Dosya: I. Bölüm


Kejê Bêmal

Barbarları bilir misiniz? Bunlar at sırtında gezgin talancılardır. Kökleri yoktur. Atın sırtında yaşarlar. Yol boyunca gittikleri yerleşik yerlerde yer, içer, kavga çıkarır, güçleri yeterse yerleşik halkı talan eder, kadınlarına tecavüz eder, orayı terk etmeden evvel de ateşe verip, yeniden atlarının sırtlarına atlayıp talan edecekleri, yakıp yıkacakları yeni adreslere doğru yol alırlar! Bunların en büyük övünç kaynaklarından biri ki bu aynı zamanda “varoluş hikayeleri”nin başlama noktasıdır, kundakta bebekken bir şekilde dağ başında kalıp burada dişi bir kurt (adı da Asena’dır) tarafından bulunduklarına ve o kurdun sütünü içerek büyüdüklerine inanırlar ki bu hikayenin içinde en akla yakın olan bu ihtimaldir, çünkü yaşam pratiklerine baktıklarında insan sütü ile beslenenlerin yapamayacakları talan ve vahşeti gördüğünüzde ilk aklınıza gelen sorulardan biridir „Ne sütüyle beslendiniz ey zalimler? Nasıl bir ana emzirdi ki sizi, bu hale dönüştünüz?“

Hasılı bir gün bu akıncıların yolu bir gül ülkeye düşer. Bu ülke öyle bir ülkedir ki talan etmekle, yakılıp, yıkılmakla, ateşe verilmekle bitiremeyecekleri kadar zengin, köklü, kadim ve bereketlidir. O gün bu gündür, yakmaya yıkmaya, talana devam ederler. Gittikçe artan zulümlerinin bir nedeni de bu ülkeyi er ya da geç asıl sahiplerine bırakıp gideceklerini bilmenin öfkesidir. Şiddetlerinin dozunun en çok arttığı, dört yanı talan, zulüm ve ateşin kapladığı anlar, onların artık bu ülkeyi terk etmesinin en yakın olduğu zamanların geldiğine dair işarettir… Ve bu köklü, kadim ve insan coğrafya bağrında asla talancıları barındırmayacak, günü geldiğinde böğrüne batan yabancı bir maddeyi vücudun reddetmesi gibi, sancıyla, irinle, kanla dışarı atacaktır! Bu gül ülkenin kadim halkı binlerce yıl öteden seslenen Gılgamış’ın sesine kulak vererek bilir ki “Gecenin en karanlık anı, şafağa en yakın zamandır!”

Şimdi size sunacağım dosya, ucundan, kıyısından, ya da göbeğinden hepinizin şahit olup bildiği, hakkında çok yazılmamakla beraber döneminin en büyük insanlık suçlarını içinde barındırması bir yana, suçun işlenmesi biçimiyle çok özgün örnekler barındıran, Kürdistan’daki kirli savaşa sebebiyet veren kirli yapılandırmayı küçücük bir araştırmayla bile gözler önüne seren, bana göre sonuca ulaşılmadan üzeri asla kapanmaması gereken, mercek altına alıp incelemeniz gereken bir dosya. Acıtacak biliyorum, beni de acıttı! Kanayacaksınız, biliyorum, ben de kanadım.

Öyle bir dosya düşünün ki yaş ve cinsiyeti ne olursa olsun tüm tanıkların ve sorgulayanın kayıt sırasında birbirine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladığı bir dosya. Asla unutulmaması gereken olayların silikleşip, belleklerden kaybolmaması için hazırlandı bu çalışma. Benim için sarsıcı bir tecrübeydi, ruhsal sıkıntıları, fizyolojik sıkıntılara bile sebebiyet vererek beni hasta etti. Umarım okurken siz de hasta olursunuz! Kendi gerçekliklerimizle yüzleşmemiz ve belleğimizi diri tutmamız için arada bir geçmişe dönüp, ateşli ve sanrılı hastalıklara yakalanmamızda fayda var diyorum!

1993 Lice…

Kürdistan tarihinin en kanlı yüzyılında, tüm dünyanın gözü önünde cayır cayır yanan bir kent! Üzerinden dumanlar yükseliyor. Kapkara dumanlar… Sessizce seyreden insanlığın ve dünyanın yüzünü kara eden dumanlar!

Bu 93’te Lice’ye dışarıdan bakanların gördüğü ve hafızalarına kazınan ilk görüntü. Peki ya içindekiler? Sahi o dumanın içindekiler nasıl bir kıyamet yaşadılar? Merak edip soranınız oldu mu? Ben sizlerin belleğine kazınsın diye kapıkapı gezip sordum? O gün o cehennemi göbeğinde yaşayanlarla konuştum… Bilmenizi isterim ki Lice 93 dosyasından sonra benim hayatımda hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Boyut değiştirdim. Acılarımın, sevinçlerimin, direncimin ve umudumun boyutu değişti. Eğer yüreğimin gücü yeter diyorsanız; buyurun okuyun…

Unutmamak ve unutturmamak için…

Lice 22 Ekim 93

Lice’deki o korkunç tarihe gelmeden önce ben isterim ki 91-93 arasında gelişen olaylara ana başlıkları ile bir göz atalım ki neler olduğunu daha rahat anlamamız ve yorumlamamız konusunda bu olaylar bize yardımcı olsun. Kürdistan her zamanki gibi kaynıyor. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, bu işin savaşla çözülemeyeceğine kanaat getirip 91-93 arası (kendi zihniyeti çerçevesinde) kararlı bir tutum sergiliyor. Genel af yüksek sesle dillendirilmeye başlanıyor. 12 Eylül sürecinden sonra gelen hükümet yavaş yavaş rengini ortaya koymaya başlıyor. Özal dönemi süreci apayrı bir dosya konusu olduğu için dileyen arkadaşların bu sürece göz atmalarını salık vererek şimdilik bu üst başlıkla bırakıyorum. Özal’ın bu tutumu ve PKK’nin ateşkes süreci Kürd siyasi örgütlerinden de destek buluyor. (Örneğin PKK-PSK protokolü böyle bir sürecin sonucunda ortaya çıkıyor.) Ortamda nispeten estirilmeye çalışılan bu ılıman iklim Türkiye Cumhuriyeti’nin var olduğu günden bu yana içinde malum nedenlerden dolayı barındırılan ve her fırsatta pişkince varlığını red ettiği Gladyo yapılanmasını (II. Dünya savaşı sonrası Varşova Paktı ülkelerince Komünist bir işgalin önüne geçmek ve Avrupa ülkelerine yayılmasını önlemek amacı ile Amerika ve İngiliz gizli servislerince NATO ülkelerinde cephe gerisi gizli faaliyetler için planlanmış ve birçok ülkede yapılanmış bir tür derin yapılanma, bilenler bilir. Dosyayı okuyan genç arkadaşlara Kürdistan’daki bir çok karanlık olayı okuyabilmek için bu konuda titizlikle araştırma yapmalarını şiddetle salık veririm) rahatsız ediyor. Ve tam bu süreçte, her ılıman süreçte baş gösteren tuhaf eylemler baş göstermeye başlıyor. Bir tarafta Kürd aydınları faili meçhule kurban gitmeye başlarken (Vedat Aydın, Musa Anter) diğer tarafta örneğine az rastlanır bir şekilde ordu içinde rütbeli subaylar öldürülmeye başlanıyor.
 


Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın,
Mardin Jandarma Alay Komutanı Rıdvan Özden,
Tunceli Jandarma Alay Komutanı Albay Kazım Çillioğlu,
Emekli Korgeneral Hulusi Sayın, Jandarma Binbaşı(JİTEM kurucusu) Cem Ersever



Derken 17 Nisan 93’te Cumhurbaşkanı Turgut Özal oldukça şaibeli ve bugün hala tartışılan bir kalp krizi neticesinde öldü. 6 Mayıs 93'te Demirel Cumhurbaşkanı oldu. 15 Haziran'da Tansu Çiller başbakanlığında DYP-SHP koalisyon hükümeti kuruldu. 17 Ekim 93 te Tansu Çiller Kürt sorununun çözümü için “Bask Modeli”nden bahsettiyse de Demirel’in sert tepkisiyle çark etti.

Özal ölmüş (öldürülmüş), Türk siyaset sahnesi yeniden şekillenmişti. Sahne artık tamamen derin devlet yapılanması“Gladyo”daydı. Yalnız küçük bir sorun vardı, dünyada Gladyo tasfiye edilmeye başlanmıştı. Lakin bu örgütü T.C.’nin bağrından söküp atması o kadar da kolay olmayacaktı. Ödeneği kesilen bu yapılanma Kurdistan’daki savaşı gerekçe gösterip varlığını sürdürmeye devam etti.

