Yıllar önce, bir hasta için donör aranıyordu. Hasta, Türkiye’den gitmiş, ABD’de bir hastanede yatıyordu. Hastanın adını hatırlamasam da soyadı, Babun ya da Babuna idi. Türkiye’nin her bir bölgesinde üçer beşer merkez kuruldu. Ulusal basından bangır bangır çağırılarda bulunuldu kan verilmesi için (Türkiye’de aynı durumda olup hastanelerde yatan benzer hasta hiç yokmuş gibi). Haber bültenlerinde kurulan çadırlar önünde, kuyrukta kan verme sırası bekleyen iyi niyetli vatandaşlar hâlâ gözlerimin önünde.

Bu merkezlerden hatırladıklarım: İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Adana, Diyarbakır, Erzurum, Trabzon, Samsun vb. bunlar sadece benim hatırladıklarım. Van, Malatya, Mardin, Manisa, Kayseri, Zonguldak ve Edirne’nin de bu listede olup olmadığını hatırlamıyorum. Kan toplama merkezleri bu illerde yoksa da vatandaş öyle galeyana getirilmişti ki, Çorum’dan Ankara’ya; Bolu’dan İstanbul’a; Ağrı’dan Erzurum’a kan vermeye gidenler olduğunu duyardık. Haftalarca süren kampanya sonucunda toplanan kan örnekleri ABD’ye ve Almanya’ya uçtu. Başlangıçta hiçbir risk akla bile gelmedi. Ne vardı ki, biraz kan örneği gitmişti.

Her insan önemli, her can önemli... İnsan ya da hayvan oluşuna bile bakmadan önemsenmeli elbette. Ancak sanki bu söz konusu hasta kurtarılmazsa dünyanın sonu gelecekmişçesine önemsenmesi kuşku uyandırmalıydı sanki. Nitekim sonraları söz konusu kişinin hastalıkla alakası olmadığı yönünde haberler çıktı. Ancak doğru olup olmadığı hakkında kesin bilgim yok.

Yıllar sonra, Türkiye’nin demografik yapısı hakkında ABD’den öyle kesin ve keskin bilgiler gelmeye başladı ki, ağzı açık bakakaldık. Ellerindeki kan örnekleriyle insanlarımızı milliyet milliyet bir güzel tasnif etmişlerdi. Üniversitelerimizden bir iki akademisyen farklı yüzdelik oranlar vermek isteseler de, ellerinde kapsamlı ve kan örneklerine dayalı yapılmış bir belge olmayınca sustular. Verilecek cevap yoktu. Kabarık milliyetçi duyguları içlerinde derin volkanlar gibi patlayıverdi bazılarının.

Unutturuldu.

Hangi bölgede ne kadar Kürt, ne kadar Türk, Ermeni, Rum, Laz, Boşnak, Arap varsa, bölge bölge, il il ellerinde belge. ‘Belgen yoksa konuşma’ der gibiydiler. ‘Biliyorsam benimdir’ der gibiydiler.

Unutuldu.

Şimdi hatırlama zamanı.

Farklı milliyetlerden insanların aynı topraklar üzerinde yaşaması kör topal, yürürken, bundan da rahatsız olunmuş olacaklar ki, araya kabullenilmesi zor bir etkenin sokulmasına ihtiyaç duyulmuştur. Kürtlerin terörist ve bölücü; sol görüşlülerin bu ülkenin düşmanları oldukları kabullendirilmeye çalışılmasına rağmen, ne Kürtler ne de sol görüşlüler bu zorlamaları kabullenmemişlerdir. Hem bu oyuna iştirak etmemişlerdir. Bu iki faktörün kullanışlı olmadığı görülünce üçüncü bir faktörün devreye girmesi gerekli görülmüştür. On yıllara yayılacak bir düzenleme… Tehdit, şantaj…

Halkın, her zaman siyasi iradeden daha feraset sahibi olduğunu bilmeliyiz. Onların gizli ve kişisel hesapları yoktur. Halk, Suriye’den milyonlarca kişinin zorla Türkiye’ye göç ettirildiğinin farkındadır. Onların savaş mağdurları olmadığını bilir. Memlekette bunca işsiz varken, işsizliğe işsizlik katacaklarını bilir. Bu yolla, memlekette teröristlerin çoğalacağını ve dinin terörizme alet edileceğini bilir. Bunlara vatandaşlık verilerek bir partinin oy deposu haline getirileceğini bilir.

