Geçtiğimiz hafta Fransa Parlamentosu, “soykırım” tasarısını kabul etti. Yürürlüğe girmesi Başbakan Sarkozy’nin onayına kaldı. AKP hükümeti, ilk oylamaya göre daha soğukkanlı ancak Fransa’yı Cezayir Meselesi’nden dolayı eleştirmek hâlâ çok revaçta. Bu hafta, bilmeyenlere ya da unutanlara, Fransa Cezayir’de “soykırım” yaparken, Türkiye’nin ne yaptığını hatırlatmak istiyorum.

Cezayir, 1529’dan 1830’daki Fransız işgaline kadar Osmanlıların yönetiminde kaldı. Bugün “Fransa’nın Cezayir’de ne işi vardı?” diyenler “Osmanlı’nın Cezayir’de ne işi vardı” diye sormuyor elbette. Ancak kabul etmek gerekir ki, aynen Osmanlı gibi sömürgeci amaçlarla Cezayir’i işgal eden Fransızlar, Osmanlı’ya göre çok daha acımasız sömürgeci politikalar güttüler. Öyle ki, 19. yüzyılın sonuna kadarki dönemde ülke nüfusunun üçte birinin, yani bir milyon kişinin açlık ve hastalık başta olmak üzere çeşitli nedenlerle hayatını kaybettiği sanılıyor.

MİLLİ MÜCADELE DOSTLARI

20. yüzyılın başlarından itibaren, Fransız sömürgeciliğine hem İslamcı, hem milliyetçi, hem de solcu gruplardan örgütlü tepkiler gelmeye başladı. Bu üç kesim de farklı nedenlerle Türkiye’deki Kemalist deneyimi büyük ilgi ile izliyorlardı. 1920’de Fransızlar, Adana-Antep-Urfa yöresini işgal ettiklerinde, Fransız birliklerindeki Moritanyalı, Libyalı, Tunuslu ve Cezayirli askerler topluca Türk tarafına geçtiler. Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra da bu askerler Türk vatandaşlığına alındılar, kendilerine bir miktar toprak verilerek Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde iskân edildiler. Ama ilgi bununla sınırlı kaldı.

1930’lar gelindiğinde Cezayir’de bağımsızlık mücadelesi üç ana akım tarafından yürütülüyordu. Solcu Ahmet Messali Hac, milliyetçi Ferhat Abbas ve İslamcı Şeyh Abdülhamid Bin Badis’in temsil ettiği üç akımın da ortak paydası, Fransız sömürgeciliğine karşı olmalarıydı. O yıllarda tamamen içine kapanmış olan Türkiye’nin Cezayir’le ilgili tek hamlesi, 1930’da Fransa’nın Cezayir’i işgalinin 100. yıldönümü için dış temsilciliklerinde bazı etkinlikler yapacağını duyması üzerine oldu. Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin dış temsilciliklerine bu tür etkinliklere katılmamalarını emretti. Türkiye bundan sonra bir daha Cezayir’le ilgilenmedi.

FRANSA’NIN SETİF KATLİAMI

İkinci Dünya Savaşı arifesinde Fransa’da iktidara gelen Halk Cephesi adlı sol koalisyon Cezayir’e özgürlük vaat etmişti. Ancak Fransa Naziler tarafından işgal edilince bu vaadini yerine getiremedi. Savaş Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanınca Cezayir’deki bağımsızlıkçı güçler tekrar Fransa’nın karşısında toplandılar. Savaşın bitmesinden bir hafta önce Fransızlar tarafından bilmem kaçıncı kez tutuklanmış olan Messali Hac’ın serbest bırakılması için 5 Mayıs 1945’te düzenlenen gösteriye 500 bin kişinin katılması üzerine Fransızlar iyice sertleşti. Setif, Blida, Oran, Guelma şehirleri başta olmak üzere pek çok yerde katliam yaptılar. Kısaca “Setif Katliamı” denen bu olaylar sırasında Fransız kaynaklarına göre 1.500, Cezayir kaynaklarına göre 10.000 Cezayirli öldürülmüştü. O sırada Türkiye’de tek parti iktidarı vardı ve katliama yönelik tepki olmadı.