O kirli savaştan besleniyordu. Kirli savaş sürdükçe palazlanıyor siyaseti de kontrol etmeyi sürdürüyordu. Örtülü ödenek bu kirli savaşa yetmeyeceğinden stratejik olarak uyuşturucu, her türlü kaçakçılık ve daha birçok yeraltı dünyası kaynaklarından kendine bütçe oluşturma derdine düşerek büyük bir organizasyonun içine girdi. Bu anlamda ilk yöneldikleri yer Kurdistan’da stratejik olarak sınır boylarında kaçakçılığa elverişli olan yerlerdi. Yani devlet görülmemiş bir biçimde hızla mafyalaşıyordu. Bu duruma askeriyenin içinde olan bazı üst rütbeliler müdahale etti. İlginçtir Albay Kazım Çillioğlu Eşref Bitlis’in ekibindendi. Eşref Bitlis Suikastı sırasında aynı uçakta bulunması gerekirken, o uçağa binmeyip karayolu ile Diyarbakır’a geçerek canını kurtarmasına rağmen, bu kurtuluşu çok kısa süreli olacak. Çok değil iki yıl geçmeden şaibeli bir şekilde, önce Tunceli İl Jandarma Alay Komutanlığı'na atanacak ve orada intihar ettiği açıklanacaktı. Mardin Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özden de benzer bir kader, paylaşacak, devletin akaryakıt ve uyuşturucu kaçakçılığına, mafyalaşasına tanık olacak ve Mardin’de çatışma süsü verilen bir suikastla öldürülecekti. Tam bu süreçler çok dikkatli incelenirse Kurdistan’daki, derin devlet yapılanmasının tavan yaptığı süreçlerdir. Artık hak-hukuk ihlalleri mafyalaşmış bir devletin oyuncağı haline dönüşüp, sıradan olaylarmış gibi kamuoyuna medya kanalıyla yutturulmaya çalışılmaktadır. Ve açıkçası ellerinde bölünmez bütünlüğünü koruduklarına iddia edikleri bir ülke ve terör diye adlandırdıkları bir isyan varken, Kurdistan onların cirit atması için muhteşem uygunlukta bir coğrafya haline dönüşmüştü. Ne de olsa mafyalaşarak Misak-ı Milli sınırlarını koruyacaklardı (!) Bu gün Ergenekon’dan yargılanan sanıklarının gözlerini kocaman açarak, hakime “Biz ülkemizin bölünmez bütünlüğünü koruyorduk, siz bizi yargılayamazsınız. Konuşursak ortalık karışır!” tehditlerinin, hiç de öyle boş-beleş tehditler olmadığını en iyi TC devletinin kendisi bilir! Bu olayda yaşanan hak-hukuk ihlallerini ortalama hepimiz biliriz. Akıllara ziyan ihlaller bir kenara, bu olayın bir de ekonomik boyutu var ki, asıl gürültü de bu büyük pastayı paylaşma esnasında kopar! Hasılı bu başlıklarla derine inilmeden verilen bilgiler ışığında biz isterseniz dosyamıza Lice 23 Ekim 93 yılına dönelim… Öncelikle Lice’nin yerini bilmeyenler için tanıtalım. Lice, Diyarbekir’in kuzey doğusunda yaklaşık 95 km. uzaklıkta dağların arasında kurulmuş orta ölçekli bir ilçedir. Serhad’la sınır komşusu olduğu için sınır bölgelerine Serhad iklimi hakimdir. Doğuda Kulp, güneyde Hazro, güneybatı’da Kocaköy, batıda Hani, kuzey ve kuzeybatı’da Bingöl’le çevrilidir. Nüfus ve yerleşim yapısı 6 Eylül 75 Lice depreminden sonra (ki o dönemin kaynaklarından verilen bilgilere göre ölü sayısı 1000’in üzerindedir) oldukça değişmiştir. Halk o dönem onlara verilen prefabrik evlere yerleştikten sonra bir daha ne aranmış ve ne sorulmuş. Kendi kaderine bu anlamda terk edilmiştir. Stratejik konumu başına bela olan Lice’ye (ki yeni dönem gençler son otuz yıldır haber spikerlerinin gözlerini kocaman kocaman açarak “Bingöl, Lice, Genç üçgeninde teröristlerle çatışan kahraman güvenlik güçlerimiz…” diye bolca kulak dolgunluğuna sahiptirler.) devlet karakol ve askerden başka hiçbir hizmet götürmemiş. Depremin üzerinden 37 yıl geçmesine rağmen halk hala prefabriklerde oturmaya devam etmiştir. Bana anlatılana göre “Bolu Komando Taburu'ndan oraya mekanize birlik adı altında getirilen komandolar devletin üstün hizmetini Lice halkına sunmak için her daim hazırda bekletilirlermiş. Lice halkının varolduğu günden beri devletle haklı çelişkisinin olduğu, ikliminin ve coğrafyasının kişiliğindeki asiliğe ve uzlaşmasızlığa şekil verdiği, nev'i şahsına münhasır bir takım özellikler barındırdığı ve Kürdistan’daki başta Şêx Said isyanı olmak üzere tüm ayaklanmalarda önemli roller oynadığı doğrudur. Yine Ahmed Arif’in tabiri ile “pasaporta ısınmayan içleri” yüzünden devletin kanunlarını takmayıp çoğu zaman kendi sınırlarında evlerinin bir odalarından diğerine geçmenin verdiği rahatlıkla, sonradan başlarına bela edilen anlamsız Mısak-ı Milli sınırlarını devletin gözüyle“ihlal” kendi gözüyle ticaret için kullandığı da bilinen bir gerçekliktir. Bu anlamda kaçakçının en büyüğü ve ta kendisi iken ellerinden kaçırdığı ülkesinin sınırlarında gezinenleri “kaçakçı” ilan etme pervasızlığı gösteren devletin her daim listesinde “kaçakçı ve asi” sıralamasında en üst sıralarda yer alan Lice devletin öncelikli gazabına periyodik olarak uğramıştır. Bu gazapların en büyüğüne 23 Ekim 93 sabahı gözlerini açtığında tanıkların ifadesine göre öncelikle her zamanki alışılagelmiş(!) artık umursamadıkları silah seslerinden biri zannetmiş, bu yüzden dört bir tarafı ateşe verilip, dünya ile bağlantısı kesilen memleketlerinin orta yerinde kirli eller tarafından kanlı tezgahlarda planlanmış, görülmemiş bir zulmün ve vahşetin başrol oyuncusu olmuşlardır!..


Tuğgeneral Bahtiyar Aydın


Tuğgeneral Bahtiyar Aydın Suikastı

Genelkurmay’ın açıklaması:

“22 Ekim 93 günü, Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın Lice’nin güneyindeki operasyonu sevk ve idare etmek üzere Lice Jandarma Bölük Komutanlığı’nda bulunduğu sırada teröristlerin kaçış istikametleri ateş altına alınmaya çalışılırken teröristlerce ilçe içerisindeki binalardan ve çevredeki tepelerden Jandarma Bölük Komutanlığı Kışlası'yla topçu mevzilerine uzun namlulu silah, roket ve havanla ateş açılmıştır. Saat 11:45 sularında çatışmayı bizzat yanındaki Hareket Asayiş Şube Müdürü ve emir astsubayı ile görerek sevk ve idare etmekte olan Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın bölük binası önündeyken keskin nişancı tüfeği kannas mermisi isabet etmesi sonucu sağ şakağından yaralanmıştır. Jandarma Komando Bölük Komutanlığı doktoru tarafından kendisine ilk müdahale yapılarak helikopterle Diyarbakır Askeri Hastanesi'ne sevk edilen Tuğgeneral Bahtiyar Aydın tüm çabalara rağmen kurtarılamayarak maalesef şehit düşmüştür.” Küçücük bir ilçede o güne kadar süren savaşın en kıdemli kurbanı… Sizce tuhaf değil mi? Peki hadi olaya ve sonrasına Ergenekon gizli tanıklarından “Kıskaç” kod adlıbirinin ifadesiyle farklı bir açıdan ve biraz daha yakından bakalım!

