceler. Bakanlar Komitesi’nin önüne bir AİHM kararı infaz için gittiğinde, üç tane şey söz konusu olabilir: Tazminat, bireysel önlem ve AİHM kararının işaret ettiği genel sorunun giderilmesi. Demirtaş kararında bu üçü de var. Hem tazminat ödenmesi gerekiyor, hem tahliye edilmesi hem de Demirtaş ve diğer seçilmişlerin tutukluluk haline sebep olan uygulamaların, yahut Terörle Mücadele Yasası’nın Ceza Yasasının, Ceza Muhakemesi Yasasının ilgili maddelerinin düzeltilmesi gerekiyor.

Peki Türkiye’deki bazı yorumcuların “tazminatı öder ama diğer kararları uygulamayız” yönündeki değerlendirmeleri neye dayanıyor?

Bunu yapamazsınız. Çünkü AİHM kararında altı çizilen üç husustan herhangi birini değil, tümünü yerine getirmek zorundasınız. Yani Demirtaş’a hem tazminat ödeyeceksin, hem onu serbest bırakacaksın, hem de bu karardan çıkan genel sonuç dolayısıyla ifade özgürlüğü, seçimlere katılım hakkı gibi konulardaki kısıtlamaları gidermek için düzenleme yapacaksın. AİHM’in Demirtaş davası kapsamında verdiği üç karar da ayrı sonuçlardır, bağlayıcıdır ve birini yapıp diğerini yapmamak, tazminat ödeyip serbest bırakmamak olmaz.

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi burada nasıl bir işlev görüyor?

Bu kararların uygulanıp uygulanmadığını veya nasıl icra edildiğini Bakanlar Komitesi izleyecek. Muhtemelen diğer vekillerle ilgili kararlar AİHM’in önüne geldiğinde, o kararların hepsi bir grup olacak. Mesela “Demirtaş ve Diğerleri grubu” olacak. Bakanlar Komitesi’nin çok sayıda görevlerinden biri, AİHM tarafından alınan kararların uygulanıp uygulanmadığını, nasıl uygulandığını tespit etmek ve “tamamdır, karar icra edildi” dediğinde de dosyayı kapatmak. Örneğin Demirtaş kararı Bakanlar Komitesi’ne gittiğinde tazminat ödendi mi, bireysel önlem alındı mı, yani serbest bırakıldı mı, karardan genel bir sonuç çıkarılıp düzenleme yapıldı mı, bunlara bakılacak.

Erdoğan, AİHM kararının kendilerini bağlamadığını neye dayanarak söyledi sizce?

Hukuki bir şeye dayanarak söylemiyor. Hukuki açıdan bakarsan, bir mahkemenin varlığı demek, o mahkemenin karar vereceği ve tarafları bağlayacağı anlamına geliyor. Bu açık ve nettir. Bir ev kiraladığın halde “kira ödemem, bu beni bağlamaz” demek hukuken ne anlama geliyorsa, Türkiye’nin AİHM kararlarını bağlayıcı bulmaması da o anlama gelir. Bu da açıkça hukuku ihlal ettiğiniz anlamı taşır. Mahkeme bir karar verdiğinde “beğendiğim kısımları uygular, beğenmediğim kısımları uygulamam” diyemezsiniz.

Türkiye’nin bu karara itiraz hakkı var mı peki?

Tabii, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Daire’sine itirazda bulunabilir. Fakat itiraz sonrası Büyük Daire’ye her dosyanın incelenmesine karar vermez. Yapacağınız itiraz başvurusu reddedilebilir de.

Büyük Daire, AİHM kararlarının temyiz mercii mi?

Temyiz gibi bir kavram kullanmıyoruz ama içtihatta birliğin sağlaması, önemli konularda yol gösterici olması için Büyük Daire’ye verilmiş yetkiler var. Dediğim gibi çoğu başvuru Büyük Daire tarafından tekrar incelenmez ama önemi dolayısıyla Demirtaş kararının böyle bir potansiyeli var. Öte yandan Türkiye hükümetinin olduğu gibi Demirtaş başvurusunu yapanların da Büyük Daire’ye itirazda bulunma olasılığı mevcut.

Demirtaş başvurusunun sürdürücüleri olarak sizin AİHM kararına herhangi bir itirazınız mı var yani?

