Röportaj: Harun Ercan / Zan Enstitüsü

Harun Ercan: Öncelikle kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?

Pakrat Estukyan:  Tabi… 1953 doğumluyum. İstanbulluyum, İstanbul’da doğdum. Ama bugün size atalarımdan bahsetmek istiyorum. Öncesinde şunu söyleyeyim, ben Agos Gazetesi’nin Ermenice sayfalarında editör olarak çalışmaktayım, Ermenice editörü olarak. Ben İstanbul’da doğdum, annem ve babam da İstanbullu sayılırlar. Babam İstanbul’da doğdu, annemse doğum yeri Trabzon diyeceğim ama 40 günlük değildi daha İstanbul’a geldiğinde. Kırkı çıkmadan İstanbul’a gelmişti. Gülcemal vapuruyla. Herkesin anne tarafından ve baba tarafından anneannesi olur babaannesi olur ve dedeleri olur. Benim de vardı. Bunlardan birini ben hiç hatırlamıyorum. O öldüğünde ben sekiz aylıkmışım. Ama onun hikâyelerini çok duydum. Babamın babası, Markar… Markar Çalıkyan. Önce Markar’ın hikâyesini anlatmak isterim size. Markar Çalıkyan, Suşehri’nin (Sivas) Yukarı Ezbider köyünden bir köylü ailesinin çocuğu olarak doğmuş 1876 yılında. O bölgedeki pek çok köylü ailesi gibi senenin uzun bir zamanını gurbette çalışarak geçirirmiş. Markar, dedemin babası olan Astik Ağa ile birlikte ve diğer kardeşleri ile birlikte amcalarıyla birlikte İstanbul Ortaköy’deki ekmek fırınında çalışmaktaydı. 1915 Soykırımı başladığında hatta belki de daha önce Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşına girme kararı aldığında, dedemin çalıştığı fırındaki herkes askere kaydedildi. Ve Osmanlı askeri olarak savaşın içinde düştüler.  Dedem Filistin cephesine gönderildi. Ve Filistin’de savaşırken İngilizlere esir düştü. Tabi I. Dünya Savaşı bitince de askerliği de bitmiş sayıldı. Mütareke[1] ile terhis oldu. Ve memlekete yani Sivas’a gitmek üzere İstanbul’a geldi. Savaş yılları boyunca hiç kimseyle mektuplaşma imkânı olmamıştı. Hiç kimseden haber alma imkânı olmamıştı. Niyeti, İstanbul’a varıp Haydarpaşa’dan Sirkeci’ye geçmekmiş. Oradan bineceği bir vapurla da Giresun’a gidecekmiş. O zaman karayolu olmadığı için Sivas’a gitme yolu böyleydi. Giresun’a kadar vapurla gidiliyordu, Şebinkarahisar üzerinden de Sivas’a gidiliyordu.

Harun: 1915’ten hiç haberi yok herhalde?

Pakrat: Hayır. Haydarpaşa’da trenden inmiş ve garın civarında bir çadır kent ile karşılaşmış. Çadır kentte neredeyse herkesin Ermenice konuştuğunu görmüş. Bu insanların arasında dolaşırken merak etmiş ‘ne bu kalabalık, niye çadırda yaşıyor bu insanlar’ diye. Orada kayınbiraderi ile karşılaşmış. Kayınbiraderinin adı Xaçik. Hemen kucaklaşmışlar. Terhis olduğunu anlatmış, memlekete gideceğini söylemiş kayınbiraderine. Ve acı gerçeği orada Xaçik’den duymuş. Kayınbiraderi demiş ki “artık memleket yok, artık köyümüz yok, artık senin bir karın yok bir kızın yok. Anamız da yok. Herkes öldürüldü”. Dedem o günden beri İstanbul’da. Döner gider yine Ortaköy Fırınına. Yine orada çalışmaya başlar. Dedeme bir daha geleceğim hikâyenin devamında. Babaannem ile evlenme şeklini anlatmak için.

Harun: Babaannenizin hikâyesini anlatabilir misiniz?