1947’ye kadar legal yollardan bağımsızlık mücadelesi veren muhalifler bu tarihte Özel Örgüt dedikleri silahlı gücü oluşturdular. Fransa polisi örgütü dağıttı. Bunlar Türkiye basınında sadece birkaç kısa habere konu oldu. Buna karşılık, 1952’de Mısır’da Kral Faruk yönetimini deviren Cemal Abdülnasır, Cezayirli bağımsızlıkçıların yanında yer aldı. Arap milliyetçiliğinin başına geçen Nasır, Türkiye’nin Ortadoğu’daki en büyük rakibiydi. Dolayısıyla Mısır’ın desteklediği bir hareket, otomatik olarak Türkiye’den destek görmüyordu.

NATO MU CEZAYİR Mİ?

Ama daha önemlisi, Türkiye o yıl Fransa’nın belkemiğini oluşturduğu NATO’ya üye olmuştu. Batı blokunda kendisine yer açmaya çalışırken, Fransa’nın sömürge politikalarını eleştirmesi hiç doğru olmazdı. Fransa’yı eleştirmek bir yana, 1953’te Fransa’ya giden Adnan Menderes’e Légion d’Honneur Nişanı takıldı, Grand Cordon rütbesi verildi. Ardından ilk Fransız-Türk Parlamenterler Dostluk Grubu faaliyete geçti. Dönemin gazeteleri (iktidara yakın Zafer de, CHP’ye yakın Ulus da) hükümetin NATO üyeliği, Fransa müttefikliği veya Nasır aleyhtarlığı temelindeki politikalarını destekliyordu.

10 ve 24 Ekim 1954 tarihlerinde Kahire’de toplanan Cezayir Kongresi’nde bütün örgütlerin lağvedilerek yerine Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ve silahlı kanadı Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (ALN) kurulmasına karar verildi. Bu tarihten sonra örgüt, hem Cezayir’deki diğer siyasal gruplarla hem Fransızlarla mücadele etti. Sabotajlar, direnişler, genel grev gibi değişik yöntemlerle sömürge yönetimini felç etti. Örgüt modern silahlara sahip değildi ama kısa sürede Cezayir’in genelinde etkili olmayı başardı. Setif Katliamı sonrasında Messali Hac’ın örgütüne katılan Ahmed Ben Bella ve diğer önemli liderler Fransızlar tarafından sık sık tutuklandı, kimi öldürüldü, kimi yıllarca hapse atıldı. Bu dönemde 12 bin Cezayirli hayatını kaybetti.

Türkiye’deki gazeteler ANL’nin eylemlerini “tedhiş (şiddet, terör) hareketleri”, “çapulculuk”, “eşkıyalık”, “isyan”, “ayaklanma” olarak niteliyordu. Gazetelere göre konu Fransa’nın “iç işi” idi. Bunda şaşılacak bir şey yoktu çünkü gazetelere Fransız kültürüne sempati duyan, Fransızca bildiği için olayları Fransa gazetelerinden öğrenen gazeteciler egemendi. Hükümet ve ana muhalefet partisi ise iyi bir NATO üyesi, sadık bir Batı müttefiki olmaktan başka bir şey düşünmüyordu.

BANDUNG KONFERANSI

Türkiye yan çizmeye devam ederken, Cezayir Meselesi 18- 24 Nisan 1955’te Endonezya’nın Bandung şehrinde toplanan Bandung Konferansı’nın en önemli gündem maddesi oldu. Konferansın amacı sömürgecilik sonrası dönemde kurulan yeni ulus-devletleri, ABD ve Sovyetler Birliği’nin tasallutundan korumak için bir birlik oluşturmaktı. Konferansa Türkiye ile birlikte 29 ülke katıldı. Türkiye’yi DP Hükümeti’nin karizmatik Başbakan Yardımcısı Fatin Rüştü Zorlu temsil ediyordu. Zorlu, konferansın etkili üyelerinden Hindistan Başbakanı Nehru ile pek çok konuda tartıştı. Nehru NATO’yu sömürgeciliğin zaptiyesi olarak, Zorlu, NATO’nun gerekli olduğunu söylüyordu. Nehru sömürgeciliği kınarken, Zorlu esas tehlikenin komünizm olduğunu söylüyordu. Sonuç olarak Zorlu’nun şahsında Türkiye Cezayir’in ve diğer sömürge halklarının bağımsızlığına karşı çıkıyordu. Bu tutum, Türkiye’nin itibarını ezilen halklar nezdinde yerle yeksan etmişti.