Var. Şu anda kararın uygulanmasına daha çok odaklanıldığı için çok fazla gündeme gelmiyor ama özellikle kararda dokunulmazlıkların kaldırılma usulünün tartışılmaksızın kabul edilmiş olması bizim açımızdan bir mesele. Başvuruda, hükümetin iddialarına karşı, tutuklama tedbirinin yasal dayanağının olması gerektiği ancak dokunulmazlıkların kaldırılmasındaki keyfilik nedeniyle bu dayanağın olmadığı yönünde yanıt vermiştik. Bu yasal dayanak sadece Ceza Muhakemesi Yasasının 100. maddesinde tutuklama hükmünün varlığı ile sağlanamaz. Aynı zamanda Anayasa’daki değişikliğin de bu tutuklamayı mümkün kılıp kılmadığına bakılması gerekiyordu.

Bunu biraz daha sarihleştirir misiniz?

İç hukukta, tutuklamayı mümkün kılan bir yasa var olsa bile, AİHM, bu yasanın AHİS’e göre yasa kalitesi taşıyıp taşımadığına bakabilir. Örneğin bir kişi bir eylemi gerçekleştirdiğinde o eylemi suç olarak niteleyen bir yasa yoksa veya yasa hükmü açık değilse, bu eylemin cezaya tabi tutulup tutulamayacağını öngöremez. Fakat örneğin beş sene sonra mahkemeler çıkıp o tarihteki falan yasa hükmünü “ben böyle yorumluyorum ve hakkınızda böyle bir işlem yapıyorum” diyor. “Maddi yasa” kavramı, öngörülebilir olmaktır. Bu örnekte ise eylemin yapıldığı tarihte cezalandırılmasının öngörülmesi mümkün değil. Bu açıdan bakıldığında; Demirtaş ve diğerleri, dokunulmazlıkları olan siyasetçiler. Bundan 4-5 sene önce yaptıkları konuşmalar yüzünden bir gün yargılanabileceklerini öngörmeleri mümkün değildi. Ancak burada şöyle ince bir ayrım var. Bir milletvekili, Anayasa’nın 83. maddesi uyarınca TBMM’de yaptığı konuşma nedeniyle dokunulmazlığı kaldırılsa bile yargılanamaz. Yani mutlak bir dokunulmazlığı var Meclis konuşmasına ilişkin olarak. Ancak aynı maddede başka tür bir dokunulmazlık daha var. Milletvekilinin başka suçlar bahane edilerek soruşturulması da onu baskı altına alacağı için vekillik sırasında dokunulmazlığı var. Bu kürsü dokunulmazlığı gibi mutlak değil, vekillik bitince bu suçlardan yargılanabilir. Ama biz AİHM sürecinde dedik ki, başta Demirtaş olmak üzere milletvekilleri, yargılandıkları konuşmaların bir kısmını TBMM’de yapmamışlar ama, kürsü dokunulmazlığı kavramı esasen milletvekili olan kişinin ifade özgürlüğünü bir bütün olarak korur. Milletvekili, konuşmayı dışarıda da yapsa bu dokunulmazlık kapsamında görülmelidir. Dolayısıyla dokunulmazlığın kaldırılması usulü Venedik Komisyonu’nun, “keyfi ve kişiliği hedefleyen nitelikte yapıldığı” düşüncesiyle birleştirilince, tutuklamayı yasal dayanaksız kılıyor.

AİHM bu konuyu irdeleyip ihlal bulsaydı, nasıl bir sonuç ortaya çıkardı?

O zaman bunun diğer tutuklu vekiller hakkında yürüyen ceza davaları açısından da bir sonucu olacaktı. Bir başka deyişle, AİHM tutuklanan vekillerin konuşmalarını yaptıkları tarihte ileride yargılanmalarını mümkün kılacak bir yasal dayanağın olmadığını tespit etmiş olacaktı. Böylece AİHM, bu nitelikte olan konuşmaların hiçbirinin soruşturma ve kovuşturma konusu yapılamayacağını söyleyecekti. Bu çok önemliydi, çünkü şimdi konuştuğumuz “acaba Demirtaş başka bir davadan mahkum edilip içeride tutulabilir mi” sorusunu da çözmüş olacaktı bu yaklaşım. Yani sadece bu tutukluluğunu değil hakkında yürüyen tüm davaları Sözleşmeye aykırı hale getirecekti. Bunu yapmadığı için şimdi hükümetin başka davalar üstünden bir manevra alanı kaldı. AİHM meselenin bu yönünü irdelemek yerine, Anayasa Mahkemesi’nin bu konuya baktığını, bunun bir Anayasa değişikliği olduğunu, dolayısıyla milletvekilleri hakkında dokunulmazlığın kalktığını, AYM’nin kararının keyfi ve açıkça makul olmayan nitelikte olmadığını saptadı. Bu kararı tekrar yorumlayamayacağını, bunu denetleyemeyeceğini söyledi.