Pakrat: Ağavni’ydi babaannemin adı. Kızlık soyadı da Mutafyan. Tokatlı, Erbaalıydı babaannem. Dedem gibi köylü değildi. Kentte yaşıyordu. Babası tütün ticaretiyle ve tütün ekimiyle uğraşıyordu. Hem tütün yetiştiriciliği yapıyorlardı, hem de tütünü satıyorlardı. Tütünü, o zaman da tekel vardı tütün üzerinde, tekele sattıklarında bir kazanıyorlardı kaçakçıya sattıklarında bir buçuk kazanıyorlardı. Babaannemin anlatımlarından biliyorum ki kendi babası hem tekele yani o zamanki adıyla Reji İdaresine tütün satarmış, hem de kaçakçılara da el altından satar daha çok kar edermiş. Geçimleri iyiymiş. Geçimlerinin iyi olduğunu ailenin yaşam tarzından da anlıyorum. Derdi ki; “Ağabeyim kanun çalardı. Yeni yeni iki tane gümüşten yüksük yaptırmıştı kanun çalmak için”. Bunları söyledikten sonra, “o yüzükleri kullanmaya bile kısmet olmadı, hemen arkasındandı katlettiklerinde”. Öbür dayımlar da kumaşçı dükkânında çalışırmış. Şöyle anlatırdı: “Kumaşçı dükkânında Erbaa’ın madamlarına ve hanımefendilerine hizmet ederdi. İstanbul’dan ve Avrupa’dan kumaş getirtirlerdi. O orada tezgâhtar olarak çalışıyordu, kendi dükkânı değildi, ama çok beğenilen bir tezgâhtardı benim abim. O hanımefendi de kibar bir adamdır diye ondan kumaş almayı tercih ederlerdi”. Böyle hikâyeler anlatırdı. Sonra Erbaa’da soykırımın nasıl yaşandığını anlattı bana. Dedi ki:

Bir gün, evde olanları evden, iş yerinde olanları çarşıdan dükkânlarından topladılar Erbaa’daki bütün Ermeni erkeklerini ve bir arsaya götürdüler, dikenli tellerle çevrili bir arsaya. Herkes ağlaştı, dövündü. Ben o zaman 12 yaşındaydım, neyin ne olduğunu tam da anlayabilecek yaşta değildim ama kötü bir şeyler olduğunun da farkındaydım. Herkes bunu konuşuyordu. Erkekleri götürdüler, erkekleri götürdüler diye… Ağabeylerim de götürülmüştü. Babam da götürülmüştü. Dayım da götürülmüştü. Küçük dayım vardı, çok severdim küçük dayımı, Rufen dayım. Onu da götürmüşlerdi. Üzerinden saatler geçti, annem dedi ki bunlar şimdi acıkmıştır, kimse onlara orada yemek de vermez, bana bir tencere yemek verdi, dedi ki “bunu götür babanlara”. Çünkü o dikenli telle çevirdikleri arsa bizim evden çok uzak bir yer değildi. Ben tencereyi aldım gittim. Tel örgülerin arkasından baktım baktım buldum bizimkileri. Dedim ki annem gönderdi bunu. Abim beni bir azarladı, bir tersledi, dedi ki defol git buradan, bir daha buralarda görürsem seni ayaklarını kırarım senin. Sakın gelme bir daha buraya, git evden dışarı çıkma.

Ağlaya ağlaya bunları anlatırdı… Ve derdi ki:

