1989 yılı.

Yer, İstanbul’un kozmopolit semtlerinden, azınlıkların nispeten ‘çok’ olduğu Şişli’de bir özel okul.

Sistemin ideal vatandaşlarını ürettiği kolejlerden biri.

Ayrıcalıklı çocuklar buradakiler.

Hayata eksiden ya da sıfırdan başlamayanlardan.

Gelecekte üniversiteye gideceğine, ‘büyük adam’ olacaklarına inanılanlardan.

Bu nedenle üretiminin ‘defosuz’ olması gerektiği düşünülenlerden.

Okulların açılmasından birkaç hafta sonraydı.

Bir gün öğretmen sınıfın içinde gezerken o günün gündemini belirleyecek soruyu sordu, “Kimi örnek alıyorsunuz?” diye.

Gözleri karatahtanın hemen üstündeki portreye dönüktü, “İşte yanıt burada, tam karşınızda” dercesine.

Sınıfın büyük çoğunluğu aldı mesajı.

Sarışın, mavi gözlü, yakışıklı ama sert ifadeli bu portreyi daha önce de görmüşler evlerinde.

Onlar için kurtarıcının resmiydi bu.

Sadece kurtarıcı da değil.

Hepsi baba ya da ataları gibi görüyordu onu.

Büyük bir tutkuyla bağlılardı, canlarını feda edercesine.

Erkek çocuklar onun gibi savaşmayı, yaşadıkları topraklara onun gibi hükmetmeyi diliyordu.

Kız çocuklarınınsa hayallerini süslüyordu, masallardaki beyaz atlı prens gibi…

Bazı öğrencilerse durumdan bihaberdi. Onların gözünde bir kahraman vardı, o da babaları ya da dedeleri. Gururlanarak söylüyorlardı örnek aldıkları ebeveynlerini. Tabii öğretmenin memnuniyetsiz bakışı altında.

Ama biri vardı.

İşte o, bu pek de ‘sevecen’ bakmayan portreye tamamen ‘yabancı’ydı, tanımıyor, bilmiyordu kim olduğunu.

Aslında kolayı aile büyüklerini örnek almaktı.

Ama o kulağına ailesinin fısıldadığı ismi söyleyiverdi: Konstantin.

Öğretmen durakladı önce. Çocuğun adına baktı listeden.

İsim hanesinde ‘Hristo’, ‘Yorgo’ vs. yazmadığı için şüphesi bir kat daha artmıştı.

Böyle bir yanıt beklemediği için çocuğun yanına yaklaştı usulca, “Konstantin kim?” dedi.

Çocuksa aile içinde kullanılan isminin geldiği kahramanından emindi.

Onun için tek kişi vardı Konstantin adında; Konstantin Karamanlis…

Yunanistan’ı 1981’de ‘zenginler kulübü’ olarak görülen Avrupa Birliği’ne sokan, ülkeye çağ atlattığı için hayran olunan lider.

Gerisi tahmin edilebileceği gibi gelişti.

Hemen bir ‘reçete’ yazıldı okul yönetimi tarafından.

Çocuk bölgedeki en yakın ‘sistem adaptasyon’ merkezlerine yönlendirildi.  Mustafa Kemal’in evi gezdirildi, Askeri Müze’ye götürüldü, ‘kültürel değerler’ aşılandı.

Ve birkaç ay sonra ‘tedaviye’ yanıt veren çocuk ‘Andımız’ı en çabuk ezberleyen oluverdi.

Bunun üstüne sınıf sınıf gezdirildi ‘örnek öğrenci’ diye.

Bundan çocuk da gurur duydu elbet, dışlanmaktan kurtulduğu sistemin başını çekmenin verdiği özgüvenle.

İşte sırf bu nedenle biraz da geçmişe gittim ‘Andımız’ tartışmasıyla.

‘Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam’ diye başlayan andı okumak zorunda kalışıma. Ve kendimi bir süre sonra bundan keyif almaya zorlayışıma.

Bu vakitten sonra bizler için bir şey değişmez elbet ama başka çocukların aynı hatıralara sahip olmaması dileğiyle… (Agos)