FRANSA’NIN HAVA KORSANLIĞI

Bandung’dan sonra Mısır’la Suudi Arabistan, Cezayir Meselesi’ni BM Güvenlik Konseyi’ne taşıdı. Türkiye tahmin edileceği gibi Fransa ile birlikte aleyhte oy kullandı. Ancak ilk kez Türkiye basınında, DP’nin Cezayir politikasını eleştiren sesler yükselmeye; “tedhişçiler” teriminin yerini “mukavemetçiler”, “hürriyetçiler” terimleri almaya başlamıştı. 1956’dan itibaren dil daha da sıcaklaştı. Hatta Ulus gazetesi bir keresinde “Cezayir’de 102 Milliyetçi Daha Şehit Edildi!” diye başlık attı. Basının sempatisi 23 Ekim 1956’da Ahmet Ben Bella ve beş arkadaşının bindiği uçağın, Fransız askerî uçakları tarafından zorla Fransa topraklarına indirilmesiyle daha da arttı. Bu zorbalık başta Mısır ve Arap ülkeleri olmak üzere, dünyanın pek çok yerinde tepkiye neden olmuş, Türkiye de bu dalgadan etkilenmişti. Ancak Menderes hükümetinin Cezayir politikası değişmedi. Türkiye, BM’de Cezayir’le ilgili oylamalarda aleyhte oy kullanmaya devam etti.

TÜRKİYE’NİN TARİHÎ OYU

İleride ABD Başkanı olacak, Demokrat Parti Senatörü John F. Kennedy’nin Temmuz 1957’de Cezayir’in artık sadece bir Fransız meselesi olmadığı, ABD’nin Cezayir’in bağımsızlığının yolunu açması gerektiği şeklindeki konuşması Türkiye’nin yeni rotasını belirledi. O tarihten sonra Türkiye, Cezayir ve benzeri konularda Fransa ile birlikte hareket etmeyi bırakıp, ABD ile birlikte çekimser oyu kullandı. Örneğin Aralık 1958’de BM’deki Asya-Afrika ülkeleri grubunun Cezayir’in bağımsızlığının hemen tanınması yönündeki önergesine çekimser oy verecekti. Ancak bu tarihî bir oydu, çünkü önerge bir oy farkla, bu yüzden Cezayir’deki kanlı savaş üç yıl daha devam etmişti. Kısacası Türkiye dolaylı yoldan yüzbinlerce Cezayirlinin kanına girmişti.

Bu oylamadan sonra Cezayirlilerin bağımsızlık talepleri daha da şiddetlendi. Cezayir ve Fransa tam bir savaş alanına dönünce (bu arada Uzakdoğu Asya’daki Fransız politikaları da çökmüştü) Fransa çareyi, De Gaulle’ü göreve çağırmakta buldu. 2 Haziran 1958’de, altı aylık bir dönem için kendisine sınırsız yetkiler verilmesi ve yeni bir anayasa yapılması kaydıyla “ulusun başına geçmeyi” kabul eden De Gaulle, sözümona sosyal plan olan Cezayir için “Bin Köy Projesi” adlı planını açıkladığında, Türkiye bunu “De Gaulle Mucizesi” diye alkışlayacaktı. Hâlbuki plan Cezayir’i modern bir sömürge haline getirmeyi amaçlıyordu.

ÇEKİMSER OYLARA DEVAM

Türkiye tahmin edileceği gibi, 19 Eylül 1958’de Kahire’de kurulan Cezayir Cumhuriyeti Geçici Hükümeti’ni de tanımadı. Türkiye meşhur “çekimser” oylarından birini, Aralık 1958’de BM’de Cezayir Meselesi’nin çözümü için, tarafları görüşmeye çağıran karar metni oylanırken verdi. Karar 35 kabul, 18 ret, 28 çekimser oyla kabul edildi ancak kabul oyları üçte iki çoğunluğu oluşturmadığı için bağlayıcı olmadı. Neyse ki Türkiye’nin çekimser oyu bu sefer hayati bir rol oynamamıştı.

