Devlet 34 vatandaşımızı katırları ile birlikte füzelerle öldürdü. Sustuk.

 

Sevag Şahin Bıçakçı 1915’in yıldönümü 24 Nisan’da askerdeyken öldürüldü. Duyarsız kaldık.

 

Cihan Kırmızıgül’e poşu davasında vicdan kanatan karar verildi. Görmezden geldik, “Kim bilir arkasında neler vardır?” dedi çoğumuz.

 

Güler Zere’nin ardından onlarca hasta mahkum aynı kaderi paylaşsa da duymadık seslerini.

 

Nedim Şener ile Ahmet Şık hapisten çıkınca düşüverdi gündemimizden tutuklu gazeteciler. Yüze yakın meslektaşımız demir parmaklıklar arkasında olmasına rağmen…

 

Bu yukarıdakiler sadece bir dakika içerisinde aklıma gelenler.

 

Bunlar gibi onlarcası hatta yüzlercesi var “önceliklerimizden” çıkıveren. Sadece bir-iki günlük twitter kahramanlıkları yaptığımız ardından unutuverdiğimiz.

 

Sonuçta doldurabildik mi Taksim Meydanı’nı tıka basa? Ya da sesimizle inletebildik mi İstiklal Caddesi’ni?

 

Daha da önemlisi adalet taleplerimizi ne kadar duyurabildik devletin zirvesine, medyanın ana akımına? Ya da orada “bizi” temsil ettiğine inandığımız kişiler ne kadar gündeme getirdiler bu konuları?

 

Yukarıdaki örneklerin çoğu geçmişten kalanlar.

 

Son olarak THY’nin grev yapmalarını gerekçe göstererek işten çıkarttığı 305 kişi için kılı kıpırdayan oldu mu?

 

En temel hakkımız olan grevin kapsamının daraltılması TBMM’den sessizce geçerken neden yükselmedi sesimiz?

 

Neredeydi “bizim” kalabalıklarımız? Eğer grev yaptıkları için işten çıkartılanların arkasında durmayacaksak “biz” ne işe yarıyoruz? Ne için yaşıyor, ne için mücadele ediyoruz?

 

Özeleştiri vaktimiz geldi de geçiyor bile…