“Ben Elazığ Jandarma Komando Taburu'na gittikten bir ay sonra suikast düzenlendi. O dönem PKK'ya büyük bir operasyon yapılıyordu. Operasyona gitmeden önce Lice Komando Bölüğü'nün önünde beklerken Jandarma Asayiş Bölge Komutanı ve Bahtiyar Aydın‘ı uhş1 tipi helikopterden indi. Kürsüde konuşurken sağ gözünden vuruldu. Paşa’nın o gün geleceğini Fikri Karadağ ve birkaç kişi biliyordu. Suikastın ardından bulunan kannas marka silahı tabur komutanı “bu terörist işi değil!” diye bana verdi. Ben de silahı Jandarma Yarbay'a teslim ettim. Bu Yarbay daha sonra televizyonlarda kurşunun saplandığı yeri gösteren kişiydi. Sonra suikast silahı kaybedildi.” 4 Haziran 2008

Şimdi siz bu iki paragraftan ne anladınız?

Süreci tahlil açısından başlarken verdiğimiz başlıklar altında bir daha bakarsanız her şeyin oldukça net ortada olduğunu göreceksiniz. Ama ben yine de meseleye daha içeriden(!) bakan bir tanığın Türkiye gazetelerine düşmüş ilginç bir beyanını burada pekiştirmek için yeniden vermek isterim;

Birsen Aydın (Tuğgenaral Bahtiyar Aydın’ın kız kardeşi): “Ağabeyimin çatışmada öldüğüne kesinlikle inanmıyorum. Suikastın içeriden düzenlendiğine eminim. Ağabeyimin yerel halkla arası çok iyiydi. Kendisinin tayini oraya çıktığında terör tırmandırıldı. Halkla kaynaştığı için öldürüldü.”

Aynı süreçte işlenen diğer cinayetler de dikkat çekiyor. “Bu olayların perde arkasında devletin içindekilerin parmağı olduğuna inanıyorum. Eşref Bitlis, Rıdvan Özden, Cem Ersever, Gaffar Okan, Uğur Mumcu… Tüm bunlar benzer cinayetler. Bu olaylarda devletin içindekilerin eli var. Ergenekoncular iyi incelendiğinde ifadelerinden daha çok şeyin ortaya çıkarılacağına inanıyorum.

Bana göre ağabeyimin cinayetinde baş şüpheli Veli Küçük. Ağabeyim vurulduktan sonra Veli Küçük‘ün tayini Giresun’a çıktı. O zaman bizim eve sık sık gidip geliyordu. Annemle konuşuyordu. Bu Ergenekon olayı ortaya çıkınca görüntülerini TV’lerden izlerken “Anne bunlar öldürmüştür oğlunu. Oğlunu bunlar yedi. Bak anne oğlunun katilleri!”


Yine Mardin İl Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özden’in eşi Tomris Özden meseleyi çok basit bir öneriyle özetliyor “Açıklama yerine otopsi yapsınlar. Gerçekler ortaya çıkar!” Eğer tablo biraz daha kafanızda netleştiyse, son olarak bir dönemi üst rütbelilerinin arka arkaya bu şekilde öldürülmesinin neden ve sonuçlarını ayrı bir dosyaya bırakarak biz asıl konumuza geri dönelim. Tugayın içerisinde Bahtiyar Aydın vuruldu. Peki ya sonra? Lice’de o gün ne oldu? Buyurun olayı o gün o cehennemde yaşayan tanıklarının ağzından o anlar… Olay sırasında Lice’de olan tanıklarla yapılan röportajlar:



Tanık Eşref, yaş: 32

Eşref olay sırasında kaç yaşındaydın? Ve neler gördün bizimle paylaşır mısın?

13 yaşındaydım. Karahasan mahallesindeydim. Bulunduğum mahallenin batısı yatılı okuldur. Aşağıya kadar da askeri alan. Hemen güney ucunda kara yolları ve eski köy hizmetleri binası vardır. İki yere de askeriye el koymuştur. İkisinin arasından zaten Lice’ye girersiniz. Ortasında da askeri karakol vardır. Doğusunda büyük bir Alay vardır. Kuzeyinde eski devlet hastanesi var. Hani o yukarı kısım sizin teleferikle yiyecek götürüldüğünü gördüğünüz yer. Oraya da askeriye el koymuş ve karakol yapmıştır. Yüksek kayalıkların üzerindedir. Yani dört tarafı zaten askeri alandır. Liceliler o karakolun yani askeri alanın içerisinde yaşarlar. Bizim mahalleden bir dere geçer “Newala Din” deresi. O dereyle ilgili çok fazla hikâyeler anlatılır. Özellikle biz çocukları boğulmaktan korumak için büyüklerimiz cinli olduğunu söylerlerdi. Bizim çocukluğumuz o kanyonda oynayarak geçti.

O gün yine teyzemin çocuklarıyla o derede oynuyorduk. Birden silah sesleri duyduk. Her zaman duyduğumuz için önemsemedik önce, oynamaya devam ettik. Daha sonra çok fazla artıp yakınlaşmaya başlayınca korktuk. Evden de uzaklaşmıştık. Koşarak eve doğru gittik. Giderken Lice’nin doğusunda dumanların yükseldiğini gördük. Sonra Kara Hasan Camisi var, o tarafa yöneldik, baktık herkes kaçıyor. Arabalar Lice’den çıkmaya çalışıyor.

Tabii insanlar evlerinin orda kaçışmaya başlayınca biz de durmadık evde tabi. Bizim orda yaşlı bir dede vardı, Xalê Sofi derdik biz ona. Hala gerçek ismini bilmiyorum, sanırım 100 yaşına yaklaşmıştı. Öyle yaşlıydı ki artık yürüyemez haldeydi, kahveye eşi götürürdü. Baktık Xalê Sofi eve gitmeye çalışıyor ama gidemiyor. Benle teyzem oğlu koluna girdik. O korkuyla adamı kaldırmışız, koşuyoruz. Kıyamet günü gibiydi. Herkes Lice’den çıkmaya çalışıyordu. Evleri yakıyorlardı. İnsanları dışarı çıkarıyorlar, çıkmak istemeyenlere de zor kullanıyorlar, eşyalarını ya da hayvanlarını çıkarmak isteyenlere izin vermiyorlar, sonra da ateşe veriyorlardı.

Bildiğim kadarıyla Kale Mahallesi'nde bir eve bazukayla ateş etmişler ev yanmış, adam ölmüş, eşi kör olmuştu. Askerler mahallelere dalmaya başladı zırhlı araçlarla. Lice’nin evlerini sen gördün… Depremden dolayı prefabriklerdir. 75 yılında yapılmış ayakta durmakta zorluk çeken barakalardır. Halkın çoğu hayvancılıkla uğraştığı için evlerin yanında taştan yapılmış ahırlarımız vardır. Biz ahırın daha güvenli olacağı içgüdüsüyle ahırlara geçtik o gece.

Peki, ormanları ateşe veriyorlar mıydı Eşref?

Orman yakmak orada devletin geleneğidir. Canları sıkıldıkça ateşe verirler. Dediğim gibi 13 yaşına kadar ben Lice’de kaldım. Orada yaşayınca çatışmalara alışıyorsunuz. İlginç bir şeydir Lice’de çocuk olmak. Örneğin çatışma çıktığında biz çocuklarla toplanır izlerdik. İzli mermi derler bu ışık saçan mermileri izlemek hoşumuza bile giderdi. Tabi bu savaş sırasında kullanılan silahlar etrafı etkilerdi.

Mesela Lice’nin kuzeyindeki dağlar çok yeşildi eskiden. Oralar çok yanardı. Kullanılan mermiler yüzünden ormanlar her zaman yanardı. Ve asla müdahale etmezdiler. E tabi güneyde içinde bizimde olan tarlalarımız, ağaçlık alanlarımız meyve ağaçlarımız vardı. Oraları çok yaktılar.

Ben çıktıktan sonra uzunca bir süre gitmedim. Oraları hep ağaçlık hatırlıyordum. Meşe ağaçlarıyla doluydu. Yıllar sonra gittiğimde o ağaçların hiçbiri yoktu. Ve bu uzun bir alandır . Ve inanılmaz güzeldi…

Ben öyle çıplak gördüğümde çok etkilenmiştim. Lice’nin yakılışından daha çok belki de beni etkileyen yıllar sonra memleketime döndüğümde meşelik alanı bulamamdı. (Gözleri doluyor, dudakları titremeye başlıyor)

Geri dönüp baktığında o günkü çocuk psikolojinle en çok neye üzülüyorsun?

Yani bir çok trajik hikayemiz var tabi. Belki yarınlarda bilmiyorum başarabilir miyim ama yazmak istiyorum. Hatta ötesine geçip film yapabilir miyiz, bilmiyorum ama bişeyler yapmak istiyorum.

