Beril Eski / BBC Türkçe

1915'te yüzbinlerce Ermeni'nin öldürüldüğü olaylardan çok kısa bir süre sonra bazı Osmanlı yetkilileri ve siviller, katliamlarda sorumlulukları olduğu söylenerek, imparatorluk içinde kurulan Divan-ı Harp mahkemelerinde ve İngilizler tarafından Malta'da kurulan mahkemelerde yargılandılar. Bu yargılamaların hukuki ve siyasi meşruiyetleri, sonuçları çok tartışıldı.

Geriye dönük değerlendirmelerde, yaşananların soykırım olmadığını öne sürenler, Malta yargılamaları sonucu yeterli kanıt bulunamadığını, İttihat ve Terakki yöneticilerinin beraat ettiğini ve böylece soykırım yaşanmadığının da hukuki olarak belirlendiğini söylüyorlar.

Karşı tezi savunanlar ise, o dönemde uluslararası ceza hukuku bulunmaması nedeniyle Malta'daki mahkemenin görev alanı ve uygulayacağı hukuki çerçeve konusunda zorlandığını, ayrıca sanıkların İngilizlerle yapılan bir "rehine değişimi"nin parçası olmasının, bütün bir sürecin meşruiyetini etkilediğini ileri sürüyor.

Biz de bu tartışmayı ve bugün hukuki duruma nasıl bakılabileceğini İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Profesör Dr. Ayhan Aktar, insan hakları avukatı Geoffrey Robertson ve TOBB Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Yardımcı Doçent Dr. Mustafa Serdar Palabıyık ile konuştuk.

OSMANLI DİVAN-I HARP MAHKEMELERİ 

1915 ile ilgili olarak o dönem üç farklı mahkeme süreci yaşandı: 1916'da ve 1919'da kurulan 1. ve 2. Divan-ı Harp mahkemeleri ve ikinciyi izleyen Malta yargılamaları.

Yard. Doç. Dr Mustafa Serdar Palabıyık bunlardan ilkinin daha 1. Dünya Savaşı sürerken, ikincisinin ise savaşı sona erdirmek üzere toplanan Paris Konferansı devam ederken kurulduğunu ve toplam 1637 kişinin yargılandığını anlatıyor. Bunlardan 524 kişi, idam da dahil çeşitli cezalara çarptırılmışlar.

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ayhan Aktar, 1. Divan-ı Harp mahkemelerinde yargılananların, daha ziyade 1915 sürecinde Ermenilerden kaçırdıkları malları devlete teslim etmeyerek kendine maleden kişiler olduğunu söylüyor.

Aktar'a göre, 1919'daki 2. Divan-ı Harp mahkemelerinde daha "ciddi" bir yargılama yapıldı ve Ermenilere karşı suç işleyenler "insanlığa karşı, kendi tebaalarına karşı suçlar"dan sorumlu tutularak yargılandılar.

Profesör Aktar, bu davaların 1919’da devam eden Paris Konferansı sürecinde görüldüğünü hatırlatıyor:

"1. Dünya Savaşı’nı bitiren Paris Konferansı uzun bir süreçtir. Sevr Antlaşması da bunun bir parçasıdır. Sevr’e giden yolda Osmanlı hükümeti Ermeni soykırımına karışanların yargılanmasına karar verir, 'Yabancılar bizi cezalandırmasın, biz yargılayalım' diye özel mahkemeler kurar."

Aktar, 1919’da kurulan mahkemelerde, 1915 olaylarına karışan kişilerin Yozgat ve Trabzon gibi alt davalarda da yargılandıklarını, yurtdışına kaçan İttihat ve Terakki liderleri hakkında ise gıyaben idam kararları verildiğini aktarıyor.

Avukat Geoffrey Robertson, 2. Divan-ı Harp mahkemelerinde çoğu yetkilinin "toplu katliamlardan" suçlu bulunduğunu ve ceşitli cezalara çarptırıldıklarını hatırlatıyor.

11'i gıyabında, 31 İttihat ve Terakki üyesi ile hükümet yetkilisinin yargılandığı ana İttihat ve Terakki davasında Talat, Enver ve Cemal Paşalar ile Doktor Nazım Bey hakkında gıyabında idam cezası verilirken, Yozgat ve Trabzon yargılamalarında da bir grup hakkında, yine gıyabında idam cezaları verildi.

