Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan 14 Temmuz 2019 tarihinde S-400 anlaşmasını, Cumhuriyetimizin kuruluş senedi olan Lozan ve Boğazları güvence altına alan Montrö’den de önemli sayarak “Tarihimizin en önemli anlaşması” saydıktan sonra, “Batı ittifakı ile kurduğumuz siyasi ve askeri paktlara rağmen, en büyük tehditleri yine onlardan gördüğümüz bir gerçektir” beyanını eklemeyi ihmal etmedi, hassas dengeyi tutturmaya ve haklılık payını arttırmaya çalıştı. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 almaya karar vermesi ardından ABD’nin 3 müttefiki daha (Suudi Arabistan, Mısır ve Hindistan) Rusya ile S-400 görüşmelerini açık açık yürütmeye ve hızlandırmaya başladı. ABD biraz da bu işin bir çorap söküğü etkisi yaratmasından kaygılanarak önünü almaya gayret gösteriyor. Öte yandan, bu yeni durumun Türkiye’yi, zaten enerji, turizm ve tarım ihracatında giderek bağımlı hale geldiği, Rusya’yla daha sıkı işbirliğine de zorlayabileceği ve üstelik kendi askeri sanayiini daha da geliştirip ABD’ye bağımlılığını azaltabileceği ifade ediliyor.

Şu an Türkiye’nin toplam dış borcu 453 milyar dolar. Bunun kabaca 300 milyar doları (%66) özel sektör borcu ve üçte birine denk gelen 154 milyar doları ise (%34) kamu borcu niteliğinde. 300 milyar dolarlık özel sektör borcunun 137 milyar doları finans borcu ve 163 milyar doları da finans dışı borç durumunda. 1 yılda ödenmesi gereken borç miktarı ise tam 175 milyar dolar. Bunun %79’u özel sektör borcu ve %21’lik kısmı kamu borcu. Yavaş yavaş yüksek döviz düşük faiz sistemine geçmekte olduğumuz şu günlerde, ekonomi alanında tek ihtiyacımız olan şey istikrar, güvenilirlik, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve yeni büyüme-kalkınma hikâyeleri. Bugün itibariyle tek iyi giden sektörümüz turizmde de nitelik giderek artmakla beraber, bu alanda da nicelik sorunumuz var. Türkiye “çok ucuz ama bazı güvenlik riskleri olan bir ülke” olarak görülüyor. Aynen birkaç sene öncenin Doğu Asya ülkeleri gibi, artık bu gibi ülkelerle aynı kategoride ve aynı ligdeyiz... Öte yandan, 2023 ihracat hedefi 500 milyar dolardı, yeni hedef 226 milyar dolar. 2012’de açıkladığı 2023 kişi başı gelir hedefi 25 bin dolardı, yeni hedef 12 bin 484 dolar. Uçuk hedefler hiçbir zaman tutturulamadı, sadece halkta geçici bir heyecan yaratmakla kaldı.

Devlet bütçesi Haziran ayında 12,1 milyar lira açık verdi. Bütçe açığı Ocak-Haziran dönemi için geçen yılın aynı dönemine göre 32,5 milyar lira artışla 78,6 milyar liraya yükselmiş oldu. Bütçe 2018 yılını 72 milyar 600 milyon lira açıkla kapatmıştı. Diğer yandan, Türkiye genelinde işsizlik, Mart, Nisan ve Mayıs aylarını kapsayan Nisan döneminde, geçen yılın aynı dönemindeki yüzde 9,6 düzeyinden, yüzde 13'e yükseldi. İşsizlik oranı Mart döneminde yüzde 14,1 düzeyindeydi. Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine göre, işsiz sayısı Nisan döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 1 milyon 116 bin kişi artarak 4 milyon 202 bin kişiye çıktı. 1 yılda 1,8 milyon kişi işsiz kaldı! Kayıtlı işsiz sayısında, tüm zamanların rekoru kırıldı...

Yeni bir gündem maddemiz daha var, ani bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile 618 lira olan telefon kayıt harcı, 1.500 liraya yükseltildi. Bu tutar daha 9 ay kadar önce 170 liraydı. Devletimiz yana yakıla ve ite kaka yeni kaynaklar arıyor, buluyor, yaratıyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sayesinde, en seri bir şekilde karar alınıyor ve uygulama başlatılıyor. Evet, kararlar daha hızlı alınıyor, “yeniliklere” daha hızlı uyum sağlanıyor. İşte etkin yönetimin sırrı (!) burada yatıyor... Bağımsız Merkez Bankası Başkanı Çetinkaya’yı görevden alırken de, “Defalarca faizi indirmesi gerektiğini söyledik. Gerekeni yapmadı. Biz de gerekeni yaptık. Aynı kulvarda değildik” şeklinde ultra-totaliter bir açıklama yapmış değil miydi Başkan Hazretleri… Benzeri bir durumda, başkanlıkla yönetilen bir başka ülke olan ABD’de Merkez Bankası olan FED’in Başkanı J. Powell ise şunu söyleyebildi; “Trump git derse, tabii ki gitmem!”. ED, ECB gibi kurumsal kimliği güçlü Merkez Bankalarında görev değişikliğinin nasıl yapıldığını biliyoruz. Önce aday isimleri ortaya çıkıyor, toplum şöyle veya böyle görüş bildiriyor ve nihayet, üç aylık bir geçiş süresinde, atamaya yetkili makam bir isimle ilgili kararını açıklar. Süreç şeffaftır, belirsizlik yoktur, piyasa açısından sürpriz yoktur. Bu da o topluma düşük enflasyon, yüksek büyüme ve güçlü istihdam ve refah olarak döner. Ülkemizdeki uygulama ise ‘bambaşka’...