Onları son görüşüm oldu. Sonra duyduk ki, o erkeklerin hepsini Erbaa’ın dışına çıkarmışlar ve orada topluca öldürmüşler. Onları öldürdükten sonra bu sefer zabıtalar evleri dolaştı. Bize dediler ki “hepiniz çıkın evlerden, sürgüne gideceksiniz. Yanınıza alabildiğinizi alın, yürüyün”. Ne alabilirdik ki? Birkaç bohça hazırladı annem. Ve biz yola düştük. Bütün bir gün yürüdük. Gün akşama geldiğinde biz Erbaa’a varmıştık. Epeyi bir patırtı gürültü çıktı, Erbaa’da bizi istemediler. Sonuçta şehir dışında bir yer gösterdiler, dediler ki “bu akşam burada kalın, sabah buradan devam edeceğiz”. Yorgunluktan bitmiş, bitap düşmüştük. Ertesi sabah biz daha yola çıkmadan bir kızılca kıyamet daha koptu. Atlılar üşüştüler bizim bulunduğumuz yere. Herkes dehşet içerisinde “Topal Osman gelmiş, Topal Osman gelmiş!” diye korku panik halindeydi.[2]  Topal Osman denen adamı ben gördüm atının üzerinde. Sağa sola bağırıyordu herkese. Dedi ki, “toplayın bunların hepsini kimse bir yere gitmeyecek, hepsini götürün Niksar’a. Şehir hamamına götürün doğru..” Biz ne olacağını anlamamıştık. Ama Niksar’ın Türk kadınları anlamışlardı ne olacağını. Hepimizi hamama soktular. Derken Niksar’ın Türk kadınları geldiler hamama. Her biri bir kız çocuğunu alıp kaçırmak istedi. Kaçırdılar. Biri de beni alacak oldu. Annem ona çok yalvardı, “bundan ufak bir de oğlum var, onu da al” diye. Almadılar kardeşimi. Beni aldılar. Komşumuzun kızı vardı, onun da adı Ağavni, onu da aldılar. Onu da başka bir aile aldı. Sonrasında o hamamı ateşe verdiler. Oradaki bütün kadınlar ve çocuklar, benim annem, kardeşim, teyzem, hepsi orada kaldılar.

Harun: Babaannenize nasıl davranmışlar?

Pakrat: Babaannemi evine götüren aile demiş ki, “kızım sen bundan sonra bizim kızımızsın artık. Bu evdeki diğer çocuklar neyse sen de bizim için osun. Ama biz sana bir isim vermeliyiz ki, her şey daha iyi olsun. Bundan sonra senin adın Emine olacak”. Babaannem kısa bir süre sonra tifüse yakalanmış. Ateşli bir hastalıkmış tifüs. Titreme nöbetleriyle. Tifüste saçları dökülmüş çokça. O aile çok iyi bakmış babaanneme. O kadar ki ailenin diğer çocukları babalarına annelerine isyan ediyorlarmış “gâvurun kızına beyaz ekmeği yediriyorsunuz, bize siyah ekmeği yediriyorsunuz, ne biçim annesiniz, ne biçim babasınız” diyerekten. Her defasında babaları tersleyip susturuyormuş çocuklarını. Babaannem o ailenin yanında iki veya üç sene kalmış. Akabinde Ermeni bir kadın, Niksarlı, kapı kapı dolaşıp, şalvar dikip satıyormuş sözüm ona, ama bir yandan da çok önemli bir faaliyeti var, bu şekilde kaybolmuş Ermeni kızlarını tespit ediyor. Ve onların İstanbul’a götürülmesini sağlıyor. Babaannemi de tanımış. Öğrenmiş. İz sürmüş. Sonrasında, önce babaannemle bir yolunu bulup konuşmuş. “İster misin seni İstanbul’a götüreyim mi, orada Ermeniler var, burada başka Ermeni yok” diye sormuş. Babaannem “isterim” demiş. Onun üzerinde gene bir yolunu buluş o aileyi ikna etmeye girişmiş. Ben bu çocuğu tanıyorum. Bunun babası hayattadır. İstanbul’dadır. Ben bunu götüreyim. Şudur, budur… Çokça dil döküp bu insanları bir şekilde ikna etmiş. Ve babaannemi almış İstanbul’a getirmiş. İstanbul’da götürebileceği yer yok. Şu anda da Çemberlitaş semtinde tarihi bir han vardır, Vezir Han adında. Bu Vezir Han atölyeler bölgesindedir. Ve babaannemi Vezir Han’daki bir bekâr odasına yerleştirmiş. Çünkü o kadının kendi kardeşi de orada yaşıyor ve başka birkaç bekâr erkek daha yaşıyorlar. Demiş ki işte, “burada bir barınalım bakalım”. İşte o dönemde her nasıl oluyorsa bir öbürüne haber ederek, tanıdıklar vasıtasıyla dedeme bahsediyorlar “böyle bir kız var sen bunla evlenirsen işte o da sahipsiz kalmaz, sen de karın öldü, çocuğu öldü, yalnız kalmazsın” diyorlar. Dedem razı oluyor. Babaannem ve dedem böyle evleniyorlar. İkisinin arasında 20 yaş fark vardı. O yıllarda, soykırım yıllarında bu 20 yaş farkı çok normaldi. Daha büyük farklar da normaldi. Çünkü ortada bir sürü sahipsiz kalmış çocuk vardı. O zamanki yetimhaneler 16 yaşından büyük çocukları artık yapılarında muhafaza edemiyorlardı. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde Çocuk Esirgeme Kurumu 18 yaşına bu limiti koymuş. O 1915’in devamındaki yıllarda ise bu limit 16 imiş. 16’dan sonra kapı dışarı ediyorlarmış çocukları. Dolayısıyla böyle 20 yaş farkla evlenen çok insan var. Onlardan biri de babaannem ve dedem. Hiçbir seçme hakları yok. Kaderlerine razı olmak zorundalar. Ve iki taraflı bu… Dedem almış babaannemi, sonra da fırında çalışan birinin tavsiyesine uyarak Rumeli Hisarına gitmişler yürüyerek, sırtlarında bir yorgan, bir döşek. Rumeli Hisarına gitmişler. Orada kiralık bir ev bulmuşlar. Ve orada yaşamaya başlamışlar. Akabinde Rumeli Hisarı kilisesinde de düğün yapmışlar. O düğünün belgesi halen bende. Evlenme belgesi, papazın tanzim ettiği, patrikhanenin onayladığı. Babaannemin kızlık soyadını o belgeden ötürü biliyorum ben, Mutafyan olduğunu. Yoksa kendisi öyle bir şey söylememişti, ben de sormamıştım. Babaannem öldüğünde ben 22 yaşındaydım.