Fakat, İttihat Terakki'nin tasfiyesi sürecinde İngilizlerin etkisindeki Tevfik Paşa kabinesi tarafından kurulan bu mahkemelerin yürüttüğü sürecin ne kadar sağlıklı olduğu, farklı görüşlerden de olsa bir çok tarihçi ve hukukçu tarafından sorgulandı.

Bu süreçte, Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf vekili olan Mehmet Kemal Bey’in idamı sonrasında, İttihat Terakki hareketini destekleyenlerin görünür tepkileri üzerine, İngilizler mahkemeleri Malta’ya taşımaya karar verdiler.

Ancak Malta'da İngiliz Kraliyet Başsavcılığı tarafından açılan dava sonucunda hiçbir sanık ceza almadı.

MALTA YARGILAMALARI

Prof. Dr. Aktar, 1920’de İstanbul’daki meclisin kapatılmasından sonra, oradaki İttihat ve Terakki mebuslarının bir kısmının Ankara’ya kaçtığını, diğerlerinin ise İngilizler tarafından Malta’ya gönderilerek hapsedildiğini anlatıyor:

"Malta’ya gönderilenler kalabalık bir ekip. İçlerinde askerler de var, bu işlere karışmamış gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın gibi kişiler de. Bu sırada Ankara Türkiye’deki birtakım İngilizleri tutukluyor ve 'Malta’dakilere bir şey olursa rehin tutarız' diyor. İstiklal Savaşı devam ederken, Malta’da tutulanlar peyderpey serbest bırakılıyorlar."

İnsan Hakları hukukçusu Geoffrey Robertson da, İngilizlerin tutuklayarak Malta'ya götürdükleri İttihat Terakkicileri, özellikle o dönemde uluslararası ceza hukuku bulunmaması nedeniyle, yargılamakta zorlandıklarını kaydediyor.

İNGİLİZLERLE REHİN DEĞİŞ TOKUŞU   

Avukat Robertson, daha sonra Mustafa Kemal Paşa yönetiminde bir grubun İstanbul’da bazı İngiliz subaylarını rehin aldığını ve Malta’da tutulanlarla İstanbul’daki rehineler arasında değiş tokuş anlaşması yapıldığını belirtiyor:

"Türkiye Sevr Antlaşması’nda, Malta’daki sanıkların Türkiye’de yargılanacağı sözünü verdi. Ancak Türkiye’ye döndükleri anda bir çeşit kahraman gibi karşılandılar. Elbette hiçbir yargılama olmadı. Sevr Antlaşması’nda öngörülen yargılama şartı yerine getirilmedi."

Tarihçi Mustafa Serdar Palabıyık ise bir esir değişimi anlaşmasının varlığını teyit ediyor, ancak bunun Malta'da görülen davanın sonucunda etkili olduğunu kabul etmiyor:

"Esir değişimi doğru ama dava karara bağlanmadan önce yapılmadı. İngiliz Kraliyet Başsavcılığı bütün arşivleri araştırıyor ve 'Kanıt bulunamadığı için davayı kapatıyorum' diyor ama sanıklar Malta’da tutulmaya devam ediliyor. Malta’daki yargılama, esasen kanıt bulunamadığı için kapatılan bir dava."

Palabıyık aynı zamanda davanın kapatıldığı tarihlerde Anadolu'da "Milli Mücadele" döneminin başladığını ve Türkiye’nin İngilizlerle böyle bir pazarlık yapamayacak kadar zor günler geçirdiğini savunuyor:

"Kraliyet Başsavcısı’nın Malta’daki davayı kapatma kararını aldığı tarih, aslında Milli Mücadele hareketinin en başarısız olduğu günlerdir. O günlerde Kütahya ve Eskişehir muharebeleri yapılmaktadır, Türk ordularının en zayıf olduğu dönemde bu karar alınmıştır."

Öğretim görevlisi Palabıyık, rehin değişimi konusunda ise, sanıkların Türkiye’de yargılanmalarına dair bir şarttan haberdar olmadığını söylüyor.

KAHRAMAN GİBİ Mİ KARŞILANDILAR?

Peki Palabıyık, avukat Geoffrey Robertson'ın "Malta'dan geri dönen kişilerin kahraman gibi karşılandıkları" yorumunu nasıl değerlendiriyor?

Palabıyık buna "1919 Divan-ı Harp mahkemelerindeki usulsüzlüklere" dikkat çekerek yanıt veriyor. Bu usulsüzlükler yüzünden, daha sonra kurulan askeri temyiz mahkemelerinin tüm ceza kararlarını bozduğunu söylüyor.