1959 yılının sonlarında, Arap Birliği üyesi ülkeler, BM Siyasi Komisyonu’na Fransa’nın, esir kamplarında tuttuğu Cezayirlileri imha ettiği yolundaki haberleri soruşturmak üzere bir komisyon kurulmasını önerdiler. Karar tasarısı “Cezayir Meselesi’nin ‘kendi kaderini tayin hakkı’ çerçevesinde hallinden üye ülkelerin memnuniyet duyacağı” şeklinde bir cümle de içeriyordu. Tasarı 26’ya karşı 35 oyla kabul edilirken, 17 ülke çekimser kaldı. Tabii Türkiye de...

HENRY ALLEG VE ÜNLÜ KİTABI

Bu yıllarda Fransızların Cezayirlilere yaptığı sistematik işkenceleri dünya kamuoyu yine bir Fransız’dan, Fransa’nın Cezayir politikasını eleştirdiği için kendisi de bu işkencelerden nasibini alan gazeteci Henry Alleg’in Le Question (Sorgu) adlı kitabından öğrenmişti. Kitap, Jean Paul Sartre’ın önsözü ile Fransa’da 1958’de yayımlanmış, Türkçeye 1959’da çevrilmişti. Muhtemelen kitabın da etkisiyle, DP hükümetinin Fransa’ya ayarlı Cezayir politikası en sonunda DP milletvekillerinden birinin tepesini attırdı. 1953’te kurulan Türk-Fransız Dostluk Grubu’nun Başkanı, Nevşehir Milletvekili Münip Hayri Ürgüplü, görevinden istifa etti. Ardından bazı milletvekilleri Türkiye Afrika İslam Devletleri Dostluk Grubu’nu kurdular. Ancak hepsi bu kadardı.

1960 DARBESİ İLE DEĞİŞEN POLİTİKA

Şubat 1960’ta Fransız aşırı sağı Cezayir’de ve Fransa’da De Gaulle hükümetine karşı direnişe geçti. Basın olayları nötr bir dille kısaca haberleştirirken, Menderes hükümeti o sırada kendi başının derdine düşmüştü. Türkiye’nin Cezayir politikası, ancak 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra değişikliğe uğradı. Çünkü darbeciler Fransa ve ABD’yi emperyalist, kendilerini ise anti-emperyalist olarak niteliyordu. MBK Başkanı Cemal Gürsel, 31 Temmuz 1960’ta “Ben öteden beri Cezayirlilerin sarf ettikleri asilane ve kahramanca mücadelelerini yakın bir alaka ile takip etmekte idim” demişti. Darbe hükümetinin Dışişleri Bakanı Selim Sarper de 23 Eylül 1960’ta BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında, Türkiye’deki yeni yönetimin Cezayirli bağımsızlık savaşçılarını daha aktif destekleyeceğinin işaretini vermişti. Ancak çok geç kalınmıştı. Fransa 1960 yılında tam 360 bin askerle Cezayir’deki bağımsızlık savaşını en kanlı biçimde bastırmaya çalışıyordu. Milyonlarca insan evlerinden yurtlarından ayrılarak daha güvenli gördükleri bölgelere gitmiş, yüzbinlerce Cezayirli, Tunus ve Fas’a sığınmıştı. Sınır boylarında kurulan mülteci kamplarında yoksulluk ve açlık hüküm sürüyordu.

DE GAULLE’E DARBE GİRİŞİMİ

Bu dönemin gerçek bilançosu hâlâ bilinmiyor, ama 1982 yılında Fransa Parlamentosu’nda açıklanan bir resmî rapora göre 1954-1960 arasında 157 bin ANL askeri ve 187 ila 227 bin arasında sivil ölmüştü. Cezayir kaynaklarına göre ölü sayısı 1,5 milyona yaklaşıyordu. Bağımsız kaynaklar ise 500 bin Cezayirlinin hayatını kaybettiğini söylüyordu. Bir milyondan fazla Cezayirli hapse girmiş, 2,5 milyona yakın Cezayirli de mülteci durumuna düşmüştü. En düşük rakam esas alındığında bile ortada korkunç bir katliam vardı.