Siz AİHM’in iç hukuku yorumlamasını mı istemiştiniz?

Hayır, yapılan anayasal değişikliğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin aradığı nesnel kriterlere göre yasal dayanak sağlayıp sağlamadığına bakılmasını istemiştik. Bir başka deyişle, Anayasa değişikliğinin başvurucular açısından öngörülebilir bir değişiklik olup olmadığına bakmasını, bu değişikliğin Sözleşme anlamında maddi bir yasa sayılıp sayılamayacağına bakmasını istemiştik. Fakat AİHM iki paragrafta bu talebimizi reddetti.

Demirtaş ve arkadaşlarının Meclis kürsüsünde yaptıkları konuşmalar da şu anda yürüyen davalarında aleyhte kullanılıyor mu?

İdris Baluken mesela, Meclis’te söylediğinin aynısını dışarıda söylediği için yargılandı. Oysa Anayasa, sadece Meclis’te söyleneni değil, aynı söz dışarıda söylediğinde de dava konusu edilemez diyor.

Baluken neye dayanılarak TBMM’de söylediklerini dışarıda söyledi diye yargılanıyor?

AYM TBMM’de de söylediğinin aynısını söylediğinin kanıtlanmasını istiyor ama bununla ilgili kanıtlar, belgeler sunuldu. AİHM’de İdris Baluken için ne olacağını göreceğiz. Ama AİHM’in bu dokunulmazlık sürecini dikkate almaması çok ciddi bir problem. Dokunulmazlık meselesinin AİHM’de dikkate alınmamasının ikinci bir ayağı daha var. Demirtaş kararında AİHM, 18. Maddede ihlal buluyor…

AİHM’de Türkiye’nin ilk defa ihlal ettiği kabul edilen 18. Madde ne diyor?

Tutuklamanın siyasi bir amaçla yapılması bir ihlal olarak değerlendiriliyor. AİHM’in içtihatlarında 18. Madde’nin ihlaliyle ilgili çok az karar vardır, bu açıdan Demirtaş kararının bu boyutu çok önemli. Ayrıca 18. Madde’nin ihlaliyle ilgili çok somut iddialarımız vardı ama AİHM bunlara değinmediği için mahkemenin Türkiyeli üyesi Işıl Karakaş “ben somut hiçbir şey göremiyorum” diyerek karşı oy verebildi.

Sizin iddianız neydi?

Biz bir kaç çok somut veri sunmuştuk. Bir kere Cumhurbaşkanının o tarihte yaptığı çok sayıda konuşma vardı. Bu konuşmalardan sonra HDP’li vekiller aleyhine inanılmaz hızla fezlekeler gelmeye başladı. Bakın şu husus çok ilginç; bir savcılıktan değil ülkenin her yerindeki savcılıklardan dört ay gibi kısa bir süre içinde bir sürü fezleke geliyor. 2007’den 24 Aralık 2015 tarihine kadar HDP’li vekillerle ilgili yollanmış toplam fezleke sayısı 182. Anayasa değişikliğinin Meclis’te tartışıldığı dönemde Meclis’e toplamda 468 yeni fezleke gelmiş. Bu fezlekelerin %79’u (368) HDP’li vekiller aleyhine. Sadece 21 Nisan-20 Mayıs 2016 tarihleri arasında HDP’li vekiller aleyhine 154 yeni fezleke hazırlanmış. Bir başka deyişle HDP’li vekiller aleyhine mevcut fezlekeler, çok kısa bir sürede tam üç katına yükselmiş. İktidar partisi vekilleri aleyhine ise 2 Ocak 2016 tarihinden itibaren sadece 8 yeni fezleke Meclis’e gelmiş. Toplama baktığınızda da AKP’li 317 vekil hakkında sadece 29’u, MHP’li 40 vekil için sadece 10’u, 59 HDP’li vekilin ise 55’i hakkında fezleke düzenlenmiş. HDP’li vekillerin 518 dosyası var ve hepsi dava edilmiş ama hakkında 50 fezleke bulunmasına rağmen tek bir iktidar vekili hakkında dava açılmamış. Cumhurbaşkanının açıklamasından sonra 8 yılda gelenin iki katı fezleke dört ay içinde TBMM’ye gelmiş, hem de farklı farklı yerlerdeki savcılar tarafından yollanmış. Savcıların talimatla harekete geçtiğinin bundan daha iyi bir göstergesi olamazdı sanırım. Dokunulmazlıklar kalktıktan sonra da hiçbir AKP’li veya MHP’li vekil hakkında dava açılmıyor. Bu söylediğim veriler hem Venedik Komisyonu’nun hem de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin dikkatini çekmişti zaten.

