Ayşe Hür / Radikal

Bu haftaki yazımın esin kaynağı Abdullah Öcalan’ın Kurban Bayramı vesilesiyle yayımladığı mesajla, “Hazreti Muhammed'in Medine Şûra çalışmaları örnek alınarak, Şeyh Said gibi tarihi kişiliklerin ruhuna uygun olarak” ‘Demokratik İslam Konferansı’ çağrısında bulunması. Yazıyı o günlerde yazmıştım ama sonra başka konular öne çıktı ve yayımlamak bugüne kaldı.

Demokrasi deyince akla ilk Antik Dönem’de (M.Ö. 5.yüzyıldan itibaren), Atina Şehir Devleti gelir. Atina demokrasisi sadece varlıklı erkek vatandaşların oy kullandığı bir demokrasiydi. Kadınlar, köleler ve yabancılar (metikler) oy kullanamazdı.

Roma İmparatorluğu döneminde (M.Ö. 1 yüzyıldan itibaren) demokrasi, seçimle değil aileden aileye geçen veya aynı aileden türemiş grupların hâkim olduğu bir yönetim şekline dönüştü. Atina’daki ‘doğrudan demokrasi’nin yerini ‘temsili demokrasi’ aldı. Bu günkü parlamentoların çok basit şekli Roma’daki Senato idi.

ŞURA, İSTİŞARE VE MÜŞAVERE

Bizim Bizans dediğimiz Doğu Roma İmparatorluğu döneminin kitabı olan Kuran’da ‘demokrasi’ye en yakın kavram, bir anlaşmaya varmak için başkalarına danışmak, başkalarının fikrini almak (istişare) anlamına gelen ‘şura’. Şara fiili bir şeyi yerinden ayırmak anlamına geliyor. Bir başka anlamı da bir şeyin içerdiği iyi özelliklerin sergilenmesi. Dil bilimcilere göre bu kelime Kuran öncesi dönemdeki Arapça’da yoktu, Kuran’la birlikte ortaya çıktı ancak Kuran’da sadece bir tek yerde, Şura Suresi’nin adında geçiyor. Şara kökünden gelen ‘istişare’ kelimesi ise hem Şura Suresi’nin 38. ayetinde hem de Bakara Suresi’nin 233. Ayetinde geçiyor: Birincisinde “işleri kendi aralarında istişare ile olanlar” şeklinde, ikincisinde ise “Eğer (anne ve baba) kendi aralarında istişare ederek (iki yıl dolmadan) çocuğu sütten kesmek isterlerse onlara günah yoktur…” şeklinde. İmran Suresi’nin 159. ayetinde ise şara fiili emir kipinde kullanılıyor. “…Artık sen onları affet. Onlar için Allah'tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et...”

Bir de şu hadis var istişareye ilişkin: “Kim bir işe girişmek ister de, o hususta Müslüman biri ile müşavere ederse Allah onu işlerin en doğrusunda muvaffak kılar." Kuran ve hadislerde daha fazlası varsa onu da okurlar bulup iletirler, ben de sizlerle paylaşırım.

İslam öncesi dönemde Araplar ‘danışma’ işini yapıyorlardı elbette. Ama bunun için hangi fiili kullandıklarını bilmiyorum. Kureyş kabilesinin bir toplantı yerine (Dar’ül- Nadva) sahip olduğu biliniyor. Yesrip (daha sonra Medine) şehrinin Yahudi halklarının kendi aralarında, ya da Yahudilerle Arapların savaşlarında defalarca görüşmüş, sorunlarına çözüm bulmaya çalışmış oldukları da malum. İslam tarihçilerinin büyük önem atfettikleri Akabe Biatları (621 tarihli birincisine 12 kişi, 622 tarihli ikincisine 75 kişi katılmıştı) da var. Bu anlaşmaların temel özelliği bir çatışmayı çözmek için imzalanması. Yoksa halkı ilgilendiren herhangi bir eylemin, işin yapılması gibi (örneğin Medine meydanının nasıl düzenleneceği ya da Uhud tepesine cami yapılması gerekiyor mu gibi) konularda ‘meşveret meclisi’ toplandığına dair bilgimiz yok. Varsa ve okurlar beni aydınlatırlarsa onları da sizlerle paylaşırım.