Harun: Anne tarafınızın hikâyesini anlatabilir misiniz?

Pakrat: Bütün gençlik yıllarım boyunca annemin annesi ve babasıyla beraber yaşadım. Onların da hikâyelerini çok dinledim. Anne tarafından dedemin ismi Vartan’dı. Baba tarafından dedemle aynı kaderi paylaşıyorlar. Şöyle ki, nasıl ki babamın babası Sivas’tan fırında çalışmak üzere İstanbul’a gitmiştiyse, annemin babası da Erzincan’ın Kemah ilçesinin Marik köyünden gurbette çalışmak üzere Rusya’ya gitmişti, inşaatlarda amelelik yapmak üzere. O dönemde Ermeni köyleri için çok yaygın gurbet mekânlarıydı İstanbul ve Rusya şehirleri. Çünkü ağır vergi yükü altındaydılar. Toprağın verdiği, bu vergi yükünü kaldırmaya yetmiyordu. İnsanlar senenin büyük bölümünü, 9-10 ayını işçilik yaparak, gurbette çalışarak geçiriyorlardı. Orada kazandıkları parayla ailelerin geçimlerini sağlıyorlar ve vergilerini veriyorlardı. Her sene hasat zamanı da köylerine geliyorlardı. 1-2 ay kadar köylerinde kalıyorlardı. Annemin babası da I. Dünya Savaşı çıktığında Rusya’daymış. İki abisiyle birlikte üç kardeş, inşaatlarda amelelik, ırgatlık yapıyorlarmış. Savaş patladığında bütün yollar kapanmış. Türkiye’ye gelmeleri mümkün değilmiş. Aileleri sürgün edilmiş ve o süreçte bundan haberdar değillermiş. Nice sonra Bulgaristan’dan başlayarak bütün Karadeniz sahili boyunca gurbette çalışan Ermeni’ler duyarlar ki, Antranik diye bir asker etrafına gönüllü asker toplamaktadır. Ve bu insanlar da gidip Antranik’in ordusuna yazılırlar. Onlardan biri dedemdir. Vartan dedem… Bu işler olurken 17 veya 18 yaşındadır. Dedem ağabeyleriyle birlikte Antranik’in ordusuna katılır. Dolayısıyla o 1915’de şahsen kendisi Türklerin zulmüne uğramamış bir insandır. Ama bütün ailesi Türklerin zulmüyle yok edilmiş insanlardır. Ona Ruslarla birlikte savaşarak, Türklere zulüm yapmak düşer. Hani mütemadiyen söyleniyor ya işte, Ermeniler bize şöyle yaptı böyle yaptı, o bahsettiklerinden biri muhtemelen dedemdir. Çünkü Antranik hakikatten de güçlü bir asker olmuştur. Paşa namıyla, Antranik Paşa veya Antranik Ozanyan gerçek adıyla. Çok savaşmış. Dedem çok fazla böyle şeyler anlatmadı sivil halka şunu yaptık ettik diye . Askerlere karşı savaşlarını anlattı ama bana hiç de ihtimal dışı gelmiyor ki yollarında bir Müslüman köyüne rastladılarsa köy halkına da vicdanlı davranmamış olsunlar. Doğrudan doğruya öyle bir tanıklık yok ama o dönem de yarı da başıbozuk ordusu gibi bir ordudur bahsettiği şey.