"1919 Divan-ı Harp mahkemeleri sırasında hukukun en temel prensiplerinden temyiz hakkı tanınmıyor. İttihat Terakki düşmanı ne kadar kişi varsa tanık sıfatıyla çağrılıp dinleniyor. Kararlar o kadar tuhaf ki Batı Avrupalı temsilciler bile rahatsız oluyorlar. İdam kararlarından sonra mahkemeler dağıtılıyor ve yerine askeri temyiz mahkemeleri kurularak, verilen kararlar bozuluyor."

Prof. Dr. Ayhan Aktar, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, 29 mayıs 1926’da, Divan-ı Harp yargılamaları sonucu idam edilenlerin itibarlarının iade edildiğini, Büyük Millet Meclisi'nden "Ermeniler tarafından şehit edilen Türk ricalinin yetimlerine tazminat" başlıklı bir kanun çıkarılmak suretiyle bu kişilerin ailelerine maaş bağlandığını hatırlatıyor.

1915’TE YAŞANANLAR BUGÜN YARGILANABİLİR Mİ?   

Peki 1915'le ilgili hukuk tartışmalarının bugün nasıl bir anlamı var? Üzerinden 100 yıl geçmiş olayları bugün yargılamak mümkün mü?

Bu soruya hem Palabıyık’ın hem de Robertson’ın yanıtı: "Elbette yargılanabilir."

Öğretim üyesi Palabıyık, böyle bir konunun her iki tarafın da kabul ettiği bir uluslararası mahkemede yargılanabileceğini ve o mahkeme "Soykırım olmuştur" kararı verirse, soykırım suçunun hukuki sonuçlarının doğabileceğini düşünüyor.

Soykırım kavramının Birleşmiş Milletler tarafından 1948’de tanımlanmış olması, 1915 olayları sırasında bu kavramın kullanılmıyor oluşu aynı zamanda hukuktaki "cezanın geriye işlemezliği" ve "bir suçun ancak işlendiğinde varolan suç tanımları çerçevesinde yargılanabileceği" ilkeleri açısından, 1915 olaylarına uygulanamayacağı gibi itirazları da gündeme getiriyor.

İnsan hakları avukatı Robertson ise suçun hangi tarihte tanımlandığından çok, işlenip işlenmediğine bakılması gerektiğini savunuyor:

"1948’den beri soykırımın tanımı var. Soru, tanımdan önceki katliamların soykırım olup olmadığı. Örneğin İngilizler, Tazmanya’yı işgal sırasında oradaki Aborjinlerin hepsini katletti, yalnızca adalara kaçanlar kurtuldu. Ama bugün yapılanın soykırım olduğunu açıkça söyleyebiliriz."

Robertson ayrıca soykırım kavramını ortaya atan hukukçu Raphael Lemkin’in 1915’ten çok etkilendiğini ve kavramı tanımlarken bu olayları da dikkate aldığını söylüyor:

"Lemkin tanımlamada Ermeni katliamlarına ve de Almanya’daki Yahudilere yapılanları esas alıyor ve belli bir tür katliamın, soykırımın, hiçbir şekilde hoşgörülmemesi gerektiğini, dünyanın bunu durdurması gerektiğini vurguluyor."

Robertson'a göre, Raphael Lemkin hukuk öğrencisiyken, Almanya’da Talat Paşa’yı öldüren Soğomon Tehliryan'ın davasından çok etkileniyor. Mahkeme, bu davada Tehliryan’ın beraatine karar vermişti.

Yardımcı Doçent Dr. Palabıyık ise, Lemkin’in Tehliryan davasından ve sonrasında 2. Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yapılanlardan etkilendiğini kabul ediyor.

Ancak BM Soykırım Sözleşmesi’nde Lemkin’in öngördüğü tanımın sınırlandırıldığını, saik ve kasıt koşullarının getirildiğini, bugün geriye dönük tanımlamalarda asıl önemli olanın bu nokta olduğunu söylüyor.

Olaylarda saik ve kasıt olmadığını savunan Palabıyık'a göre, dolayısıyla suç da soykırım olarak nitelenemez.

'SOYKIRIM' DEMENİN SONUÇLARI   

Peki 1915 hukuken "soykırım" ilan edilirse, sonucu ne olur?

Geoffrey Robertson "Buna mahkeme karar verecektir. Ama soykırımın mağduru olan insanların çocuklarını ve torunlarını düşünmelisiniz. Bu insanlar evlerinden çok uzaklara gönderildi" diyor.

Hukukçu “Umuyorum bir gün özür dilenir ve yaşananların insanlığa karşı suç olduğu kabul edilir" diyor.

