Serdar Korucu / Agos

İslam dünyasında Ramazan ayının gelmesi ile birlikte bir kez daha barış ve hoşgörü mesajları verilmeye başlandı. Öncelik bugünün acılarına yönelik olsa da bu topraklardaki yüzyıllık yaralar kabuk bağlamadan kanamaya devam ediyor hala. Geçmişin ağır yükünü taşıyan yorgun şehirlerden biri de Osmanlı’nın “payitaht”larından Bursa

Bursa, 600 yılı aşkın süre Küçük Asya ve Balkan toprakları başta olmak üzere bin yıllık Bizans mirasının büyük bölümünde iktidar kurmayı başaran Osmanlı’nın, beylikten devlete, sonrasındaysa imparatorluğa geçiş sürecinde Müslüman ahalinin Rum, Ermeni ve Yahudiler ile bir arada yaşadığı çokkültürlü yaşamın merkezlerindendi.

Bugün hala geçmişin izleri duruyor sokak aralarında. Şehrin gece hayatının hızla aktığı Arap Şükrü Sokak üzerindeki üç sinagog bir avuç kalan cemaate kapılarını açmayı sürdürüyor. Ancak Rumlar ve Ermenilerin ibadethaneleri o kadar şanslı değil.

Önce Osmanlı’nın Hıristiyan vatandaşlarına 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başına uyguladığı politikalar ardındansa Yunanistan’ın “Küçük Asya Seferi” nedeniyle bölge Müslümanları ile karşı karşıya geldiğinden Rumlardan geriye silik izler kaldı bu şehirde de.

Bunların başında 1922’de Rumlar yüzlerce yıllık topraklarından kopup giderken “yanan” Rum Metropolitinin kilisesi bulunuyor. Şehrin merkezinde yer alan Bursa’nın en büyük AVM’lerinden Zafer Plaza’nın karşısındaki kilisenin kalıntılarından bugüne neredeyse hiçbir şey kalmadı. Diğer Rum kiliseleri ise kimi zaman fabrika, depo, ahır, samanlık ve depo olarak kullanıldı, kimi zaman ise “ortadan kayboldu”, Ermeni kiliseleri gibi…

Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre 17. yüzyılda 23 gayrimüslim mahalleden 7’sine sahip olan Ermenilerin bugün de şehrin ana hattını oluşturan Setbaşı’nda üç kilisesi bulunuyordu. Bugünse nerede olduklarını öğrenmek bile güç. Fakat bu yokoluş süreci bugüne özgü değil.

Kayıtlardaki en belirgin olaylardan biri 18. yüzyılın sonuna kayıtlı. Kiliselerini tamir etmek için Divan-ı Hümayun’a müracaat eden ve izni alan Bursa Ermenilerine bin civarında Müslüman kadın ve elli civarında erkek saldırmış, kiliseyle birlikte etrafında bulunan birkaç Ermeni evi de yakılmıştı.

Şehrin Ermeni mirasını ayakta tutan tek kilise ise bugün Namazgah Mahallesi’nde yer alıyor. Kafelerin arasında sıkışıp ayakta kalma mücadelesi veren kilisenin kapısının önüne çöpler ve kedi mamaları konuluyor. Kesif bir kokunun yükseldiği binayı paslanmış kapısındaki bir kilit koruyor sadece dış tehlikelerden. Ama anahtar deliğinden içeri bakmak bile bu “koruma”nın yetersizliğini görmeye yeterli. Binanın içi harabeye dönmüş durumda. Duvarları ise reklam brandalarıyla sarıp sarmalanmış adeta kimse görmesin, bilmesin, farkına varmasın diye.

Etrafında iki kez dolaşmak, bir kare fotoğrafını çekmek bile dikkatini çekmeye yetiyor sokak sakinlerinin. Hepsinin ağzından aynı hikaye dökülüyor. Binanın bir ABD’liye ait olduğu, yakın zamanda restore edileceği konuşuluyor. Fakat kim, ne zaman gibi sorular yanıtsız. Kesin olan tek şey, kilisenin her geçen gün çökmeyi beklediği…

Bölgedeki Ermeni kiliselerinin Osmanlı tarihi için de önemli bir yeri bulunuyor. Ermenilerin İstanbul’a nüfusunun taşınmasının nedeni olan, Konstantinopolis’in Osmanlılar’ın eline geçmesinden önce Sultan II. Mehmet’e şehri alacağını söylediği rivayet edilen Episkoposu I. Hovagim Bursalı.  I. Hovagim’in öngörüsünün gerçekleşmesi üzerine Ermeni cemaati Osmanlı İmparatorluğu desteği ile Bizans’tan çok daha yoğun olarak yeni başkente getirilmişti, şehirdeki yerli Rum çoğunluğa karşı güvenilir bir tebaa olarak.

Nüfusları ve nüfuzları hızla artan Ermeniler hayatlarından emin olarak yaşamaya çalıştı, çöküş döneminde Anadolu’nun dört bir yanından gelen katliam haberlerine rağmen… 1915 yılının 24 Nisan’ına kadar…

Bugün Hıristiyan geçmişi yerle bir olan Bursa’da yaşananları en iyi özetleyense yaklaşık yüzyıl önce şehirde milletvekili seçilen Hasan Fehmi Kolay’ın 17 Ekim 1920’de Meclis Gizli Tutanakları’na yansıyan itiraf niteliğindeki sözleri:

“Tehcir meselesi, biliyorsunuz ki dünyayı velveleye veren ve hepimizi katil telâkki ettiren bir vaka idi. Bu yapılmazdan evvel âlem-i nasraniyetin bunu hazmetmeyeceği ve bunun için bütün gayz ve kinini bize tevcih edeceklerini biliyorduk. Neden katillik ünvanını nefsimize izafe ettik? Neden o kadar azim, müşkül bir dava içine girdik? Sırf canımızdan daha aziz ve daha mukaddes bildiğimiz vatanımızın istikbalini taht-ı emniyete almak için yapılmış şeylerdir.”