ALİ BULAÇ’IN ‘ÇOK HUKUKLU TOPLUM’ PROJESİ

Bu kısa listeden ‘demokrasi geleneği’ çıkarmak kolay değil ama Abdullah Öcalan’ın atıfta bulunduğu Medine Şurası/Vesikası/Sözleşmesi bazı Müslüman çevrelerce dünyanın yazılı ilk anayasası sayılıyor. Bu vesikanın adını ilk kez, Ali Bulaç’ın 1991 yılında Kitap dergisinde başlattığı tartışma sırasında duymuştuk. Tartışma Ahmet İnsel’in katılımıyla Birikim dergisi ve başka dergilerde çeşitli yazılarla devam etmiş, sonra unutulmuştu. Anladığım kadarıyla Ali Bulaç’ın bu tartışmadan muradı, bir yandan İslam tarihinde ‘demokrasi deneyimi yok’ diyenlere somut bir örnekle cevap vermek, bir yandan da İslam tarihinin olumlu örneklerini günümüze taşıyarak çok ihtiyacımız olan ‘çok hukuklu’ bir toplumsal uzlaşma modeli geliştirmeye çalışmaktı.

Peki bu vesika, Ali Bulaç’ın murad ettiği bu ağır yükü taşıyabilir mi? Buna kararı birlikte verelim.

Medine Vesikası’ndan ilk sözeden Hazreti Muhammed’in biyografisini ilk yazanlardan Muhammed İbn Ishak (ö. 761 veya 767). İbn İshak’ın eserinin (Siret’ül Resulallah) orijinali elimizde yok. Onun beş veya altı farklı kaynağa dayanarak anlattıklarını İbn Hişam (ö. 834) ve Taberi (ö. 923) aktarmış. Medine Vesikası bu iki kaynaktan sadece İbn Hişam’ın Siret adlı ünlü kitabında veriliyormuş.

Ancak İbn Hişam ve ondan nakille Ebu Ubeyd’in eserinde, Medine Vesikası düz ve yekpare bir metin iken, metni 1899’da Batı dünyasına tanıtan Alman ilahiyatçı ve şarkiyatçı J. Wellhausen onu 47 maddeye ayırmış, daha sonraları Pakistanlı ünlü hadis alimi Muhammed Hamidullah, kimi maddeleri kendi içlerinde bölerek bu sayıyı 52’ye çıkarmış. (47 maddelik metin kaynakçadaki Ali Bulaç makalesinde var.) Metnin imzacılarının listesi ise bu kaynakların hiçbirinde yok.

İbn İshak’ın hadis geleneğinde esas olan isnad yöntemini kullanmaması, Medine Vesikası’nın Kuran’da ve ondan sonraki 13 asır boyunca hadis ve fıkıh kaynaklarında veya Vakidi, Baladhuri ve Tabari gibi önemli İslam kaynaklarında yer almaması ilginç olduğu için, yıllarca metnin otantikliği üzerine tartışmalar olmuş.

Peki metin hangi ortamda hazırlanmış? Ali Bulaç’ın sözleriyle, Hazreti Muhammed Mekke’de İslamiyet’i yayarken çeşitli engellemeler ve baskılarla karşılaşan Müslümanlar, iki kez Habeşistan’a, nihayet Hazreti Muhammed’le birlikte Yesrip’e (daha sonra Medine adını alacak) göçetmek zorunda kalmıştı. Bu olaya ‘Hicret’ dendi. Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakif kabilesi egemenken, Yesrip’te Evs ve Hazreç adlı Arap kabileleri ile bunların müttefiki olan Yahudi kabileleri arasındaki bitmek tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasi birliğin sağlanmasına imkân vermiyordu. ‘Buas’ adı verilen bu çekişmeler bazı kaynaklara göre tam 120 yıl sürmüştü. Muhammed’in Yesrip’e geldiği dönemde şehirde her kabile şehrin bir köşesinde kendisine bir hisar inşa etmişti. Bazı kaynaklar 59 hisardan söz ediyordu.

