Türkiye, Taksim Gezi Parkı ile beraber yeni bir muhalefet anlayışı ile tanıştı ve belli ki artık bu ülkede hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Peki, geçmişte bu kadar edilgen davranan ve muhalefet edebilme kültürü olsa da bunu rasyonel bir şekilde gösteremeyen toplumsal kesimler bunu nasıl başardı? Belki de bu noktada Başbakan’ın ne yaptığını ana hatlarıyla yeniden hatırlatmakta yarar var.

Başbakan’ın öncülüğünü yaptığı meşru iktidarı, bir anlamda ve sonunda kendi meşru muhalefetini de yaratmayı başardı. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı'nın da "Yan yana gelemeyecek toplumsal kesimleri bir araya getirmeyi başardık" sözleri bunu destekler nitelikte.

Her ne kadar ironik de olsa, yeni bir muhalefet anlayışının doğmasına yol açan Başbakan’a bu ülke ne kadar teşekkür etse azdır.

Peki insanları tek adam anlayışına muhalefet etmeye sürükleyen olaylar bütününe baktığımızda neler görüyoruz?

"Alkol alan alkoliktir" diyen ama sonra da "Ayda yılda bir içen alkolik değildir, hatta bunlar arasında bana oy veren de var" diyen bir Başbakan; alkolün belli bir saatten sonra satılmasını yasaklayan (tabi idare mahkemesinden dönen karar) bir Başbakan; "Din böyle emrediyor" diye konuşan ve sanki kendisine uhrevi bir buyurganlık vehmeden bir Başbakan…

Oysa bu toplumu bilen bilir. Bu toplum namazını da kılar, orucunu da tutar, ama bayram gelince rakısını da içer. Bu toplum, "İçki içmeyen biri iyi Müslüman'dır, içki içen ise kötü bir Müslümandır" ayırımı yapmaz. Bu seçimin, sadece kişinin kendisini ilgilendireceğini de çok iyi bilir. Sadece başkasını rahatsız etmemesini ister ve bekler.

Yıllar önce, "3. Boğaz köprüsü yapmak cinayettir" diyen Başbakan, ne ilginçtir ki 3. Boğaz Köprüsü’nün temelini bizzat kendisi atmıştır. Üstelik 3. köprünün adını da fetva çıkararak 40000 Alevinin katlini gerçekleştiren 'Yavuz Sultan Selim' koymuştur. Tam bu noktada tarihi bir benzerliği hatırlatmakta yarar var.

Hatırlarsanız geçmişte Mustafa Muğlalı adlı bir general 1943 yılında kaçakçılık yaptıkları suçlamasıyla 33 Kürt vatandaşımızı mahkemeye çıkarmaya bile gerek görmeden kurşuna dizdirmişti. Ve yıllar sonra askeri vesayetin hüküm sürdüğü yıllarda, Van’ın Özalp ilçesinde tugay komutanlığına Mustafa Muğlalı kışlası adı verilmişti. Yani bir anlamda tarihi bir mesaj verilmişti; "Ben istediğim zaman asarım, keserim" mesajıydı bu.

Peki, 3. Boğaz Köprüsü’ne Yavuz Sultan Selim adının verilmesi ne anlama geliyordu?

Bu ülkede 15 milyon Alevi yurttaşımız var ve bu açık bir hakaret. Aleviler tabi ki buna sessiz kalmayacaktır. Eğer bu köprüye bir isim verilecekse bu ayrıştırıcı değil, birleştirici bir isim olmalı. Başbakan maalesef bu konuda da iyi bir sınav veremedi.

Beşiktaş’taki Başbakanlık Ofisi'nin penceresinden bakarak gençlerin giyinme tarzlarından, oturma tarzlarından, rahat davranmalarından rahatsız olduğunu ifade edebilen bir Başbakan, demokrat olmayı nasıl başaracaktır? Daha evvel beğenmediği kardeşlik heykelini yıktıran, tarihi Emek sinemasını bu kadar tepki almasına rağmen AVM yaptırmak için yerle yeksan eden, Haliç’in orta yerine çirkinlik abidesi olan bir asma köprü yaptıran bir Başbakan sanatı ve İstanbul’u sevdiğine bizi nasıl inandırabilir? İnsanları üç çocuk yapmaya teşvik eden, kürtajı yasaklamayı deneyen ve kürtaj ilaçlarını devlet denetimine almaya çalışan bir Başbakan herkesi nasıl ikna edebilir?