Teşhir dünyanın en büyük cezasıdır! Bence de yaşadığınız vahşeti yazın, çizin, filme çekin ve teşhir edin! Umarım en kısa zamanda tüm bunları yapabilirsiniz. Memleketinde yaşayamadığın için üzgün müsün?

Ben hiç suçum yokken memleketimden sürüldüm. İlk beş yıl hatta yedi sekiz yıl çok zor geldi. Alışamadım. Babamın maddi durumunun çok kötü olmamasından kaynaklı Diyarbakır’da hasbelkader aldığı daire maddi anlamda yaşamı kolaylaştırıp bizi şanslı kılsa da ben memleketimi özlüyordum. Kaçıp kaçıp ilçe otogarına gider akşama kadar Lice dolmuşlarının geldiği yerde otururdum.

Peki Lice’nin bir çocuğu olarak sence devlet Lice’den ne istiyordu?

Ya Lice hep asi bir yer olmuştur, biliyorsun ta Şêx Said olayından bu yana bir çok yerde ismi geçer. Hala bile öyledir. Çok radikal yönleri var. Benim bile ürktüğüm korkutucu politize bir yönü var. Tabii o devlet açısından da ürkütücüydü. Son seçimlere bakarsan orada sanırım Hakkari’den sonra en yüksek oyu BDP orda almıştı. Yani yüzde seksenlere varan bir oy potansiyeli var. Çok politize bir yer.

Peki geçmişten gelen sınır ticareti işinin onlara kattığı devletin legalini illegal, illegalini legal görme gibi muhteşem duruşunun etkisi de var mıdır devletin Lice’ye olan düşmanlığında? Yani bu zulmü uygulayarak bir türlü kırmadıkları Liceli direncinin kimliğinin üzerinde tahakküm oluşturmaya çalışmış olabilir mi devlet?

Bir de tabii oldum olası kaçakçı kimlikleri var. Mahkum derlerdi bizim oralarda bilirsin. Bu kaçakçılık işlerini yapanlar dağlarda saklanırdı, devlet tarafından aranırdılar, bir nevi devletin deyimiyle eşkıya hayatı yaşardılar. Geçmişten beri olan bişey o tabii. Doğal olarak bir kültür de oluşturdu. Uzlaşmasızdırlar. Devletle aralarında hep mesafe vardır. Dik başlı, mağrur ve onurludurlar. Küçücük çocukta bile bu mesafeli ve onurlu duruşu görebilirsiniz. Dolayısıyla tabi ki bu duruş egemen güç için bir tehdittir! Kırmak ister. Ama ben kendimden yola çıkarak söyleyeyim bu zorbalık bu duruşu daha fazla besleyip, keskinleştirmekten başka hiçbir işe yaramadı. Devletle Liceliler'in arasındaki mesafe artık bir daha asla kapanmayacak kadar açıldı!


 


Tanık Yaşar




Tanık Yaşar, yaş: 74

Amcacım 22 Ekim 93 günü sen neredeydin? 

Lice’deydim. Ben salça fabrikasında bekçiydim. Askerler geldiler ve beni dövdüler. Dört subay ve on altı tane komando askerdi. Beni dövdüler, sonra yere yatırdılar, öldüresiye dövdüler. Komutanları dedi ki; “bacağından tutun baraja atın!” Oradan bir asker dedi ki “komutanım zaten gebermiş. Baraja atmaya lüzum yok.” Dedim “siz geberirsiniz ben gebermem!” ayni bunu söyledim. Salça fabrikasını yaktılar. Beni bıraktılar gittiler. Sabah bu adam (yanındaki muhtarı işaret ediyor) beni ölüm halinde hastaneye getirdi. (Muhtar söze giriyor.)

Bize haber geldi. Dediler “onu öldürmüşler,” ambulansı hastaneden aldım. Gittim baktım sağ. Yani cenaze almaya gittim. Baktım sağ. Ölmemiş. Yerde yatıyor, perişan halde zorla nefes alıyor ve ölmek üzere. (Amcaya dönüyorum.)Yani seni bir gün önceden orada öylece dövüp, ölmek üzereyken bırakıp gittiler. Bütün gece ertesi güne kadar orada öylece yattın amca, öyle mi?

He he. Bu ambulans getirdi. Sonrasını çok iyi bilmiyorum. Gözümü açtığımda Diyarbakır Devlet Hastanesi'ndeydim. Başında doktor vardı ve soruyordu “kim seni böyle dövdü?” tabi ben korkudan dedim ki “kimse beni dövmemiş! Ben ağaca çıktım. Ondan sonra düştüm. Sadr buramdan (sağ kaburgasını gösteriyor) on dokuz gün ben kan kustum. Tam on dokuz gün! Sonra döndüm tabii memleketime. Orda tütün ekenler vardı, komutan beni onların yanında yakaladı dedi ki “ulan ibne, sen beni şikayet etmeye mi gittin?” Dedim “ben seni şikayet etmedim!”, dedim “eger sen erkeksen askerlerini tut. Benle sen birbirimize girak, kim kimi öldürdüyse. Ölenin kanı diğerine helaldir.”(Amca olay sırasında 55 yaşlarında)

“Salın!” dedi askerlerine. Dedim “ulan ben sizi şikayet etsem sanki sizi tevkif mi edecekler? Biz kimin umurundayız? Kral da sizsiniz padişahta!” Û rezilliği de üstüme alıp ben ağaçtan düştüm dedim. Û defolup gittiler!

Amca Lice’yi yakmadan önce periyodik olarak sizi taciz edip, halka işkence yapıyorlarmış, doğru mu?


 


Tanık Yaşar ve Kejê Bêmal




Ben sana diyorum ki beni ettiler! Ben bir gariban bekçi dağın başında…Yaşlı başlı adam. Bana onu yapanın diğerlerine ne yaptığını düşün? Hiç demedi ki bana “senin suçun nedir?”

Geldiler ve beni o hale soktular. Kim konuşabiliyordu ki karşılarında. Zaten köyleri ve mezraları yakıyorlardı o zaman. Yavaş yavaş Lice’ye doğru geliyorlardı, biz dedik “Lice ilçedir yakamazlar!” 

Tewww!

Ben bizim köydeydim, Lice’ye ekmek almağa geldim. Köyü ateşe verdiler, bişey bırakmadılar. Benim dayımın hanımı lastik ayakkabısının içinden çocuklarına su içirdi. Bardak bile kalmamıştı. Eve girdi Kur’anları getirdi. Kur’anları da elinden alıp ateşe attılar. Aha bu gözlerimle gördüm!

Lice’de olan rezillik dünyanın hiçbir yerinde olmadı. (Amca ağlıyor. Ben de ağlıyorum. Boynuna sarılıyorum, hıçkıra hıçkıra ağlıyoruz. Ellerimle göz yaşlarını siliyorum)

Eklemek istediğin bi şey var mı amca? 

Allah’tan başka benim hiçbir umudum kalmamıştır. Ne de söylesem havadır! Olaydan sonra ben şoförlük yaptım. Lice’ye girerken beni durdurdular, kimliklerimizi sordular. Bi tene asker vardı, "asker onun kimliği yokti, izin kağıdı vardi" dedi “iyi iyi” bi tene komutan söyledi terfisini bilmiyem “senin günün az kalmış”, asker de dedi ki “komutanım tamam benim günüm az kalmış ya senin?” dedi “son Kürd halkı ölene kadar benim günüm gelmez!” Buna bak ben şahidlik ediyem!

Peki amcacım bu kadar korkunç olaydan sonra memleketinden ayrıldın, işini gücünü bırakmak zorunda kaldın. Burada Diyarbakır’da nelerle karşılaştın? Memleketin yakılmıştı. Diyarbakır’da olsa başka bir kente gelmiştin. Neler yaşadın? Dönmek istedin mi?

Kızım sen beni anlamisan herhalde! Veran olmuştu Lice, veran! Köyü yaxtılar, Lice’ye geldik... Lice’yi de yaktılar! Buraya geldik! Dönecek yer mi bıraktılar bize Allah komasın!

Peki burada nasıl oldu hayat? Yeni bir işe mi başladın? Ne yaptın? 

Heç ne yaptım? Aç susuz kaldık. Emekli olmuştum zaten. Sabah geliyem ha bu gördüğün yere akşam döniyem!

Çocukların var mıydı? Onlar işe girdiler mi?

Rezillikle okudular işte! İki üç tanesi öğretmendir! Ne bileyim? Ne rezalet yaşadık ben bilirim. Söylesem de havadır!

Olsun amca. Kızınla konuşur gibi benimle konuş. En azından içinin zehiri aksın!