Hazreti Muhammed, Yesrip’in sosyal, dinî ve demografik yapısını ortaya çıkarmakla işe başlamıştı. Bu amaçla, o gün için alışılmadık bir şekilde nüfus sayımı yaptırmıştı. Anlaşılmıştı ki, Medine’de 10 bin kişi yaşıyordu. Bunlardan 1.500’ü Müslüman, 4 bini Yahudi, 4.500’ü müşrik (putperest) Arap’tı. Sayımın ardından Muhammed Müslüman bloğun liderleriyle Müslüman olmayan Medinelilerin liderlerini sahabeden Enes’in evinde toplamıştı. Bu toplantıda katılımcılar Yesrip’te yeni bir ‘şehir-devlet’ yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaşmışlardı. İşte bu yeni devletin ‘anayasası’ Medine Vesikası diye adlandırılan belgeydi.

ZAMAN İÇİNDE Mİ ŞEKİLLENDİ?

Ali Bulaç açıkça bir tarih vermiyor (çünkü İbn İshak tarih vermiyor) ama İtalyan oryantalist L. Caetani’ye göre, metnin diline bakılırsa, Medine Vesikası, Muhammed’in gücünü müşriklere ispatladığı Bedir Savaşı’ndan (14 Mart 624) önceki bir tarihte yazılmış olmalı. İskoçyalı İslam yorumcusu W. Montgomery Watt’a göre ise Medine Vesikası, 622 ile 627 arasında değişik zamanlarda yazılmış metinlerin toplamı. Watt’ın bu görüşüne kanıt olarak gösterdiği hususlardan en önemli ikisi, vesikanın tüm maddelerinde ‘Yesrip’ denirken sadece 47. maddede ‘Medine’ denmesi ve vesikanın başında Muhammed’den ‘Nebi’ olarak bahsedilirken, ancak 42. maddede ‘Allah’ın Resulü’ denilmesi.

İskoçyalı İslam uzmanı R.B. Serjeant daha da ileri giderek, vesikanın üç blok (Müslümanlar, Yahudiler ve müşrikler) arasındaki güç dengesinin değişimine bağlı olarak, 622 ile 627 arasında kaleme alınan sekiz ayrı metnin birleştirilmesinden oluştuğunu düşünüyor.

Ali Bulaç, anlaşmayı üç grubu bir araya getiren bir anlaşma olarak niteliyor ancak vesikada müşriklerden sadece “Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz” gibi negatif bir bağlamda söz ediliyor.

Yine vesikada, Yesrip’teki Yahudi kabilelerinin en önemlileri olan Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza’nın adı geçmiyor. (Adı geçen sekiz Yahudi kabilesi görece önemsiz olanlar.) Bilinen o ki, Beni Kaynuka, Mayıs 624’te Bedir Savaşı’ndan sonra (ki İbn İshak’a göre Al-i İmran Suresi bunun için inmişti), Beni Nadir Ag?ustos 625’te, Uhud Savaşı’ndan sonra Yesrip’ten sürülmüştü. Beni Kureyzalıların sonu ise daha hazin olmuş. Hendek Savaşı’nda Mekkelilere yardım ettikleri gerekçesiyle, 15 Nisan 627 tarihinde ‘Cebrail’in emir üzerine’ şehirde kalan Beni Kurayzalıların mahallesi sarılmış ve Muhammed “Şehri terketmenizi istiyorum” demiş. Teslim olmalarına rağmen Kureyza erkekleri (600 ila 900 kişi) öldürülmüş, kadın ve çocukları köle edilmiş, malları müsadere olunmuş. Yani ‘ilk anayasa’ya başından itibaren esas unsurlardan bazıları dahil edilmemiş ve ardından tasfiye edilmiş. Diğer sekiz kabile ile ilişkilerin de çok iyi olmadığını (çeşitli İslami kaynaklara göre Hicret’in 2, 9, 10, 13, 16 veya 17. ayında) kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesinden anlıyoruz.