Hükümet bunu “bizim vekillerimiz hiç suç işlemedi” diyerek savunamaz mı?

AİHM 18. Madde konusunda kesin kanıt aramıyor. “Bütün bunlara baktığım zaman bir sonuç çıkarırım” diyor. İktidar partisinin 317 tane vekili var ama haklarında toplam 40 küsur fezleke geliyor. Oysa 59 milletvekili olan HDP’ye 500 tane fezleke geliyor.

Fezlekelerin konusu ne?

O da ilginç. HDP’li vekillerle ilgili fezlekelerde adi suçlarla ilgili hiç suçlama yok. HDP’li vekillere yöneltilen suçların hemen hemen tamamı Türkiye’nin AİHM önünde defalarca mahkûm olduğu ifade özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını kısıtlayan kanun hükümlerine ilişkindir. Terör propagandası suçuna ilişkin fezlekelerin 216 tanesinin tamamı; Terörle Mücadele Yasası’nın ihlaline ilişkin fezlekelerin 58’inin tamamı; TCK 216, 301 ve 302 gibi yine devletin kutsallarına yönelik ifade suçlarına ilişkin fezlekelerin 63’ünün tamamı; suç ve suçluyu övme suçuna ilişkin 57 fezlekenin tamamı HDP’li vekiller aleyhinedir. Diğer suçlar söz konusu olduğunda ise daha farklı bir dağılım söz konusu. Örneğin görevi kötüye kullanma suçundan sadece bir HDP’li vekil için fezleke hazırlanmışken bu suçtan soruşturulan 13 AKP’li vekil var. Şahsa ve mala yönelik suçların toplam suçlara orantısına bakıldığında bu oran AKP’li vekiller açısından %44 iken HDP’li vekiller açısından %0.006’dır. Bir başka deyişle, HDP’li vekiller aleyhine yöneltilen suçlamaların hemen hemen tamamı siyasi niteliktedir. Oysa HDP’li her vekile dava açıldı ve hakkında fezleke olan her dört vekilden biri çeşitli zamanlarda tutuklandı.

4 Kasım 2016’da HDP’li vekillere yapılan ortak operasyon, aynı dosya kapsamında mıydı?

Demirtaş 4 Kasım 2016 tarihinde gözaltına alındı. Aynı gün Şırnak, Hakkari, Bingöl ve Diyarbakır’daki savcılıklar Demirtaş’a Diyarbakır’da, Yüksekdağ’a Ankara’da, Encü’ye İstanbul’da, Yıldırım’a Mardin’de, Zeydan’a Hakkari’de, Aydoğan’a Diyarbakır’da, Irmak’a Kızıltepe’de, Baluken’e de Ankara Genel Merkez’de aynı gecede aynı saatte operasyon düzenliyor. Operasyon düzenlenen suçların birbiriyle hiçbir ilgisi de yok. Bundan daha açık bir talimatla iş görme örneği bence zor bulunur. Ama AİHM kararında bu hususlar da yok. AİHM, 18. Madde’deki değerlendirmesinde daha genel şeyler söylüyor ama dokunulmazlığın tamamen HDP’li vekiller için kaldırıldığını söylemiyor. Dolayısıyla da AİHM şu sonuca varıyor: Erdoğan’ın “dokunulmazlıklar kaldırılmalı” ifadesinden sonra bu fezlekeler başlamamıştır ama hızlanmıştır. AİHM’in bir bütün olarak Anayasa Mahkemesi’ne özellikle laf söylememeye çalışması, Türk yargı sistemini toptan mahkum etmemek için çaba sarf etmesi, kendi içerisinde böyle çelişkili sonuçlara yol açıyor. Yargıyla ilgili saptamayı açıkça yarım bırakıyor.

İsterseniz meselenin en başına dönelim: Türkiye neden AİHM’in kararlarına uymak zorunda?