Mal mülk bırakmadılar (sesi bir bebeğin sesi kadar masumlaşıyor), bırakmadılar ki oradaki topraklara kimse ekin eksin yaw! Devletin sanki umurundadır biz aç kalmışız. Zaten hepimizi öldürmeye çalıştılar olmadı. Her şeyi bırak onu da söyleyemidik, söyleyemidik. Bak şimdi bu gün konuşuyoruz seninle. Konuşamidik! İçimizde tuta tuta verem olduk. (Ağlıyor amca. Gözyaşlarını boynumdaki şarla siliyorum. ‘Amca çok üzgünüm! Çok üzgünüm amca ama konuşman lazım! Konuşmadan ölmeni istemiyorum! İçinde tuttuğun bu ağırlıkla daha fazla yaşamanı istemiyorum. Akıt bana zehirini. Paylaşmak için buradayım.')

Gittin mi bir daha Lice’ye hiç? Özlüyor musun?

Yas mas olduğunda ara sıra gidiyorum. Başka bir bağ yok. Bırakmadılar. İnsan memleketini nasıl özlemez mi hiç! Bir tek şey biliyorum; ben insan değilim! İnsan olsam tüm bu yaşadıklarıma dayanamayıp kendimi intihar ederdim! Hani onlara onların o zulümlerine karşı kendimi intihar ederdim! Gelidiler camları kırdiler, diyordum “yaw! bu camları niye kırıyorsunuz?” Derdimizi anlatamıyorduk yaw! Allah bırakmasın! (Burada artık amca Kürdçe konuşmaya ve beddularını sıralayıp Allah’a yalvarmaya başladı ağlayarak! Ben artık amcanın omzuna sarılmış hıçkıra hıçkıra ağlıyordum!)

Amca dönecek misin Lice’ye?

Nereye döneyim kızım. Ne bıraktılar? Neyimiz kaldı orada?

Bana son olarak söyleyeceğin bişey var mı amca?

Yok! Sende milletvekilleri gibi sigara kağıdının üzerine yaz. Bitince paketin çöpe at, e mi?

Amca ben herkesin ve tüm insanlığın adına senden özür dilesem? Ve desem ki; tüm Kürd çocuklarının Lice’sini yaktılar sadece senin değil! Ve tüm kara çocuklar bu olayda en az senin kadar mağdur ve çaresiz. Ama günü geldiğinde her şey açığa çıkacak. Ve biz senin tüm bu acılarına karşılık özgür bir ülkede yaşayacağız bir daha hiçkimse acı çekmeyecek. Ne değişir?

Derin bir iç çekiyor amca ve tek bir kelimeyle cevap veriyor gözünün yaşını silerek

“Heç! Edebilirseniz, gücünüz yeterse heyfimizi alın!”

Kayıt cihazını kapatıyorum. Ağlaya ağlaya Lice’li bir arkadaşımı arıyorum. ‘Çok üzgünüm‘ diyorum. ‘Çok!’ ‘Biz artık üzülmek nedir bilmiyoruz’ diyor arkadaşım. ‘Biz acı duvarını çoktan aştık Kejê!’


Tanık Ahmet, yaş: 68

Amca 22 Ekim 93'te Lice ‘de ne oldu?

Ne olmadı kızım? Kıyamet koptu. Yeryüzünde cehennemi yaşadık! Öğlen saatleriydi. Bir gün önceden zaten bir polis minibüsünü taramıştılar. Ama her zaman olan olaylar olduğu için aldırış etmemiştik. Ertesi gün işte silah sesleri gelmeye başladı. Sonra yakınlaşmaya başladı. Oğluma dedim “bu işte bi iş var. İçeri girin!”. Sonra panzerlerle, toplarla, helikopterlerle bizi çembere aldılar. Evleri ateşe verdiler. Can pazarıydı. Bize hemen çıkın diyorlardı, hiçbir şey almamıza müsaade etmiyorlardı. Ellerinde beyaz bir toz vardı o nu evlere serpiyorlardıve evleri ateşe veriyorlardı. Bir anda bütün ev yanıp kül oluyordu.

Yapanlar asker miydi Amca?

Asker, komando, bir de böyle uzun boylu, daha önce orada hiç görmediğimiz adamlar gelmişti. Ama üzerlerinde asker kıyafetleri vardı. Bazıları aynı o sapıklar gibi üzerlerini çıkarmışlardı üst çıplak, kafalarına bir şey bağlamışlardı, daldılar evlerimize. Lice’yi ablukaya aldılar. Üç gün üç gece yaktılar!

İnsanlar çıkamıyor muydu amca Lice’den?

Ne çıkması kızım? Ne çıkabiliyorlardı, ne girebiliyorlardı. Telefonları kesmiştiler. Bizi her taraftan çembere alıp canımıza düşmüştüler. Cenazelerimiz orta yerde kaldı. Gidip alamıyorduk. Üçüncü gün Lice komple ceset kokuyordu. Üç gün üç gece o ateşler sönmedi. 2002 yılına kadar da saat beşten sonra Lice’ye giriş çıkış yoktu. Kızım tofan koptu başımıza. Ahırlarda saklanmaya çalıştık. Bize dediler “generalimizi öldürdünüz.” Bize dediler “teröristisiniz.” Bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Kadınlarımız çocuklarımızı aldılar, bizden ayırıp götürdüler. Erkeklerimiz başka yere götürdüler. Yerlere uzattılar üzerimizde gezindiler. Sonra bir vali geldi. Konuşma yaptı. Dedi ki “teröristler Lice’yi yakmış. Bundan sonra teröre yardım etmeyin.” Kimse sesini çıkaramadı. Silahla zorlayıp alkışlattılar. Sadece bir genç kız bağırdı dedi ki; “sayın vali siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz? Arkanıza bakın hadır Lice yanıyor. Sizin askerleriniz yaktı!” Sonra o kızın üzerine atladılar. Zayıf, küçük bir kızdı.

Saçlarından sürükleyip götürdüler. Bu gözler ne gördü ne görmedi kızım? Ben gittim hakime, hakim kadındı. Dedim“evimi yaktılar!” dilekçe elimdeydi. Dedi “amca senin evini kim yakmış?” dedim “Bolu Komandoları yakti!” Dedi“Düzgün konuş, ne Bolu komandalari, teröristler gelip yakti! Bak, ben dedim Bolu komandolari yakti. Ben gözümle gördüm!” Dilekçeyi elimden aldı attı! Kızım hangi birini anlatam Kejê? Biz vazgeçtik, Allah kabul etmesin! Onların da evi yansın yıkılsın! Ben her namaz kıldığımda beddua ediyorum kızım!

Allah hakkımızı koymasın! Bizim elimizden beddua etmekten başka bişey gelmedi! Mahkemeye verdik. Taa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar gittik. Elimize üç beş kuruş verip bizi gönderdiler. Bilmiyem zaten noldu? Kimisi aldı onu da kimisi almadı. Ne bileyim kızım? Ben yaşlıyım… Yorgunum beni konuşturma!

Kaydı kapatıyorum. Konuştuğum herkeste görülmemiş bir acı, içe kapanma ve yılgınlık var! Yeniden o süreci onlara yaşatmak, belleklerini tazelemek, acılarını harekete geçirip, zaten bir türlü kabuk bağlamayan yaralarını yeniden kanatmak onlar kadar beni de yordu. Amed sokaklarında ağlayarak yürüyorum. Geceleri düzensiz ve çok az uyumaya başladım. Durduk yerde sebepsiz hıçkırarak ağlıyorum. Düşlerimde yanan köyler, kaçışan insanlar, askerler, polisler, yarıçıplak komandolar, ölen insan ve hayvan cesetleri görüyorum. Daha üçüncü gününde bütün dudaklarım patladı. Uçuk oldu. Damağım ince zar halinde dökülüyor. Daha fazlasını duymak istediğime emin değilim. Ama bu dosyayı bitirmem lazım! Hep beraber bellek tazelememiz lazım! Bizi özgür yarınlara taşıyacak tek şeyin pırıl pırıl bir bellek olduğunu düşünüyorum. Unutmamalıyız! Unutturmamalıyız! Boşluğa düştüğüm her an kendime fısıldıyorum “Onlar bizi belleksiz mi sanıyor?” Onlar bu zulmün unutulacağını, üzerinin kapanacağını mı sanıyor! Onlar bizi balık hafızalı bir halk mı sanıyor? Onun için mi yüz yıldır hep aynı yöntemleri üzerimizde kullanıyor? Bu sefer olmaz! Suya yazacağız, ağaca, toprağa, havaya, buluta, dergilere, gazetelere, internete nereyi bulursak oraya yazacağız! Duymayan kimse kalmasın! Elimizden geldikçe hep beraber belleğimizi diri tutacağız! Gerçeğin bu senin Kejê! Bu senin ülkenin gerçeği, bu senin halkının gerçeği! Bu zorbanın gerçeği! Bu işgalcinin gerçeği! Teşhir en etkili silahtır! Canın yanıyor diye, tanıkların canı yanıyor diye bunca korkunç bir gerçeğin unutulmasına izin veremezsin! Hep beraber ağlayacağız.