Sonuçta, en olumlu ilişkilerin Medineli Müslümanlar (Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında kurulduğu anlaşılıyor. Nitekim Ali Bulaç’a göre “Peygamber, bu iki grup arasında sosyal ve ekonomik bir dayanışma ve yardımlaşma ilişkisini tesis etmişti. Buna ‘muâkhât=kardeşleşme’ adı verildi. Hicret’in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna 45’i Ensar’dan, 45’i Muhacirlerden olmak üzere 90 kişi katıldı. (…) Hicret’in 5. ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı 186’a çıkmıştı. Gelen her bir aileyi, Medineli bir aile yanına alıyor, zirai ve ticari hayatına, ev geçimine ortak kılıyordu. Hatta kimi Medineliler, eğer arzu ediyorlarsa birden fazla evli oldukları eşlerini boşayıp bekar Muhacirlere nikahlayabileceklerini teklif ettiler. Ensar, Muhacirleri birer ev sahibi yapmak için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını onlara hibe ettiler…”

Ali Bulaç’ın çizdiği tablo böyle ama, ‘Ensar’ ve ‘Muhacirin’ 627 yılında Mekkelilerin saldırısına karşı Medine’yi savunmak için ayrı ayrı hendekler kazdığına göre, ‘kardeşleşme’de sorunlar vardı.

ÖMER PAKTI’NIN SERT DİLİ

Yine de Medine Vesikası, Hicret’in ardından Muhammed’in Medine’deki diğer gruplarla diyalog kurmaya gayret ettiğini düşündürüyor. 622-627 yıllarında, henüz Müslümanların Medine’de küçük bir grup oluşturduğunu hatırlayınca (bkz. yukarıdaki nüfus sayımı) bu ‘demokratik’ tavrın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bana göre Medine Vesikası, bugün “İslamiyet’in demokratik altın çağı ne zamandı?” sorusuna, malum kanlı çatışmalardan dolayı “Dört Halife Dönemi idi” bile diyemeyenlerin sığındığı son mevzi. Bu dönem gerçekten Ali Bulaç’ın romantik anlatımındaki gibi ‘mükemmel’ işlemiş olsa bile, mesele Müslümanların zayıf olduğu dönemlerde değil, güçlü, egemen olduğu dönemlerde diğer gruplara nasıl davranıldığı. Örneğin 2. Halife Ömer bin Hattab (634-644) döneminde, fethedilen şehirlerdeki gayrimüslimlerle yapılan ‘zimmet’ antlaşmasındaki (ahd, emanname) şu ifadeler, Medine Vesikası’nın ruhuyla hiç bağdaşmıyor:

Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla! Bu yazı Ömer bin Hattab’a yazılmış bir mektuptur. Ordunuzla üzerimize yürüdüğünüzde, canımızı ailemizi, malımızı, mülkümüzü ve dindaşlarımızı bize bağışlamanızı istedik. Bunun karşılığında kabul ettiğimiz şartlar dahilinde yaşadığımız şehir içinde ve dış mahallelerde yeni bir manastır, kilise, hücre ya da inziva yeri kurmayacağımızı; harabeye dönen herhangi bir binamızı onarmayacağımızı ya da şehrin Müslüman mahallelerindeki binalarımızı yenilemeyeceğimizi; gece ya da gündüz, Müslümanların kiliselerimize girmesine engel olmayacağımızı; Müslüman gezginleri evlerimize buyur edip onlara üç gece yiyecek ve kalacak yer temin edeceğimizi; kiliselerimizde ve evlerimizde casuslara yataklık etmeyeceğimizi, Müslümanlara düşman olan birini saklamayacağımızı; Hıristiyan dinini özendirmeyeceğimizi ve kimseyi bu dine davet etmeyeceğimizi; İslâm dinine geçmek isteyen akrabalarımızı engellemeyeceğimizi, Müslümanlara saygı göstereceğimizi ve toplantılarımızda yerlerine oturmak istediklerinde ayağa kalkacağımızı; başlık, türban ya da terlik gibi kıyafetlerimizle ve saçımızın biçimiyle onları taklit etmeyeceğimizi; onların kullandığı ifadeleri kullanmayacağımızı ve aile adlarını almayacağımızı; eğerli ata binmeyeceğimizi, kılıç kuşanmayacağımızı, silah edinmeyeceğimizi ya da taşımayacağımızı ve yüzüklerimizin üzerine Arapça harfler kazdırmayacağımızı; şarap satmayacağımızı, başımızın ön kısmını tıraş edeceğimizi; nerede olursak olalım kendimize has giysiler giyeceğimizi; belimize kuşak bağlamayacağımızı; kiliselerimiz üzerine haç koymayacağımızı; Müslüman mahallelerinde ve pazaryerlerinde haçlarımızı ve kutsal kitaplarımızı göstermeyeceğimizi; kilise çanlarını hafifçe çalacağımızı; yanımızda bir Müslüman varken ibadetimizi yüksek sesle yapmayacağımızı; sokaklardaki geçit törenleri sırasında hurma dalları ve heykellerimizi taşımayacağımızı, ölülerimizi gömerken, Müslüman mahallelerinde ve pazaryerlerinde yüksek sesle ilahilerimizi söylemeyeceğimizi ve yanan mumlar taşımayacağımızı; hiçbir Müslümana vurmayacağımızı söyledik ve bu konuda söz verdik. Kendimiz ve dindaşlarımız adına bu konularda dikkatli olmaya söz veriyor ve sizden bizi himaye etmenizi bekliyoruz ve bu anlaşmanın herhangi bir maddesini ihlal ettiğimiz takdirde ceza olarak himayenizi kaybedeceğimizi ve bize düşman ve asi muamelesi yapmakta serbest olacağınızı biliyoruz…