Bunca kan döküldükten sonra De Gaulle Hükümeti pes etti ve Cezayir Geçici Hükümeti ile görüşme kararı aldı. Bu durum Fransız ordusunun içindeki aşırı milliyetçileri ve Cezayir’deki Avrupalı göçmenleri çok rahatsız etti. 21 Nisan 1961’de Fransız ordusunun dört önemli generali De Gaulle’e karşı bir darbe girişiminde bulundu. Darbe önlendi ve iki generali tutukladılar. Ele geçirilemeyen iki general seçkin paraşütçü birliklerinin içinde OAS (Organization de l’Armée Secrète –Gizli Ordu Örgütü) adı altında örgütlenerek Cezayir’de ve Fransa’da terör eylemleri başlattılar. Örgüt Eylül 1961’de De Gaulle’e suikast yapmaya bile çalıştı. OAS mensubu iki general tutuklandıktan sonra Fransız Hükümeti ile Cezayir Geçici Hükümeti arasında görüşmelere devam edildi. Ama bu tarihten sonra De Gaulle’ün başı Cezayirli milliyetçilerden çok, Cezayir’den çekilmek istemeyen aşırı sağcı Fransızlarla (sloganları “Cezayir Fransız’dır” idi) dertte olacaktı.

Görüşmeler Temmuz 1961’de Batı Sahra Meselesi yüzünden kesilince Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi ağustos sonunda Fransa’da eylemlere başladı. Fransız polisi de tavrını sertleştirdi. Cezayirli göçmenlerin yaşadığı mahalleler abluka altına alındı. Arama ve taramalarda insanlar kaybolmaya, Seine Nehri’nde kara derili insanların cesetleri görülmeye başladı.

EVİAN ANTLAŞMASI

Polisin baskılarını protesto etmek için 17 Ekim 1961 günü Paris’te 30 bin kişinin katıldığı bir gösteri yapıldı. Polis 13 bin göstericiyi gözaltına aldı ve Paris yakınlarındaki bir stadyuma kapattı. Göstericilerden 22’si idama mahkûm edildi. Binlerce kişi hapse atıldı. Binlerce gösterici sınırdışı edildi. Bunun üzerine Fransız hapishanelerinde yatan Ahmet Ben Bella ve arkadaşlarının öncülüğünde dört bin Cezayirli mahkûm açlık grevine başladı.

Bütün bunlar (Türkiye hariç) dünya kamuoyunu ayağa kaldırdı. Asya-Afrika Grubu devletleri konuyu BM’ye taşıdı. 16 Kasım 1961’de 31 çekimser oya karşı 62 oyla kabul edilen tasarı, Fransa’yı Cezayir’in bağımsızlığını tanımaya ve hapiste tutulan kişilere adil davranmaya davet ediyordu. Türkiye’nin oyu hâlâ çekimserdi.

Sonunda Fransa pes etti ve 20 Mayıs 1961’de Evian-les-Bains şehrinde Ulusal Kurtuluş Cephesi ile görüşmeler yeniden başladı. Bu arada Cezayir’de her gün 30-40 kişi ölüyor, gün oluyor, 117 bomba patlıyordu. De Gaulle’ün görüşmeler hakkında radyodan halka bilgi verdiği 5 Şubat 1962 günü Paris’te 25 bin polis elleri tetikte bekledi. Neyse ki korkulan faşist kalkışma olmadı ve nihayet 19 Mart 1962 günü saat 12:00’de taraflar 7,5 yıl süren bağımsızlık mücadelesinin resmen sona erdiğini açıklandı. 8 Nisan 1962’de De Gaulle’ün politikaları Fransa’da referanduma sunuldu ve 497 bine karşı 4. 768 bin oyla kabul edildi. İşin ilginç yanı referandumda iki sorunun sorulmuş olmasıydı. Biri De Gaulle’ün Cezayir politikaları, diğeri De Gaulle’e olağanüstü yetkiler verilmesiydi. Sonuçta halk kanlı Cezayir sayfasını kapatmak için De Gaulle’e istediği yetkileri vermek zorunda kaldı.