Harun: Milis gücü olarak hareket ediyorlarmış galiba?

Pakrat: Gönüllülerin ağırlıkta olduğu bir grup. O çatışmalar esnasında dedem yaralanmış. Çenesinden bir mermi girmiş. O yüzden dedemin çene kemiği eğri büğrü bir şeydi,  kırılmıştı yani çene kemiği. Yaralandıktan sonra cephe gerisine düşmüş dedem. Ama askerlerle çatışmaya devam etmektedir. İki abisi de devam etmektedir. Orada onlarla yolu kopmuş, onlar Rusya’da kalmışlar savaş bittiğinde. Kendisi ise Türkiye’de kalmıştır. O yaralı haliyle tedavi gördüğü yer bir manastırdır. Protestan misyonerlerin işlettiği, çalıştırdığı bir manastırdır. Manastırın reviridir. O manastırın yanı sıra da bir yetimhane varmış. Dedemin yaraları iyileşmiş, yaraları iyileştikten sonra o manastırdaki Protestan rahip dedemi bir süre daha orada alıkoymuş. Ona görevler vermiş revirde çalışması için. Ve bir gün de kulağına fısılmış ve demiş ki, “şu yetimhanede senin yaşına uygun başına uygun boyu posu uygun bir kız var. Senle bir gidip ziyaret edelimde, razı olursan isteyelim o kızı”.

Harun: Manastır neredeymiş biliyor musunuz?

