Korkarım “dış mihrak, dış güç” takıntımız Türklere özgü kalıplaşmış bir kargo kültüne evrildi. Peki, kargo kültü neydi? Özellikle Malenezya, Yeni Gine ve Pasifik adalarında, sömürgecilerin getirdikleri ve ulaştırdıkları malzemelere, yiyeceklere, konservelere ve öteberiye kısaca “kargo” adı verildi, bunları getirenlere ve geldiği yere kutsal gözüyle bakıldı. Kargoyu getiren figürler (misyonerler, askerler, tüccarlar) Tanrılaştırıldı. Bu adamlar 2. Dünya Savaşında adaları yakıt ikmali için kullanan Japon ve Amerikan askerleri de oldular. Jared Diamond’un “Guns, Germs and Steel” adlı eserinde şöyle bir diyalog dikkat çeker: “Neden siz beyazların bu kadar çok kargosu var ve neden bunları Yeni Gine’ye getirdiniz? Biz siyahların kendi kargosu neden bu kadar az?” Yani onlar, yerliler için, “kargo” bir nevi “nimet” veya “Tanrı’nın lütfu ve inayeti” demekti. Kargo içeriği yerlilerin kendilerinin üretemediği emtiadan ibaretti. Bu aletlerin, ilaçların, giyeceklerin, işlenmiş yiyecek ve içeceklerin karmaşıklığını anlayamamakla beraber, yararlarından kuşku duymuyorlardı ve bu da onlarda belirli bir hayranlık duygusu yaratıyordu. Basit bir akıl yürütme ile, bu olağandışı kargoların geldiği yer de olağanüstü bir yer olmalıydı, getirenler de Tanrı değilse de en azından Tanrı’nın elçisiydiler. Öyle ki artık beklenen kargolar gelmediğinde, kargoların ruhunu davet etme maksadıyla tahta ve bambudan uçağa benzeyen, pilota benzeyen, hatta iniş pistine, kulesine, kargo kutularına vs. benzeyen figürler yaptılar ve biraz da onlara taptılar. Zaman ilerledikçe yeni nesiller beyaz adamı unuttular. Cennetten gelen bu büyük büyük kuşların (uçakların) ancak kendi ölüleri tarafından öte tarafta yapılmış ve oradan kendilerine yollanmış olabileceğini, beyaz adamın ise kendilerine gönderilen bu nimetleri “kurnazlıkla” ele geçirdiklerini düşündüler. Avlanmayı da keserek bambudan yaptıkları uçak kuklaları ile kesintisiz gökleri gözleyerek huzur içerisinde vakitlerini tüketir oldular. Gelişmiş medeniyetle ani bir karşılaşma onlarda bariz bir şok tesiri yapmıştı. Zira Arthur C. Clarke’ın deyimiyle “yeterince gelişmiş teknoloji, sihirden ayırt edilemez”.

Kargo kültünün somutlaşmış bir timsali olarak, 1980’de bağımsızlığını kazanan Vanuatu’da halen John Frum kilisesi vardır ve bu kilisenin önünde ABD bayrağı asılıdır. Çünkü John Frum’un bir Amerikan askeri olduğu bilinmektedir. Bu kilisenin mensupları yaklaşık 50 yıldır John Frum’un elinde kargolarla geri dönmesini bekliyor. Bir belgesel yapımcısı ironik bir tarzda bu konu hakkında soru sorarken, şu çarpıcı sözlerle karşılaşıyor: “Niye şaşırıyorsunuz ve garipsiyorsunuz, siz Hıristiyanlar da İsa’yı 2000 yıldır beklemiyor musunuz?”.. John Frum gibi, Tom Navy’ye (Bahriyeli Tom) ve İngiliz Kraliçesi 2. Elizabeth’in kocası 2. Philip’e tapınanlar da var.

Pasifik’ten çok az uzakta, Türkiye’deyiz. Doların ve Euro’nun aşırı artması, 3 katına çıkmasıyla beraber, Türk insanı giderek daha az yurtdışına çıkar oldu. Dolayısıyla Türkiye’ye başka ve dışarıdan bir perspektiften bakabilme olanağını kaybetti. Dış basın yayın organlarını izlemiyor, okumuyor ve duymak istemiyoruz. Tek seslilik, tek medya, tek biçimli bakış açısı ve ideoloji çerçevesinde, Türkiye dışındaki her şey ve her yer birer korkunç dış güç / dış mihrak formatına dönüştü, dönüştürüldü. Unutmayalım, insan biraz da hayran olduğundan korkar, korktuğuyla ve ulaşamadığıyla savaşır, didinir ve hep onu düşünür. Gittikçe bu korku içgüdüsü o insanı hayata bağlayan ve motive edebilen tek güdü ve dürtü haline gelir. Buna kısaca “yeniden ilkelleşme ve geri dönüş” desek, yanlış söylemiş olmayız. Ve demokrasiden kalıtsal ve tarihsel olarak korktuğumuz için, o bizden ve biz de ondan uzaklaştık.

Türkiye medeniyetin ‘kargolarını’ giderek geride bırakıyor...