Çığlık atacağız. Bağıracağız, savaşacağız ta ki özgür ülkemize kavuşana kadar! Ertesi gün Lice davasının avukatları ile görüşmeye karar veriyorum. Bir avukat dostumuz tarafından avukatlardan birinden randevu alıyorum. Amacım AHİM meselesinin ne olduğunu , nasıl sonuçlandığını anlamak. Tamam TC Lice’ye tazminat ödedi ama bunun hukuksal boyutu nedir? Oldukça misafirperver ve olgun yaşlardaki avukatımız beni karşılıyor. Ve başlıyoruz olayın hukuksal boyutunu konuşmaya, dosyaları incelemeye….



Tanık Fethi Gümüş

Hocam öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Avukat Fethi Gümüş. Diyarbakırlıyım. 1974’den beri Diyarbakır’da avukatlık yapıyorum.


 


Avukat Fethi Gümüş




Lice’de 22 Ekim 93’de ne oldu Hocam?

Özetle şu şekilde cereyan etmiştir: Bizim zamanında canlı tanıklardan edindiğimiz bilgiler ve bilahare devlet tarafından tanzim edilen tutanaklardan biz olayın gerçek yüzünü anlamaya çalıştık. Lice aslında devlet nazarında eskiden beri özellikle Şêx Said isyanından dolayı basit deyimiyle damgalanmış bir ilçemiz. Ve ilginçbir durumu ben size söylemek istiyorum; 1971’de Diyarbakır sıkıyönetim mahkemesinde DDKO ve İP üyeleri hakkında açılmış olan bir davada MİT’in takriben 105 sayfa civarında bir raporu konmuştu çok gizli damgasıyla dosyaya. O dönem ben öğrenciydim. Buradaki avukatlar haber gönderdiler, İstanbul’dan geldik raporun fotokopisini çıkardık. O raporda Lice ile ilgili şöyle bir bölüm vardı “Bir Kürd hareketi halinde, ilk etapta havadan bombalanacak İlçe”. deyimi geçmişti ve altta da bir not vardı: "Lice’nin üst kısmındaki dağlarda hava boşluğu var, buna da dikkat edilmesi lazım!” Hiç unutmuyorum ilk etapta bombalanacak yer olarak rapor edilmişti! Ve aradan yıllar geçti, 93 yılında Lice havadan değil karadan bombalandı!

Bahsettiğiniz hava boşluğu sebebiyle mi?

Büyük ihtimalle… Görgü tanıklarının beyanına göre ve bütün Lice’nin yerlisi olayın nasıl geliştiğini nasıl başladığını bilemiyor. Yani işyerinde veya evinde birden bire top sesleri ve silah seslerinin geldiğini gören, saklanmaya çalışmış ama maalesef saklandığı yerler yakılmış yıkılmış. Genel olarak orta merkez ve askeriyenin bulunduğu yere yakın olan yerler tamamen yakılıp, yıkılıp, taranmış.

İki mahalle çok ağır hasar almış sanırım?

Yani o iki mahalle hemen hemen tamamen yerle bir edilmişti. Yakılmıştı. Biri Kelvan, diğeri Yeşilburc. Hemen onların arkasında askeri birlikler vardı. Şu anda da tamamen boş bir alan haline gelmiştir. Sonradan bazı vatandaşların anlattıklarına göre bir iki panzer operasyondan dönerken Lice’ye birkaç km uzaklıkta taranıyor. Ve bir şey olmuyor. O hırsla o panzerler içeri girmişve etrafı taramış. Şimdi bir yerden bir silah sesi gelince dağın etrafı tamamen yay şeklinde askeri birlikler Lice’nin etrafını sarmış vaziyette konuşlandırılmış. Sadece Lice/Diyarbakır yolunun kenarı açık. Diğer taraflar tamamen kapalı vaziyette ve tek bir insanın Lice’nin dışına çıkması mümkün değil. Ya da tek bir insanın girmesi. Kısaca çembere alınmış vaziyette. Tamamen mayınlanmış ve tel örgülere alınmış, sadece Diyarbakır/Kulp yolu açık zaten tek yol var, oradan girip oradan çıkmak mümkün, onun dışında örgüt üyelerinin girmesi mümkün değil, birilerinin girip çıkması yasak. Zaten şimdi elimizde belgeler var. Köylere yazı yazılmış. “Giriş çıkışlar yasak!”

Yani buradan ve daha bir çok şeyden anlıyoruz ki Hocam, gayet planlı bir hazırlık yapılmış. Bahtiyar Aydın suikastını biliyorsunuz?

Zaten olaydan önce periyodik olarak bir çok yer boşaltılmış. Tabii çevre köyler ve mezralar boşaltılmış.

Yani Hocam biz buna bir tür ön hazırlık diyebilir miyiz? Dosyaları incelerken böyle bir şey gördünüz mü?

Yani dosyalarda pek geçmiyor ama zamanla vatandaşların beyanlarından bunu açıkça anlıyorsunuz. Sonradan biz olaya el koyduktan sonra özellikle çevre köy ve mezraların bu olay olmadan önce güvenlik nedeniyle tamamen boşaltıldığına tanık olduk! Direnenlerin evleri de yakılıp-yıkılmış.

Peki, hukukçu gözüyle Aydın suikastı ve Lice’deki olayları birbirine bağlayabiliyor musunuz? Çünkü şu anda generalin suikast dosyası Ergenekon dosyası kapsamında incelenmeye alındı ve sanırım dava açıldı. Bu dosya incelendiğinde Lice’deki olayların perde arkası da açığa çıkar mı?

Şimdi askeriyenin o dönemlerde yaptıkları malum, tamamen kapalı. Bir vatandaşın, bir bürokratın yada siyasetçinin, müdahale etmesi, bilgi alması, gidip gelmesi olayı araştırmak amacıyla o zaten mümkün değildi. Dolayısıyla duyumlara dayanarak söylüyoruz olaya müdahale eden generalmiş, o olayın olmaması açısından oradaymış, o anda tek bir kurşunla vurulmuş. Vuranı da hemen vurmuşlar o anda!

Askeriyenin içinde vurulmuş değil mi general?

Tabii. Ben üzerinde çalıştığım bir dosya olduğu için söylüyorum.

Sanki generalin vurulması ile Lice’nin yakılması da gerekçelendirilmiş ve meşrulaştırılmış.

Ben öyle demiyorum. İki ihtimal var birincisi; dediğiniz gibi bu bahane edilerek yapılmış olabilir. Biri bu. İkincisi; Lice yakılmaya başlandığı anda General karşı çıkmış! Ve hemen öldürmüşler orda. Dışarı çıkmış, bağırıp çağırmış, müdahale etmiş, bunu sonradan bazı askerlerden vatandaşlar duymuşlar ve o anda hemen infaz etmişler. Onu infaz edeni de infaz etmişler.

Duyumlara göre söylüyorum. Ve tutanağı ise şöyle tutuyorlar; sonradan ben başka bir dosyada kod ismini vererek bir tanesi yer gösteriyor. Oradan ateş ederek öldürülmüş güya general. O bahsedilen yerden orası silah menzilinin çok dışında olan bir yer. Uzun menzilli top olursa belki. Güya örgüt üyeleri oradan ateş ederek öldürmüşler ki bu mümkün değil.

Yani siz de bizzat içeriden vurularak öldürüldüğünü düşünüyorsunuz?

E yani görünen o! Bence içeride infaz edildi ve bir anda şehrin içine yayıldılar! Belli bir iki tane çarşısı var Lice’nin, panzerlerle giriyorlar, gören vatandaşlar anlatıyor “beyaz toz” atarak akabinde ateş ediyorlar ve her yeri yakıyorlar. Toplar ve mermi izleri. Biz sonradan fotoğraf çektik. Şu anda tümü tespitli. Top atışları ile yakılıp yıkılmış. Bu askeriyenin yakınında olan iki mahalle tümden ortadan kaldırılmış. Şu an dümdüz vaziyette. Sonradan ben orada tespit yaptım. Fotoğraflarını çektirdim.

Hocam evet ya. Tüm tanıklar bu yanıcı beyaz tozdan bahsediyor. Öğrenebildiniz mi nedir?