Pakrat: Manastırın yerini bilmiyorum. Bu dedem o rahiple birlikte bir sepet meyve de alıp yetimhaneye ziyarete gitmişler. Yetimhanede de bir rahibe varmış zaten. Rahibeye dertlerini söylemişler. Rahibe neneme sormuş, “razı mısın, gidecek misin bu adamla?” diye sormuş. Nenem de “peki” demiş. Ve bunlar evlenmişler. Bunların düğününü kıyan adam o dönem Trabzon’un ruhani önderidir. Daha sonra İstanbul’a patrik olacaktır. Ve bunlar Trabzon’da yaşamaya başlamışlar. 1922 yılında dedem Osmanlılar tarafından bir daha askere alınır, Türkler tarafından yani Türk askeri olarak. Orduya kaydedilmiş ve Çanakkale’ye gönderilmiş. Artık o dönemde Çanakkale savaşı falan yoktu, Çanakkale 1915’de olmuş bitmişti. Dedem yokken, anneannem hamiledir. Dedem askere gideceği zaman anneanneme döner der ki, “eğer kız doğarsa adını Siranuç koyarsın”. Böyle der ve gider. Akabinde annem doğar. Annemin doğmasından sonra, 20-30 gün sonra Patrik çağırır makamına, der ki “kızım emir geldi Trabzon’u tahliye edeceğiz. Burada hiç Ermeni ve Rum kalmayacak. Nereye gitmek istersin? Eğer istersen Fransa’ya giden bir gemi var… Bostan’a giden bir gemi var… İstanbul’a giden gemi var… Atina’ya giden gemi var… Nereye göndereyim seni? Marsilya’ya mı yoksa, nereye gidersin?” Anneannem kocasının asker olduğunu düşünüp daha uzak bir yer olmasın diye der ki “İstanbul’a gitmek istiyorum madem gideceksek”. Çünkü bir yandan İstanbul’da bir ümidi daha vardır, onun da babası gurbettedir. İstanbul’da gurbettedir ve ondan bir daha haber almamıştır. “Belki babamı bulabilirim” düşüncesiyle anneannem der ki “İstanbul’a gideyim”. Gülcemal denilen meşhur bir vapur vardır bizim tarihimizde. Gülcemal vapuruna bindirilirler. O dönemin iyi vapurudur

Gülcemal ama anneannem der ki, “zenginler kamaralara yerleştiler, ama biz yoksulduk. Bize güverte kaldı. Bir hafta sürdü Trabzon’dan o vapurun İstanbul’a gelmesi. O esnada ben en çok güvertede bebek soğuktan ölecek diye korkardım. Kundağı ikide birde geminin bacasına yaslardım ki oradan sıcaklık gelsin”. Sonra şöyle derdi, “Biliyor musun aslında ölecek diye korkmuyordum. Daha çok korktuğum başka bir şey vardı, ölürse gemide ölenleri denize atarlar diye duymuştum. Bu düşünce çok korkutuyordu beni” derdi. Ölmesinden çok ölüsünün deniz atılmasından çok korkuyordum. Ve bu gemi böyle böyle gelir. Anneannem de kim kime nasıl yol gösteriyorsa, ne yapıyorsa bilmiyorum, İstanbul’da bir muhacir toplanma merkezi vardır Samatya’da. Bugünkü Surp Kevork Kilisesinin bulunduğu avlusunda ve civarında. Anneannem de elinde kundağıyla oraya gelir, oraya iner.

Harun: Bu arada anneannenizin nereli olduğunu biliyor musunuz?

