Tolstoy’u ne zaman okusam, iyilik, kötülük, sevgi ve fedakârlık gibi konular hakkında tekrar tekrar düşünmeden duramam. Tolstoy’un en olağanüstü yeteneklerinden biri, insan kendini insan olarak bildi bileli hayat ve insan hakkındaki birçok sorunu ve fikri en yalın hikâyelerle ve en basit cümlelerle önüne sermesidir, istesen de istemesen de bu konular hakkında mevcut durumundan bir adım daha ilerisini kazmaya ve görmeye başlarsın. Soru şu ya da şunlar (yalın, eski ve hatta birçoklarına göre modası geçmiş olabilir, fakat bana göre değil): Mutlu olmak için iyilik yapmak yeterli midir? İyilik yapma arzusu ne kadar yoğun olsa da eyleme dönüşemediği takdirde ya da büyük özverilere rağmen eylem sonuçsuz kalırsa, sadece bu konudaki arzumuz bizi mutlu etmeye kâfi gelir mi? Bu oku bir adım daha da ileriye taşıyalım: Peki, ya bu arzumuz, yani başkasının hayatını iyilik yapma karşılığında iyileştirmeye (dönüştürmeye değil) çalışmak-çabalamak, fakat bu arzumuz eyleme geçtiği takdirde başkasının mutluluğunu azaltıyorsa ve sonuç olarak hayal ettiğimizin dışında onların hayatını hiç de arzu etmedikleri başka bir şeye dönüştürüyorsa ya da dönüştürecekse hâlâ mutlu olabilecek miyiz? (Tanık olduğumuz tüm iktidar ehlinin, bizdekilerin, bu ve buna benzer soruları akıllarının ucuna bile getirmediklerini düşünenlerdenim, yoksa iyiliklerinin değil de yaptıkları kötülüklerin sonucunu dahi düşünselerdi ya da umursamış olsalardı yaşadığımız coğrafya mutlaka daha güzel olurdu.)   

Eylemlerimizin sonuçlarına tanık olmuyorsak ya da olamayacaksak belki sorun olmazdı, ancak ya her şey gözümüzün önünde cereyan ediyorsa ya da edecekse, en azından bunların ilk belirtilerine daha işin başındayken görüyor ve hissediyorsak, okun yönü değişmez mi?

Bir tüccar gibi kâr-zarar mantığıyla konuyu ele aldığımın farkındayım, ama biliyor olmalısınız ki Ortadoğu’yu kuşatan din de tüccarların eliyle doğdu ve büyüdü ve bende buradanım ve üstünde düşündüğüm yapıt Tolstoy’unki bile olsa, merceğin hammaddesi sonuçta buradan. Yani demek istediğim yardım etme arzusu bile olsa, kişiyi mutlu etme amacını güdüyorsa içinde bir miktar ticaret olduğunun farkındayım, ama yine de bu tür arzular, hele insan daha gençken mutlaka uğradığı güzergâhlardan biri oluyor. Neticede biraz sonra bahsi geçecek kahramanımız da henüz on dokuz yaşlarında.

İyi niyetinden hiç kuşku duymadığımız Nehlüdov, eğitimini yarıda bırakıp köylüler için güzel şeyler yapmaya çalışır ya da en baştaki hayali budur. Şunu da eklemeden duramadım: Bir anlamda acınası bir insandır belki de Nehlüdov, başkalarına elinden geldiğince iyilik dağıtarak mutluluk hazzına ulaşmaya çalışır, bu onu Nietzsche’nin “köle dini” dediği kavramın bir parçası yapar mı, hayır diyemem, yapma olasılığı yüksek. Zaten Tolstoy buralarda gezinip duran biridir ve Tolstoy’u peygamberimsi yapan yanı da belki de budur. Yine de Tolstoy’un kilisenin ve Müslümanların kutsal dininin zerresi kadar şiddet içermediğini söylemeliyim, kendi adıma çocuklarıma kutsal diye bahsi geçen bu kitapları okumaları ya da bağlı kalmaları yerine Tolstoy’unkileri önermeyi tercih ederim.

Gelelim Nehlüdov’a yine. Bir sabah, elinde pusulası, zor koşullarda yaşayan köylülerine tek tek uğrayıp durumlarını iyileştirmek için evden çıkar. Genç Nehlüdov önceki toprak sahiplerinden hiçbirine benzememektedir, en azından arzusu ve bu arzusunu eyleme geçirme biçimi öyle gösteriyor. Aynı zamanda köylülerde bunun farkında, farkın yani, hatta parasını köylülere bol keseden dağıtmasına alay konusu bile olur, zira köylülere göre ancak bir deli parasını böyle savurabilir. Tolstoy bariz bir şekilde şunu yapıyor: Hangi eve uğramışsa, kahramanımızın eli boş çıkıyor, kimseyi ikna edemiyor. Bunun için her birinin geçerli birçok nedeni vardır: Kimisi alıştığı hayattın dışına çıkmak istemiyor, kimisi de teklif edilen oranın yeterli kısmına burun kıvırıyor. Sonuç olarak Nehlüdov istediği dozda iyilik yapma fırsatını bulamadığı için arzu ettiği mutluluğu elde edemiyor. Tabii burada eğitimli paralı kuşak ile eğitimsiz aç kuşak arasındaki birbirlerine ulaşılabilirlik bakımındaki korkunç boşluğa da birebir tanık oluyoruz: Nehlüdov’un köylünün dilinden hiç anlamadığı anlaşılıyor.

Tolstoy iyilik yapma arzusuyla yanıp tutuşan kahramanını İsa gibi feda ettirmez. Nehlüdov eli boş evine döner. “Nehlüdov, piyanoya biraz daha yaklaştı, öbür elini cebinden çıkardı ve çalmaya başladı. Çaldığı akkorlar, zaman zaman hazırlıksız, hatta hiç doğru olmayan, sık sık da bayağılık derecesinde sıradan akkorlardı ve hiç müzik yeteneğinin olmadığını gösteriyordu, ama bu uğraş ona belirsiz, hüzünlü bir haz veriyordu.”  Nehlüdov’un iyilik yapma ve hayat hakkındaki olumlu girişimi piyanoya olan temasından farksızdır, her ikisinden de başarısız çıkmıştır. Fakat bu bozuk armoniler onu bir noktaya taşımıştır yine de: Odasının penceresinden dışarıya bakan-dalan Nehlüdov kendini iyilik yapmaya çalıştığı köylülerinden biri gibi görür ya da düşler ve arzu ettiği mutluluğa zaten sahip olduğunu fark eder, ama sadece çok kısa bir an.

L.N. Tolstoy, Bir Toprak Sahibinin Sabahı, Çev: Ayşe Hacıhasanoğlu, İş Kültür