Hayır.

Elinizde fotoğraflar var mı Hocam?

Valiliğe verdik! Delil olarak hepsi valilikte mevcut. Zaten fotoları çeken de devlet tarafından görevlendirilen memurlar. Komisyon. Zaten gittiğinizde o mahalleler dümdüz vaziyettedir. Sadece prefabriklerin su basmanları görünüyor. Büyük bir alandır.

Yani tamamen haritadan silinmiş!

Evet! Deyim yerindeyse aynen öyle.

Peki, hocam şöyle bir beyan var. Size yansıdı mı? Kadın ve çocukları ayırıp Demir Çelik Fabrikası'na götürmüşler, erkelerin taburda bekletildiği. Bir tür Yahudi soykırımındaki kamplarda olduğu gibi iki gurubun birbirinden ayrıldığı…

Benim dava dosyalarımda yok. Ama bu köylerde sürekli yapılan bir şey. Kadınlar erkekler birbirinden ayrılıp işkenceye tabi tutuluyorlardı. Kadınların gözüönünde söylenmeyecek hakaret ve yapılmayacak rencide edici hareketlerde bulunuluyordu. Bu sürekli dava konusu ve görgü tanıkları anlatıyor. Ama Lice merkezde bu yakma olayı sırasında benim aldığım dava dosyalarında yok!

Peki Hocam elinizde kadınlara yönelik Lice 93’e ait taciz ve tecavüze yönelik bir dosya var mı?

Bende yok. İHD’de olabilir.

Siz tanıklardan böyle bir şey duydunuz mu?

Ben duymadım. Gerçeği söylemek gerekirse duymadım. Benim daha çok yakılan yıkılan evler ve dükkanlar konusunda dosyalarım.

Peki, orası yakılıp yıkılırken insanlar nereye götürülüyordu Hocam?

İnsanlar sokaklara kaçıyorlardı.

Tamam da Hocam, insanları sonradan toparlayıp, belli bir alana götürüyorlar. Cenazeleri bile üç gün boyunca yerlerde kalıp koktuktan sonra kaldırılabilmiş.

E öyle tabi. Giriş çıkış yasak olduğu için biz sadece tanık beyanlarıyla hareket ediyoruz. O zaman muhalefet partisinin genel başkanı Deniz Baykal gitti ,üç dört kilometre kala Lice’ye geri çevirdiler. Yani biz oranın tanığı olamadık. Giremedik. Ama oradaki insanlar fırsat buldukça kaçmaya çalışmışlar. Hatta bir kısmını kaçarken yol kenarında yakalayıp infaz etmişlerdi. Bilahare buraya o dönem Başbakan Demirel geldi. Onun yardımcısı Erdal İnönü ile birlikte geldi, ben o zaman Baro başkanıydım. Bazı bakanlar benimle görüşmesini söylemişlerdi. Ve o konuda yardımcı olmuşlardı. Ben de Diyarbakır’daki bütün kurumlar adına kendisiyle görüşüp kendilerine rapor vermiştim. Ama ilginç bir şey oldu, Erdal İnönü ile görüşürken olayı izah ediyordum, döndü bana dedi ki “Başkan, o panzerlerin o tank topların Türk ordusuna ait olduğunu nerden biliyorsun?”

Babasından alışkanlıktır Hocam… Nasılsa Lozan, İstiklal Mahkemeleri, Zilan, Dersim, yanlarına kaldı. Helbet bu da kalır diye düşünmüştür. Demediniz mi siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz?

Evet aynı şekilde. Hiç unutmam bana böyle bir cevap vermişti. Yani olayın tümünü onlara izah etmeme rağmen hiç kimsenin kılı kıpırdamadı. Sonradan Demirel Cumhurbaşkanı oldu. Tekrar görüşmem oldu bu konuda en ufak bir kıpırdamaları olmadı! Olmayınca AİHM’e müracaatta bulunduk!

Şimdi Hocam. Geldik en önemli bölüme. AİHM süreci ve sonucunu bize anlatır mısınız?

O dönemde sadece Lice yakılıp yıkılmadı. Bir çok köy, mezra, Hani, Kulp, Hazro, Lice kadar olmamakla birlikte epey yakıldı. Ben o dönemde baro başkanı olarak 47 avukatı topladım ve “yerinde tespit yapın” dedim. AİHM’e gönderelim ama bir çok yerde arkadaşlarımız engellerle karşılaştılar.

Emniyet güçleri engel oldu yapamadık. Lice’yi kendime almıştım. Belediye başkanı vasıtası ile tespitler yaptırmaya çalıştım. Kendim bizzat görünmemek koşuluyla. Kendisi de cesaretle yaklaştı olaya. Bir çok vatandaşı teşvik ederek ve cesaretlendirerek mahkemeler vasıtası ile Bayındırlık Müdürlüğü'nün tespitinin dışında mahkemeler vasıtası ile zarar-ziyanı tespit ettiler. Çünkü bayındırlığın raporu eksikti ve tümünü yazmamıştı. Zaten ertesi sene bir kez daha askeriye bir iki mahallenin büyük kısmını tekrar yaktı yıktı. O konuda da raporlar bizde mevcut. 18/07/1994’te Lice yeniden saldırıya uğrayıp yakıldı. O tespiti devlet yapmadı. Belediye Başkanı bizzat kendisi yaptırdı. Ve listeleri bizde mevcut!

Hocam Lice’yi kaç kere yaktılar?

Bildiğim kadarıyla büyük çapta iki kez. Biri 93 biri de 94. Bir üçüncü de nispeten az miktarda belli yerde cereyan etmiştir. Yani üç kez.

Peki Hocam AİHM ne karar verdi?

Biz AİHM’e taşıdık davaları, belli bir süreçten sonra AİHM “dostane çözüm” önerdi.

Aman Tanrım! Neden?

AİHM bizden belge istedi. Yani “bunu kim yaptı, nasıl yaptı, zarar ziyan” falan… Bizim o dönem o koşullarda delil bulmamız çok zordu, çünkü çalışmamız engelleniyordu. Yani devletten malum belge ve bilgi almak çok zordu. Sadece vatandaşın beyanını alarak biz müracaatta bulunduk, meslektaşımız Hasip Kaplan takip ediyordu. Benim az sayıda vardı. Daha doğrusu vekaletname alamadığım için dosyaların hepsi bendeydi. Sonra Hasip Kaplan aldı. Büyük mahkemeye cesaret edemedi açıkçası ve ilk etapta dostane çözümle anlaştı.

Yani şimdi siz bize o sırada Hasip Bey’in uzlaşma taraftarı olmasımı dostane çözüm kararı çıkmasına sebep oldu diyorsunuz?

Evet! Hatta beni aradı, dedi ki; “sen de müvekkillerinle görüş biz dostane çözüme gidelim...” Ben dedim ki ''müvekkillerimle görüşme gereği bile duymuyorum. Hatta bir tanesi şu anda yanımda, ona dahi söylemeyeceğim” dedim. Öyle yani. İki üç müvekkilim de yanımdaydı.

İnanmıyorum Hocam ya. Böylesi önemli ve tüm Kürdistan’ın onurunu ilgilendiren bir davada nasıl bu kadar uzlaşmacı bir tutum sergilenir?

Şimdi meğer Hasip Bey imzalamış o tarihte. Benden de yetki almıştı daha önce, kendisi sürekli gidip geldiği için AİHM’e, bana yetki ver, kendi dosyalarınla ilgili takip edeyim demişti. Ben de vermiştim. Hatta AİHM’le ilişkilerim bir senedir kesilmişti. Bana her hangi bir yazışma gelmiyor. Meğer imzalanmış, Hasip Bey yetki belgesini vermiş. Sonradan ben İHD’ye Osman Baydemir’in eşi Reyhan Hanım’a bir dilekçe verdim. Orada İngilizce bilenler vardı, onu “İngilizceye çevirelim, bi gönderelim.” “Bana niçin yazı gelmiyor? Neden irtibatımız kesildi?” derken Hasip aradı, dolayısıyla meğer imzalamış. Dışişleri Bakanlığı'ndan bana yazı geldi, ben avukat arkadaşı gönderdim. İmzalanmıştı ve o imza çerçevesinde artık yapılacak bir şey yoktu.

Hocam bu çok ciddi bir konu ya. Ben kamuoyunun takdirine bırakıyorum. Bunun Licelilere etkisi ne oldu?