Bunları bilmeyenler, savaştan kaçanlara mağdur gözüyle bakarak, sığınmaya gayet insani gerekçeler sunarlar. Günü geldiğinde de gideceklerine inanırlar, safça. Bu saf insanların temiz duygularını siyasi emeller uğruna kötüye kullanmak, insanlarımıza yapılmış/yapılacak en büyük kötülüktür.

Bir de siyaseten Suriyelileri kabullenenler var. Onlar da siyasi bekaları peşinde koşmaktan ülke bekasını göremez durumdalar. Beka derken, ülkeyi kastedenlerin; ülkenin demografik dengesini allak bullak edecek bu göç dalgalarını kabullenmeleri mümkün mü? Neyin milliyetçiliği yapıldığı bile belli değil.

Türkiye’ye gelen Suriye vatandaşlarından (Kürtler hariç) tamamının Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olacaklarına inanıyorum. Böyle planlandığını düşünüyorum. Türkiye’de demografik yapıyla oynamak, birilerinin sinsi planları olup, bizde Yeni Osmanlıcılık olarak tezahür etmektedir. Sinsi planları düşünmeden Osmanlıcılık oynamaya devam ettiğimizde, oyunumuzun sonunda nereye varırsak varalım, aslında rolümüzü oynadığımızın farkında olamayacağız.

Osmanlı’da her bir sıkışmışlık durumunda kazanılmış bir zafer, duygusal toparlanmayı ve ganimetlerle zenginleşmeyi sağlardı. O dönemin istikrarı için yeterliydi.

Umarım ki, Kürtlerin ve sol görüşlülerin ötekileştirilmesinin defalarca iktidara can simidi olarak görülmesi gibi, şimdi de Suriyeliler can simidi olarak görülmezler.

Bizim oyunculuğumuzun sorunların üzerine siyah perde çekmekle devam ettiği bir dönemde, oyunlara devam etmemizi isteyenlerin uzaktan izlerken neler gördükleri ve neler hissettikleri önemli. Ama bizim bunlardan hiç haberimiz olmayacak.

Sol kendisinin itilmesine kakılmasına pek aldırış etmez. Onlar için önemli sorun, iktidar sorunudur. İktidar elde edilince, ülke sorunları tamamen halledilebilir, basit bir iştir. Oysa, iş başına gelince başına örülmüş çorapları sökmenin mümkün olamayacağını şimdiden görmesi gerekir.

Kürtlerin ötekileştirilmeye çalışılması ve hatta bunu kabullenmiş olmaları kendilerince sorun görülmemektedir. İktidar sorunları yoktur. Demokratik hak ve özgürlükler peşindeler. İktidara gelince, her şeyi hallederiz diye bir rahatlıkları yok. Her yerde ve her zaman mücadelenin gerekliliği inancı, maalesef onların terörist olarak görülmelerine sebeptir. Halbuki, Kürtler topraklarına, vatanına bağlıdır. Sadece dayatmalara karşıdır. Bu onları haksız kılmamalı. Çünkü savundukları değerler sadece kendileri için olmayıp, bütün vatandaşları kapsamaktadır. Eğer yaptıkları eylemler ve savundukları değerler ayrılıkçılık ve bölücülük olarak görülseydi, bugün Türkiye’de bir tane bile Suriyeliye gerek duyulmazdı.