Türkiye 1987’ye kadar AİHM’e bireysel başvuru hakkını, 1991’e kadar da AİHM’in yargı yetkisini tanımamıştı. 1987 yılında Türkiye, Turgut Özal zamanında Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusu yaptı ve buna eşlik edecek bir şekilde bireysel başvuru hakkını tanıdı. Çünkü AİHM ve yargı sistemi Türkiye’nin Avrupa macerasının bir parçasıdır. Avrupa Konseyi’ne üye olmak için Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olmak zorundasınız. Keza AİHM’in yargı yetkisini tanımamak gibi bir şansınız yok. Çünkü Sözleşmeye taraf bütün devletler Avrupa Konseyi’nde kalabilmek için AİHM’in yetkisini tanımak zorundalar. Bir başka deyişle, ben AİHM kararlarına uymuyorum demek Avrupa’ya veda anlamını taşır.

Avrupa Konseyi’nden ayrılmak, Avrupa Birliği’nden ayrılmakla eşanlamlı mı?

Avrupa Konseyi’nden ayrılmak çok radikal bir karar olur. Avrupa Konseyi üyesi olmayan bir devletin, Avrupa Birliği ile minimum ilişkiyi yürütme ihtimali bile kalmaz. Çünkü o noktaya geldiğinizde artık bütün ipler kopmuş demektir.

Avrupa Konseyi’nin Avrupa Birliği’ndeki yeri nedir?

Hiçbir şeyi değil. Yani ikisi iki ayrı uluslararası örgüt. Ama İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da siyasi ve ideolojik biriliği sağlayan örgüt aslında Avrupa Konseyi’dir. Konsey, Soğuk Savaş sonrasında, Doğu Bloğu ülkelerinin Avrupa Birliğine geçişinde bir basamak gibi kullanıldı. Avrupa Birliği ile Avrupa Konseyi arasında organik bir birlik yok ama ilerleme raporlarına bakarsanız, AB’nin başta AİHM kararları olmak üzere Avrupa Konseyi’nin metinlerine gönderme yaptığını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kurucu metin sayıldığını görüyoruz. 14. Protokol uyarınca AB’nin de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne üye olması öngörülüyor. Avrupa Konseyi’nin özellikle insan haklarında geliştirdiği değerler, AB’nin de kurucu değerleri kabul ediliyor. Dolayısıyla Avrupa Konseyi’nde olmadığınız zaman AB’de yer almanız söz konusu bile değil.

Anayasa’nın 90. Maddesi’ne şöyle bir hüküm var: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Türkiye, 2004 yılında bu hükmü Anayasa’ya koymak zorunda mıydı?

Hayır ama 2004 yılı AKP hükümetinin Avrupa Birliği’ne göz kırptığı döneme denk geliyor. Anayasanın 90. Maddesi’ndeki düzenleme de bunun bir uzantısıdır. AKP, AB’ye “bakın artık gerekli yasal altyapıyı da oluşturduk” mesajı vermek istiyordu. Nitekim o dönem Avrupa Konseyi’nden de AB’den de alkış aldılar.

Türkiye şimdi yeni bir değişiklikle 90. Madde’deki hükümden geri adım atabilir mi?

Tabii, anayasal değişiklikle bunu kaldırabilirsin.

Böyle bir durumda Demirtaş kararı bağlayıcı olmaktan çıkar mı?

Hayır, Türkiye açısından Demirtaş kararı hiçbir şekilde bağlayıcı olmaktan çıkmaz. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden çıkmak mümkün ama bu durumda bile daha önce verilmiş kararlar sizin açınızdan bağlayıcıdır.

Demirtaş’ın tahliye edilmemesinin Türkiye’ye nasıl bir maliyeti olur?

Hukuki olarak Türkiye’nin karşılaşabileceği en ağır sonuç Avrupa Konseyi’nden atılmak. Ama o da öyle kolay kolay gerçekleşecek bir sonuç değil. Tarih boyunca sadece Albaylar Cuntası sırasında Yunanistan’ın atılması gündeme geldi ama kendileri çıktılar. 1990’larda Türkiye için bu seçenek konuşuldu. Şimdilerde de Azerbaycan, Rusya gibi ülkeler için bu seçenek konuşuluyor.

Avrupa Birliği üyesi olmak gibi bir hedeften uzak olan Rusya neden Avrupa Konseyi üyesi?