Robertson burada kullanılacak kavramdan çok, özür dileme fiilinin önemine vurgu yapıyor ve "Eğer Türkiye soykırım kelimesinden çok rahatsız oluyorsa, bu kelimenin sarf edilmesi gerekmiyor, 'insanlığa karşı suçlar' için de özür dilenebilir" diyor.

Böyle bir durumda kalanların kayıpları ve zararlarının tazmini nasıl sağlanabilir o zaman? Bunun yolu nedir? İnsan hakları avukatı Robertson'ın görüşü şöyle:

"Kabul edilip, özür dilendikten sonra; sürülenlere evleri geri verilebilir. O dönemde var olan yaklaşık 2 bin kilise iade edilebilir. Ben şahsen sembolik bir jest olarak Ermeniler için tarihi önemi olan Ararat dağının (Ağrı dağı) iade edilmesini tavsiye ediyorum. İşte o zaman sorunlar geride bırakılabilir, Türkler ve Ermeniler arasında bir uyum yakalanabilir ve IŞİD gibi diğer soykırım işleyen örgütlere karşı durulabilir."

SOYKIRIMIN TANINMASI YÖNÜNDEKİ PARLAMENTO KARARLARI   

Peki diğer ülkelerin parlamentolarında alınan "Ermeni soykırımının tanınması" yönündeki kararların ne gibi bir anlam ve önemi var?

Bu soruya "Hukuken parlamento kararları yok hükmündedir" yanıtını veren Palabıyık, bu tür kararların Türkiye ve soykırımın tanınması açısından herhangi bir hukuki sonuç oluşturamayacağını kaydediyor.

Bu konudaki ilk parlamento kararının 1965’te Uruguay’da alındığını hatırlatan ve bazı diğer ülkelerin ileriki yıllarda benzer kararlar aldığını kaydeden akademisyen, 2003'te Avrupa Adalet Divanı’nın aldığı bir kararın önemine dikkat çekiyor:

"İki Fransız vatandaşı Ermeni, Avrupa Parlamentosu’na dava açmıştı. Parlamento’nun, 1987 yılında Ermeni soykırımını tanıyan bir karar aldığını belirten davacılar, bu durumu Avrupa Birliği (AB) sürecinde Türkiye’nin önüne getirmiş, 'Hem soykırımı tanıdın, hem de inkar eden Türkiye’ye adaylık statüsü verdin' diyerek 1 Euroluk manevi tazminat davası açmıştı."

"Adalet Divanı yetki sebebiyle davayı Avrupa Toplulukları ilk derece mahkemesine gönderdi ve mahkeme, ‘Parlamento kararları siyasi metinlerdir, istendiği an değiştirilebilirler, ortadan kaldırılabilirler, dolayısıyla bu metinler kendileri ya da onları kabul edenler için hukuki bir sonuç oluşturamaz' diye karar verdi."

DOĞU PERİNÇEK DAVASI VE ‘SOYKIRIMIN İNKARI’ SUÇU 

Meselenin yer yer bir ifade özgürlüğü tartışmasına dönüştüğünü de söyleyen Mustafa Serdar Palabıyık, "Doğu Perinçek davasında alınan ilk kararda da, 'Ermeni soykırımının var olmadığını iddia etmek, var olduğunu iddia etmek kadar meşrudur' ifadeleri yer almıştı" diyor.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görülen "Ermeni soykırımının reddi" davasında İsviçre, Doğu Perinçek’in soykırımı inkar yasasını kendi toprakları içinde ihlal ettiğini belirtiyor.

Perinçek ise bunu söylemenin ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu savunuyor.

Ermenistan da üçüncü taraf olarak davaya katılıyor ve avukat Geoffrey Robertson tarafından temsil ediliyor.

Robertson, Ermeni soykırımını inkar eden kitaplar yazıldığını, bunun bir tartışma konusu olabileceğini kabul ediyor.

Ancak hukukçu, bazı durumlarda soykırımın "nefreti körüklemek amacıyla" inkar edilebildiğini belirtiyor:

"Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Perinçek’in bunu ırkçı söylemleri yaymak için yapıp yapmadığı konusunda bir kafa karışıklığı var. Perinçek, soykırımı aşırı milliyetçi olduğu için inkar ediyor. Kendisi, ortada tarihi kanıt olsa bile inkar edeceğini söylüyor. Bu davada mahkeme, Perinçek’in tarihi gerçekliği saptırıp saptırmadığına değil, ırkçılığı körükleme niyeti olup olmadığına bakacak."