Erdoğan 15 Temmuz konuşmalarında (sanki bir korku filmi repliği gibi) “Ruhlarını iblise satan müptezeller, Türkiye'yi ele geçiremeyecek” dedi ama ‘Fetö’ ifadesini bu sefer neredeyse kullanmadı. Adeta ortaya konuşuyor ve “üstüne alınan alsın” der gibiydi. Erdoğan'ı olağanüstü pragmatik, konformist ve popülist bir lider olarak tanıyoruz. Kendisi üst düzey bir siyasi zekânın ve kabiliyetin sahibi. Bu özellikleri nedeniyle, en zorlu ve umutsuz durumları kendi lehine çevirmeyi ve yeni gelişen koşullara mükemmelen uyum sağlamak suretiyle aradan paçayı kurtarmayı da başardı şimdiye dek... Fakat artık hırsı ve ihtirası, zekâ ve yeteneğinin önüne geçmiş durumda. 15 Temmuz anmaları sırasında Atatürk Havalimanı konuşması neydi öyle? Kırk yıllık söylemleri ve fantezilerini tekrarlamakla kalmadı, CHP ve İyi Partili belediye başkanlarını en baştan kaçırdı. Sahiplenici, kuşatıcı, kurtarıcı rolünün yerini, başka bir şey aldı…  Fethullah Gülen'in (FETÖ) koltuğunda zıplaya zıplaya kin ve nefret içerisinde beddua ederken, taraftar ve sempatizanlarında yarattığı ağır ve onarılamaz düş/gönül kırıklığı...

Kendi ayrılış süreçlerini çarçabuk unutan Erdoğan, benzeşim gösteren Davutoğlu ve Babacan hareketlerine karşı sert tepki gösteriyor. “Kırgınlığınız var mı?” sorusuna “Bunlara kırgın olmayacak da kime olacak!” diye karşılık veriyor. Abdulkadir Selvi’nin aktardığına göre, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, eski Başbakan Ahmet Davutoğlu ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirmiş. Bu görüşme esnasında, Erdoğan, ’Parti kuruyormuşsun’ diye soruyor. Davutoğlu da, ’Benim bir irade beyanım olmadı’ diyor" ifadesini kullanıyor. Nagehan Alçı’nın bir başka çarpıcı kulis haberine göre ise, Babacan-Erdoğan arasında şu diyalog cereyan ediyor; Erdoğan: “Ümmeti bölmeyin!” Babacan: “Bu ümmet değil, memleket meselesidir Sayın Cumhurbaşkanım...” Babacan, daha önce kuracağı partiye davet etmek için görüştüğü bir gruba ’AK Parti’nin içini hedeflemiyoruz. AK Parti tabanına da hitap edeceğiz ama Türkiye’yi hedef alıyoruz’ demişti. "İnsan hakları, özgürlükler, ileri demokrasi ve hukukun üstünlüğü vazgeçilmez ilkelerimizdir". Fakat bu lafı Ak Partinin 13 yıl MKYK üyeliği ve 14 yıl kabine üyeliğinde bulunmuş bir kişi, Erdoğan'ın eski prensi Babacan söylüyor... Biraz garip kaçmıyor mu?

Erdoğan, katmerli İmamoğlu yenilgisini bir türlü hazmedememiş ve bunun doğuracağı sonuçlara kendisini henüz hazırlamamış gibi görünüyor. Oysa İsmet Paşa'nın 1950'deki ağır seçim yenilgisi sonrası açıklamaları suhulet, vakar, asalet ve aklıselim doluydu; "Seçimi fena nispette kaybettik. Niçin kaybettik? İnsaflı, insafsız bin bir sebebi var. Fakat en başta geleni, milletteki değişim arzusudur.  Bu da bir milletin en masum ve en tabii arzusu olsa gerektir. Bu seçim, memlekette yeni bir hayat tarzı kurmak için giriştiğimiz teşebbüste ne kadar ciddi ve samimi olduğumuzu ispat etmiştir. Memleket için, hepimiz için şeref olmuştur. Emin olun ki, müsterihiz" (17 Mayıs 1950).

Türk milletinin hassas ve kırılgan noktasını bilen devlet yöneticileri “dış güç” kavramını her zaman kullandılar, bu yeni bir şey değil. “Yarının teminatı olan evlatlarımızın Atatürk ilkeleri yerine yabancı ideolojilerle yetişerek sonunda birer anarşist olmasını önleyecek tedbirler alınacaktır...” diyerek kıyımlar yapan ve astıklarını Mehmet Ali Birand belgesellerinde sırıtarak anlatmaya utanmayan isim, psikopat darbeci general Kenan Evren’den başkası değildi...

Burada Tunuslu Prof. Munsif Merzuki’nin “Diktatörlükle Devrim Arasında Arap Devletinin Krizleri” adlı kitabına da atıf yapabiliriz, Merzuki siyasi İslam iktidarları için şu ifadeleri kullanıyor; ”Siyasi sistemin düşünce tarzı tam olarak şu: İktidar halka hizmet ve vatandaşların hayat şartlarını iyileştirmek için değildir. Kendin, ailen, kabilen, hemşerin için elde ettiğin bir güçtür, bir ayrıcalıktır. Yani iktidar bir görev değil bir ayrıcalıktır…”

Ingmar Bergman, “Anlattığınız hikâye dinlediğiniz, hikâyeyle aynı değildir” der. Biz de ülke olarak kendimize özgü şartlar ve yine bize has koşullarda, kendi ilginç hikâyemizi yaşamaya devam ediyoruz ve edeceğiz...