Pakrat: Şebinkarahisarlı. Onun adı da Arusyak’dı. Bu esnada dedem terhis olmuş Çanakkale’den. Ve terhis olunca dire Trabzon’a gitmiş karısını ve çocuğunu aramaya. İletişimler öyle bir halde ki, Trabzon’dan herkesin tahliye edildiğini Trabzon’a varınca öğrenmiş. Ve başka bir gemiyle tekrar gerisin geri İstanbul’a yola çıkmış. Çünkü birileri söylemiş “İstanbul’dalar” diye, “İstanbul’a gemisiyle gitti” diye. İstanbul’a gelmek üzere gemiye biner fakat yolda gemiye bir telsiz talimatı gelir. Denir ki, “bu gemi İstanbul limanına uğramayacak çünkü İstanbul’da çok gâvur var direk Yunanistan’a gidecek”. Gemi gelmiş Kumkapı, Samatya açıklarında, İstanbul limanı denilecek alanda mecburen demirlemiş, kömür ikmali yapması gerekiyormuş ama yolcu inmeyecekmiş. Fakat böyle bir geminin Trabzon’dan geldiğini duyan bir sürü muhacir, kayıklarla gitmişler geminin etrafında dolaşmaya. Giden muhacirlerden bir tanesi de anneannemdir. Kundaktaki bebeği emanet bırakmış o indiği göçmen kampında, Samatya Kilisesi bünyesindeki kampta. Kendisi bir tanıdıkla, bir komşuyla inmiş rıhtıma, oradan kayıkla geminin kenarına. Geminin kenarında kayıkla turlamışlar kürek çekerek. Ve güvertede tanıdığı birisini görmüş Trabzon’dan. Ona dedemi sormuş “Vartan gemide mi? Vartan da geldi mi?” diye. O da demiş ki, “Vartan gemideydi ama şimdi göremiyorum. Bilmiyorum”. Anneannem eli boş geri dönmüş. Geri döndüğünde dedemi bebeği kucağında o kalabalıkta bulmuş. Dedem meğerse atlamış gemiden, yüzme bilmediği halde atlamış. Biri onu kayığa almış. Bir şekilde daha önce karaya çıkmış. Anneannem sormasından daha önce ve yine bir şekilde o kilisenin yolunu bulmuş. Anneannem gidiyor ve görüyor ki dedem o kampta, annem de kucağında. Ve buluştular. O günden itibaren onlar da Samatya’dalar. Annem Samatya’da büyüdü. Samatya’daki ilkokula gitti. Evleninceye kadar Samatyalıydı. Evlenip Rumeli Hisarına gelin gitti. Ben de Rumeli Hisarında doğdum. İşte bizim hikâye böyle. Anneannemin hikâyesini anlatmadım farkındasın değil mi? Anneannem Şebinkarahisarlı Tamzara köyünden. 1915 yılında o da 12 veya 13 yaşında. Onun da babası söylediğim gibi gurbette. O kardeşlerinden büyüklerinden biri, öbür kardeşleri kendinden küçük, bütün kardeşleri ve annesiyle tehcir edilirler. Anneannemin hikâyesi, Eğin şehrinde kopar. Annesi yolda hastalanmış. O da tifo veya tifüs olmuş ve ölmüş. Çaresiz kalmışlar. Annelerinin ölüsü önlerinde, çocukları yanında, anneannem ve kardeşleri ne yapacaklarını bilemez, şaşkın haldeyken bir asker gelir. Anneannemin annesinin ayağına bir ip bağlamışlar. Ve o cesedi çeke çeke götürmüşler. Anneannem o manzarayı anlatırken şöyle derdi: “Eğin şehrinin sokakları basamaklıdır, merdivendir. Düz yokuş değildir. Hep basamak basamaktır. Ben bütün öteki kardeşlerimi böyle koynuma aldım, kucakladım, hiçbirine baktırmadım ama ben baktım. Annemi götürürken o asker, annemin ölüsünün kafasının küt küt o taşlara vurma sesi şimdiye kadar kulaklarımdadır” diye anlatırdı. Eğin şehri basamaklıdır. Sonra Eğinli insanlarla tanıştıkça sordum “sizin sokaklarınız basamaklı mıdır?” diye. Halen basamaklıymış sokaklar Eğin’de. Sonra kardeşlerini nasıl kaybettiğini bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var o da bir Türk ailenin yanında hayatta kaldı. O aileler de bizim yakın zamanlara kadar da, yani yakın zamanlar derken benim gençlik yıllarıma kadar da temaslarımız sürdü. Bizim ailenin hikâyesi bu işte. Ama şimdi belki sana ilginç gelmiştir bu hikâyeler, hiçbir Ermeni’ye ilginç gelmez. Hangisi anlatsa benzer bir hikâyesi vardır.

Röportaj deşifrasyonu: Evin Jiyan Kışanak

[1] Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması: Osmanlı devletinin I. Dünya Savaşını kaybettiğini kabul ettiği ve şartları arasında Osmanlı ordusunun kayda değer bölümünün terhis edilmesi bulunan ateşkes anlaşması.

[2] Topal Osman Rumlara, Ermenilere ve Alevilere karşı I. Dünya Savaşı sürecinde ve sonrasında yapılan katliamların kayda değer bir kısmını gerçekleştirmiş Teşkilat-ı Mahsus üyesidir.  Sonrasında Mustafa Kemal’e muhalefet ettiği için öldürtülmüştür.

* Bu söyleşi zanenstitu.org sitesinden alınmıştır. Gitmek için tıklayınız.