Baladhuri, Tabari, İbn Asakir, Makrizi ve başka pek çok İslam kaynağının değişik versiyonlarını verdiği, Batılı tarihçilerin ‘Ömer Paktı’ dediği ve tarih içinde çeşitli versiyonlarının yürürlükte olduğu bu belgenin (elimizdeki en eski örnek 9. Yüzyıldan) hitap ettiği kesim, İslam terminolojisindeki adıyla ‘zımmiler’. İslâm’a göre, ‘Kitap Ehli’ olanlar, yani Hıristiyanlar, Museviler, Mecusiler (Zerdüştler, Ateşetapanlar) ve Sabiiler (yıldıza tapan Harranlılar) ‘Dar’ül İslâm’da yaşamayı ve İslâm devletine sadakat göstermeyi kabul ederlerse kendilerine ‘Allah ve Resulü’nün Zımmesi’ verilir ve din değiştirmek zorunda bırakılmazlardı. ‘Zımmi’ demek ‘aman gösterilmiş’, ‘himaye edilmiş’, ‘korunmuş’ anlamına geliyordu. İslâm’ın Zımmilik statüsünü oluşturmasının manevi gerekçesini bu kişilerin bir gün Müslümanlığa geçmeleri ihtimali, ekonomik gerekçesini ise Zımmilerin himaye karşılığında ödemek zorunda kaldıkları ‘cizye’ adlı ek vergi oluşturuyordu. Ama iş bununla bitmiyor, yukarıdaki metindeki katı kurallara uymak gerekiyordu.

İTAAT VE BİAT KÜLTÜRÜ

Müslümanların kendilerinden olanlardan (Müslümanlardan) ne talep ettiğine gelince: Arapçada’ ‘itaat’, ‘biat’ ve ‘din’ sözcükleri aşağı yukarı aynı anlama gelir: “Kendini gönüllü olarak bir güce tabi kılmak, gönüllü olarak boyun eğmek, birinin emrine amade olmak, onun hâkimiyet ve otoritesi altında boyun eğmeyi kabul etmek.”

Kuran’da içinde ‘itaat’ ve ‘biat’ kelimesi geçen pek çok ayet var. (Örneğin Nisa 13, 42, 56, 64, 69, 80, 115, Fetih 10, Al-i İmran 132, Maide 33, 92, Enfal 46, Şuara 108, 126, 144, 150, 179, Ahzab 66 ve başkaları) Özetle İslam düşüncesi, tanım icabı yönetilenlere direnmeyi öğütlemez. Aksine, İslami ekollerin hemen hepsi hukuksal ve siyasal sistemlerini, Allah’a, genel olarak peygamberlere, özel olarak son peygamber Muhammed’e ve ‘ulû’l emr’e itaat etmeyi emreden ayetler üzerine kurarlar.

Sözlük anlamı ‘emir sahipleri’ olan ‘ulû'l-emr’e kimlerin dahil olacağı Kuran’da açıklanmaz. Ancak hadislerde halife, imam, emir, reis, sultan vb. kelimelerle nitelenen kişilere itaat edilmesi emredildiği için bu konuda tartışmalar bitmez. Tarihsel pratik ise şöyledir: İslam’da devlet ve din ayrılığı olmadığı için hukuksal çerçeve şeriatın emirleriyle çizilir. Hazreti Muhammed hem tanrısal hem de politik gücünün temsilcisidir. Peygamberin şahsında somutlaşan dini ve politik liderlik, Dört Halife Dönemi’nde, Emeviler ve Abbasiler döneminde de sürmüş, hanlar ve sultanlar politik egemenliklerinin meşruiyetini, halifenin onayıyla sağlamışlardır.