Boris Yeltsin’in devlet başkanı olduğu dönemde Avrupa Konseyi üyesi olmak, Avrupalılık, bir prestij meselesiydi. Soğuk Savaş sonrası bütün Doğu Avrupa ülkeleri, “biz müthiş bir şekilde liberal demokrat değerleri koruyacağız” iddiasındaydı. Polonya, Macaristan şu an çok problemli ama o zaman yaptıkları ilk iş, Rusya gibi, AK üyesi olmaktı. Şu anda Türkiye açısından işin Avrupa Konseyi’nden atılma aşamasına geleceğini hiç sanmıyorum. Türkiye’nin AİHM kararını uygulamaması halinde Bakanlar Komitesi bununla ilgili tekrar AİHM’e gidebilir. AİHM’in bugüne kadar bu başlık altında verilmiş hiçbir kararı yok. İlk defa Azerbaycan’ın uygulamadığı bir karar nedeniyle Bakanlar Komitesi AİHM’e başvurdu. Bu noktaya gelinmesi için de üç-dört sene geçebilir. Demirtaş açısından bu süreç daha hızlı işleyebilir ama, tahminen iç hukukta başka adımlar atılabilir.

Erdoğan “gereğini yapar, işi bitiririz” diyor. Türkiye “işi” nasıl bitirebilir?

Hükümetin, AİHM kararı üzerine “artık Demirtaş o nedenle değil, bu nedenle tutuklu” diyebileceği yeni bir iç hukuk adımı atılabilir. Başka bir davadan tutukluluk çıkarılarak “AİHM kararı dolayısıyla tahliye ediyorum ama şu karar dolayısıyla tutmaya devam ediyorum” diyebilir. Nitekim şu anda Demirtaş’ın almış olduğu bir ceza var, İstinaf Mahkemesi’nde. Demirtaş’a bu davada hüküm verip onu artık hükümlü yaparak Bakanlar Komitesi’nin önüne çıkabilir Türkiye. Nitekim Demirtaş da dün avukatları aracılığıyla yolladığı mesajda bu olasılığa dikkat çekmiş.

Yani devletin yargı eliyle “işi bitirmek”, AİHM kararını uygulasa bile Demirtaş’ı hapiste tutmaya devam etmek için başka yolları da var, öyle mi?

AİHM’in dokunulmazlıklara ilişkin karar vermemesi meselesinin önemi bu işte! Her vakada ayrı ayrı “tutukluluk öyle mi böyle mi”, “hükümlülük öyle mi böyle mi” diye bakarsan, Türkiye de her seferinde “Demirtaş’ı ihlal bulduğun davadan bırakıyor ama şu davadan tutuyorum” diyebilir. Siz o tutukluluk kararını kaldırmak için tekrar itiraz etmelisiniz. İtirazın reddinin kesinleşmesi, AYM’ye götürülmesi, oradan da AİHM’e götürülmesi lazım. Yani aslında mesele, bize tüm bu ihtimalleri düşündüren, “işi bitirmek” için tüm bu yollara başvurulacağını düşündürten yapısal bozukluğun kendisi. Ben AİHM’in kararının iyi yönlerine rağmen, bu açıdan yeterince güçlü ve bu ihtimalin önünü kapayacak bir nitelikte olmadığını düşünüyorum. Elinde var mıydı veri, bunu kanıtlayacak, bence vardı. Bunu söyleyebilir miydi, söyleyebilirdi. Ama bu kadar ileriye gitmedi.

Neden?

Hükümeti kırmadan, dökmeden, bu işi mümkün olduğunca idareli götüreyim dediğinizde… Çünkü böylesi bir sonuç diğer vekiller, belediye başkanları için de geçerli olacak.

Sonuç itibariyle Türkiye, Demirtaş kararını uygulamayınca, hukuki olarak çok az bedelle mi karşı karşıya kalacak? Yani Erdoğan’ın ifadesiyle “bu iş” bitirilebilir mi?

Hükümet çeşitli hamlelerle bunun hukuki boyutunu satabilir ama işin bir de siyasi boyutu var ve hükümet siyasi olarak bunu satamaz. Bu saatten sonra Türkiye tarafından atılacak adımlar ne olursa olsun, artık şüpheyle karşılanacak. Sonuçta AİHM’in 18. Madde’nin ihlaline ilişkin tespiti, yargının bağımsız hareket etmediğinin tespitidir. Aksi halde 18. Madde ihlali söz konusu olmazdı. 18. Madde’nin ihlali, bundan sonra atılacak hukuki adımlar açısından da ipucu anlamına geliyor. Diğer vekil davalarıyla ilgili AİHM kararlarının kısa zamanda çıkıp çıkmayacağı, onlarda da 18. Madde ihlalinin tespit edilip edilmemesi önemli.

Söyleşinin tamamını BURADAN okuyabilirsiniz