Fransa otoriter Beşinci Cumhuriyet’e adımını atarken Cezayir’de 1 Temmuz 1962’de yapılan halkoylamasında 16.534 hayır oyuna karşılık 5.975.581 oyla Cezayir’in bağımsızlığı kabul edildi. Bağımsızlıkla birlikte Cezayirli liderlerin (Ben Bella, Ben Hedda, Huari Bumedyen) iktidar savaşı başladı. Ve nihayet Cezayir 8 Ekim 1962’de BM’ye üye oldu. Hakkını teslim edelim, Türkiye basını bu süreci günü gününe ve Cezayirlilere sempati ile okurlarına aktardıysa da Hükümet Cezayir’de büyükelçilik açmaya ancak 1963 yılının şubat ayında karar verecekti. İlk büyükelçi Semih Günver, Temmuz 1963’te göreve başladı. Ancak 1965’te Cezayir’in ilk cumhurbaşkanı Ben Bella’yı kansız bir darbe ile devirerek iktidarı ele geçiren Bumedyen’in ilk açıklamalarından biri, “Türkiye’ye dargın ve kızgın olduğuna” dairdi. Nitekim Bumedyen döneminde (1977’ye kadar sürdü) Cezayir Türkiye’de elçilik açmadı.

TURGUT ÖZAL’IN ÖZRÜ

1985’de Cezayir’i ziyaret eden dönemin Başbakanı Turgut Özal 1950’li yıllarda BM oylamalarında Türkiye’nin takındığı tutum için Cezayir’den özür diledikten sonra Türkiye-Cezayir ilişkileri normalleşmeye başladı. 1988’de darbeci Cumhurbaşkanı Kenan Evren yanında Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz’la Cezayir’e gitti. İlişkiler güya daha da ısındı. Ancak, Fransa Parlamentosu’ndaki son oylama sırasında, Başbakan Ahmed Uyahya’nın gazetecilere “Türkiye’deki dostlar Cezayir’in kolonileştirilmesinin ticaretini yapmaktan vazgeçmeliler” demesine bakılırsa bu dargınlık veya kızgınlık içten içe hâlâ sürüyor.

Fransa’ya gelince, Cezayir konusu Fransız halkı için hâlâ açık bir yara; Fransız devleti için bir tabu. Fransız aydınları ise devleti Cezayir’de işlenen suçlarla ilgili sıkıştırmaya devam ediyorlar. Örneğin 2000 yılında Le Question kitabının yazarı Henri Alleg’in öncülük ettiği 12 Fransız aydını Cezayir Savaşı boyunca Fransa tarafından yapılan işkencelerin kabul edilmesini ve kınanmasını isteyen bir bildiri yayımladı. Aynı şekilde Fransız ordusunun mensupları da eskisi gibi suskun değil. Örneğin 1955–1957 yılları arasında Cezayir’de görev yapan General Paul Aussaresses, 2001 yılında yayımladığı Services Speciaux Algérie 1955–1957 (Cezayir’de Özel Görevler 1955–1957) adlı kitabında Fransız ordusunun Cezayir’de işlediği korkunç suçları itiraf etti.

Bu tarihçeye bakınca gerçekten de Fransa’nın yaptığına “soykırım” demek mümkün. Ayrıca Fransız ordusunun da darbecilikte Türk ordusundan geri kalmadığı anlaşılıyor. Ancak Cezayir’in en sıkıntılı anlarında Fransa’ya payanda olmayı seçen bir ülkenin Fransa’ya ders vermesi biraz garip kaçıyor. AKP hükümeti, Fransa’yı mahcup etmek istiyorsa önce Türkiye’nin Cezayir politikası için Cezayir halkından özür dilemeli. Ondan sonra da 1915’ten günümüze kadar işlenen tüm siyasi suçlarla yüzleşmenin yolunu açmalı.

Özet Kaynakça: Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, Metu Pres, 2001; Semih Günver, Fatin Rüştü Zorlu’nun Öyküsü, Bilgi Yayınları, 1985; Henri Alleg, Sorgu, Çeviren, Alaattin Bilgi, Açık Oturum Yayınları, 1959; Georges-Marc Benamou, Bir Fransız Yalanı (Bir Soykırım Soruşturması Cezayir Savaşı ve Gerçekler), Çeviren: Sonat Ece Kaya, Babıali Kültür Yayınları, 2006; Frantz Fanon, Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi, Çeviren; Kamil Bilgin Çileçöp, Pınar Yayınları, 1983; Milliyet gazetesinin söz konusu yıllara ait arşivi. (taraf)