GAZALİ ETKİSİ

Halkına zulmeden yöneticilere itaat mi edilmeli yoksa direnmeli mi tartışmasına gelince; İsa’nın, zulmedenlere aynı biçimde karşılık verilmemesi gerektiğine ilişkin öğütlerinde olduğu gibi, zulüm ve haksızlığa sabırla yaklaşanların ebedi saadeti hak ettiği yolundaki pasifist seslenişine benzer ifadelere Kuran’da da rastlanır.

Ebu Bekir’in halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada “Allah’a ve peygamberine itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah’ın ve peygamberinin kanunlarını ihmal ettiğim takdirde itaatinize hakkım yok” diyerek kendisine gösterilecek itaatin sınırlarını çizmesi ileriki tarihlerde patlak veren bir dizi kanlı isyan üzerine duruma Gazali (ö.1111) el koymuş ve ‘diktatör bile olsalar yönetenlere itaat etmenin savaş ve anarşiye yol açacak bir direnişten daha iyi olduğu’ fikrini tüm İslam dünyasında egemen kılmıştır.

Doktrinin böyle katılaşmasının tarihsel, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel nedenleri var elbette. Gerekçe ne olursa olsun bugün İslam dünyasında demokrasi kültürünün kökleşmediğini sanırım herkes kabul eder.

Batı tipi demokrasinin çok da arzulanır olmadığını söylediğinizi duyar gibiyim. Ancak Dünya Demokratik Değerler Anketi’ne göre “Demokrasi bazı sorunlarına rağmen diğer hükümet etme şekillerinden daha iyidir” önermesini onaylayan katılımcı oranı (ki yüzde 47,9) Müslüman olmayan ülkelerdekilerle (ki yüzde 48,6) hemen hemen aynı.

Bugün gelişmiş demokrasi tanımına göre demokrasinin üç önemli kriteri var: Birincisi vatandaşların alternatif politikalar, politikacılar, kurumlar hakkındaki görüşlerini, tercihlerini özgürce dile getirecekleri kurumların ve süreçlerin varlığı. İkincisi yürütmenin eylemlerini denetleyebilecek kurumların ve süreçlerin varlığı. Üçüncüsü ise tüm vatandaşların günlük hayatlarında ve politik katılım süreçlerindeki bütün özgürlüklerinin garanti edilmesi. Bu karmaşık ihtiyaçları, Medine Vesikası benzeri arkaik sözleşmelerle karşılamak mümkün değil.

Özet Kaynakça: Ali Bulaç, “Medine Vesikası Hakkında Genel Bilgiler”, birikimdergisi.com, Muhammad Nazeer Kaka Khel, “Foundatiton of the Islamic State at Medine and Its Constitution”, Islamic Studies, Vol. 21, No. 3 (AUTUMN 1982), s. 61-88;?L. Caetani, Annali dell’Islam, U. Huepli, Milano, Cilt 1, s. 391-395; R. B. Serjeant “The ‘Sunnah Jamiah,’ Pacts with the Yathrib Jews, and the ‘Tahrim’ of Yathrip: Analysis and Translation of the Documents Comprised in the So-Called ‘Constitution of Medine”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, University of London, Vol. 41, No. 1 (1978), s. 1-42; Maxime Rodinson, Muhammed: Yeni Bir Dünyanın, Dinin ve Silahlı Bir Peygamberin Doğuşu, Çeviren: Atilla Tokatlı, Özne Yayınları, 1996; Uri Rubin “The ‘Constitution of Medine’ Some Note”, Studia Islamica, No. 62 (1985), s. 5-23; Frederick M. Denny, “Ummah in the Constitution of Medine”, ?Journal of Near Eastern Studies, Vol. 36, No. 1 (Jan., 1977), s. 39-47; A. S. Tritton, The Caliphs and Their Non-Muslim Subjects: A Critical Study of Covenant Umar, London, Oxford University Pres, 1930; Sir Thomas Walker Arnold, Preaching of Islam, Westminster 1896.