1996 Susurluk kazası sonrası Erbakan bunlar glu glu dansı yapıyorlar,bunlar fasa fiso demişti. Ama sonraki süreçte askeri vesayet üzerine çökmüştü hatırlarsanız. Şimdi ise aynı şeyi Başbakan yapıyor. Taksim Gezi Parkı süreciyle oluşan muhalefet iklimini “tencere tava aynı hava” nitelemesiyle pek de ciddiye almadığını gösterdi.

Evet, artık askeri vesayet yok tabi, ama bu sefer ise meşruiyetin tam da sahibiyle karşı karşıya olan bir Başbakan var; yani halkla. Bu yüzden artık yeni, meşru ve demokratik bir muhalefetle karşı karşıya olan bir Başbakan söz konusu olan.

Başbakan Taksim gezi parkı eylemleri için "Eylemler ideolojik çevre kaynaklı ve bunlar 12 Eylül kaynaklı" derken bir taraftan da, "Ben de % 50'yi zor tutuyorum" diyerek bir anlamda topluma aba altından sopa göstermeyi ihmal etmemiş oldu. Kendisini Atatürk hava alanında karşılayan taraftarları da “Yol ver gidelim Taksim’i ezelim” sloganlarıyla adeta selam çaktılar ona.

İşte bu örnek de bana, Başbakan’ın 1980 öncesi Akıncı olduğu dönemleri hatırlattı. Hatırlarsanız o dönemde sadece Devrimci-Ülkücü karşıtlığı yoktu. Aynı zamanda Devrimci-Akıncı karşıtlığı da söz konusuydu. Bir taraftan biz şiddete karşıyız diyen ama bir taraftan da bu gücü istediğim gibi kullanabilirim anlamında bir pozisyon alabilen bir Başbakan var.

Başörtülü kızların hakkını savunurken ve onlara hakkettiğini vermeye çalışan bir Başbakan, başkalarının haklarını gözetmemekte ise her nasılsa bir beis görmemektedir. Geçmişte askeri vesayetten çok çeken bir Başbakan küreselleşen, sosyalleşen, modernleşen bir toplumda yeni bir vesayetin kendi temsil ettiği kesimlerde bile kabul görmeyeceğini anlamamakta ısrar etmektedir.

Kendisine oy verenleri biat kültürüne alıştıran ve bu biat kültürünü toplumun her kesimine dayatan bir Başbakan’ı Türkiye toplumu üzün süre taşıyamaz. Er veya geç Başbakan’ın da bunu anlaması gerekmektedir. Batı toplumlarındaki Hıristiyan-muhafazakar demokrat partileri şeklen kendisine örnek alan Başbakan’ın muhafazakar ve Müslümanlığını gördük, ama demokratlığını henüz göremedik.

Sadece ekonomiye güvenen ve güvendiği ekonomiden aldığı destekle hayatın her alanına dayatmacı anlayış yansıtan bir Başbakan hiç bir biçimde demokrat olmayı da başaramaz. Demokrasi olmadan da tek başına ekonomi hiçbir şey ifade etmez.

Her şeye rağmen bu ülkenin demokrat ve özgürlükçü bir sosyalisti olarak, şimdiye kadar yaptığı uygulamalarla muhalefet anlamında bir araya gelmesi çok zor olan kesimleri bir araya getiren ve yeni bir muhalefet anlayışının yolunu açan Başbakan’a teşekkür ediyorum.

Sosyalistler, çevreciler, ekolojistler, feministler, şehir planlamacılarıyla başlayan yeni muhalefet anlayışı ulusalcıların, sosyal demokratların, Kemalistlerin, Kürtlerin, Antikapitalist solcu Müslümanların, apolitik insanların, modern endişelilerin ve çocuklarının katılımıyla devasa bir eyleme dönüşmüştür.

Artık bu ülkede hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. En azından şu anlaşılmıştır; bir kurtarıcıya ihtiyaç yoktur ve o kurtarıcı gelmeyecektir. Kurtaracak tek unsur ise yaşamın her alanında toplumun örgütlü mücadelesidir. Yani bizzat halkın ta kendisidir.