Şimdi, Hasip 10 bin sterline anlaşmıştı. Kişi başı. Yani işyeri midir? Ev midir? Ona bakmadan hiç detayına inmeden, yani mahkeme detayına iniyor, bu mahkeme bir mahkemeden önce dostane çözüm olunca karşılıklı sulhla o şekilde anlaşmış. Yani AİHM aracı oluyor, iki tarafın önerilerini alıyor, kendisi bir ortalamaya karar veriyor ve iki taraf kabul edince imzalanıyor, üç ay içerisinde de paraları veriliyor. Ve sonradan öğrendim ki Hasip imzalamış. Tabii o arada epey tartışmalarımız oldu.

Haklı olarak Hocam. Böyle bir tufanın karşılığı bu mu olacaktı? Zavallı halkım!

Başvuruda bulunduğumuz zaman hiç açıkçası tazminatı düşünmemiştim. Hatta sonradan ben bu avukatları topladığım zaman bunun arasında para varmış, tazminat varmış, hiç onu düşünmedik, öyle bir şey de aklımıza gelmedi. Biz sadece dedik ki; bunları gönderelim Avrupa’nın büyük kurumu olan Türkiye’nin de sözleşmesine imza attığı bir kuruma, biz Türkiye’de Kürdlere neler yapılıyor gösterelim. Bu amaçla yaptık. Hatta 2001 yılında o talepler kabul edilip vatandaşa para gönderildikten sonra bu sefer vatandaş gelmeye başladı. Benim büromda böyle uzunca kuyruklar oluşmaya başladı. Ben Diyarbakır’da ki kurumları Baro, İHD, Çağdaş Hukukçular, herkese yalvarmaya başladım. Bütün avukatlar zaman aşımına uğramış diyorlardı, sadece ben hayır diyordum, çünkü engelleme sürekli yapılmaktadır. Devlet sürekli engelliyor bunu. Ekini ekemiyorsun… Köyüne gidemiyorsun, böyle olunca zaman aşımı çalışmaz hukuken. Hatta iki gün burada seminer de yapıldı. Ben tek başıma kaldım açıkçası. En sonunda eğer zamanaşımını düşünüyorsanız bile hiç olmazsa bunları AİHM’e gönderin, AİHM bunları görsün. Çağdaş Hukukçular yanaştı. Ben dosyaları onlara verdim. Gönderdik. Kendim de gönderdim. Binlerce dosya oldu AİHM’de. Tunceli, Malatya, Elazığ’daki avukatlar benden bilgi ve örnek istediler. Çevreden böyle gidince AİHM’deki hakim büyük ihtimalle hükümetle ilişkiye geçti. Bu kadar binlerce on binlerce dosyanın geldiğini AİHM karar verdiği takdirde büyük tazminatlara hükmedilecek, çünkü bizim dosyada çözümün dışında Lice merkezde İHD'nin de gönderdiği altı-yedi dosya sonradan Hasib’in anlaştığı dosyaların üç dört katı bir sonuçla sonuçlandı. Dolayısıyla devlet bir çözüm üretmek zorunda kaldı ve yasayı çıkardı.

Yasa şu, devlet terörden dolayı halkının aldığı zararları karşılamak zorundadır! AİHM’de tüm dosyaları iç hukuktan dolayı yolu açılmıştır diye red etti. Orda çözün dedi.

Ya Hocam nutkum tutuldu ya! Çok üzgünüm. Bir süreç ancak böyle bir mağduriyete rağmen ve başarısızlıkla sonuçlanabilir. Bu nasıl bir haldır?

Şimdi iç hukukta aslında kanunen iyi bir yol açıldı.

Nedir Hocam o iyi yol? Ben burada bir iyilik göremedim?

Devlet kimden gelirse gelsin, vatandaşına terörden dolayı o süre içinde verilen zararlardan tümünü ödeyeceksiniz! Manevi tazminat vereceksiniz.

Yani kimden gelirse gelsin, sözü içinde şunu barındırıyor aslında. PKK ya da Devletten öyle mi?

Şimdi devletin risk nazaryası diye bir şey var. Kusursuz sorunlu. Yani devlet yapmamıştır! Ama devlet vatandaşı korumakla sorumludur!

Tanrım ya! Tam TC'ye uygun bir ayak oyunu. İyilik bunun neresinde Hocam? Yani Lice’yi biz yakmadık! O zaman ben yaktım!

Dolayısıyla artık yapılacak çok şey de kalmamıştı. Kanunda çünkü kimden gelirse gelsin sözü oldukça yuvarlaktı ve ben mesulüm anlamındaydı. Fakat zarar tespitine gidildiğinde çok az bir miktar yani real miktarın çok ötesinde kendine göre bir ölçü koydu. Bir düşünün öldürülen faili meçhuller için 14 milyarla başladı. Yani kanunda bu belirtilmiş. Şimdi böyle olunca AİHM’de eğer yasaca belirli bir miktar ölçülmüşse ona karışmıyor. Dolayısıyla bizim yolumuz da kapandı! Yani vatandaş kısmen tatmin oldu açıkçası….

Ben ne diyeyim ki? Söyleyecek söz bulamıyorum artık! Nefesim sıkışıyor. Yani şimdi siz neyin neresindesiniz Lice davalarında Hocam?

Tazminatların büyük bir kısmı ödendi. Bir çok dava ve talepler reddedildi. Biz onu İdare Mahkemesi'ne dava açtık. İdare Mahkemesi % 99’unu yine reddetti. Ben bendeki dosyaları Danıştay’a gönderdim şu anda Danıştay’dan gelen yine %99 red! Ve bu kez yeniden AİHM’e göndereceğiz.

Red gerekçesi ne Hocam?

Şimdi devlet diyor ki, 'Lice yakılıp yıkıldığı zaman, onun tespitini ben bayındırlık kanalıyla yaptım. Bunların tartışmasız ben zararını karşılıyorum ve karşıladı.'

Manevi tazminatlar ne olacak Hocam?

Manevi tazminatlara yasada yer verilmemiş! Şimdi bir de mahkemelerin yaptığı tespit var o sırada. Ben bunları da kabul ediyorum. Bir de Belediye’nin yaptığı rapor var. Bunu günlerce aylarca uğraşıp zoraki kabul ettirdim. Bir de Belediye’nin ikinci yangında yani 94 yılında yaptığı tespitleri ben sadece bunları kabul ediyorum dedi ve bunların parasını verdi. Ama o arada başkavatandaşlar da müracaatta bulundu dediler ki biz tespit yaptırmadık yeni yaptıracağız. 2001 yılında yeniden başladıtespit yapmaya. Valilik ve mahkemeler yedi sekiz sene geçtikten sonra yapılan bu tespitleri kabul etmediler. Çünkü o tespitlerde mahkeme 93 yılında burasıyakılıp yıkılmışdiye rapor vermedi.

Ah Hocam Ah! Bu nasıl bir adalet? Bunasıl bir ayak oyunu ve nasıl bir mağduriyettir Allah aşkına? Neyse son durum nedir? Yeniden AHİM’e gidilebilir mi?

Şu anda başladık. Yeniden başladık sürece.

Bu sefer bari dikkatli olun da Hocam. Yazıktır bu halk. Böyle bir incinme ve mağduriyet başka nerde var? Hayırla uğurla sonuçlanır inşallah! Bişey daha sorup bitireceğim Hocam. Bu Ergenekon dosyasıkapsamında Aydın’ın suikastının yargılanması sizin dosyalarınıza hukuksal anlamda bir fayda sağlarmı acep? Yani Ergenekon’un Lice’yi yaktığıortaya çıktı diyelim bu size hukuksal anlamda faydalı olur mu?

Hayır! Hiç hukuksal anlamda faydası olmaz ama siyasi açıdan tabi ki olayın aydınlanması ve nasıl meydana geldiği noktasında büyük faydasıolacaktır.

Hocam devlet kabul etti mi Lice’yi yaktığını?

Hayır! Tüm bu davalara, süreçlere ve canlı tanık beyanlarına rağmen halen kabul etmiş değildir. Daha kötüsü hukuksal zeminde halen biz de ispatlayabilmiş değiliz. Vatandaş kamuoyuna çıkıp konuşsa. Sizin gibi arkadaşlar bu işin peşine düşse, yazılsa, yayınlansa, söylense ve bir kamuoyu oluşsa bu konuda maalesef çok eksiğimiz var!

Son olarak Hocam. Lice’de yaşananların en yakın tanıklarından birisiniz. Hukukçu değil de insan gözüyle, bir Kürd çocuğu olarak bu olay üzerinizde nasıl bir etki bıraktı?

İlk günden beri bu Lice olayı hepimizi çok derinden sarsmıştır. Olay sırasında Lice’yi göremedim ama sonradan gidip keşif yapıp, ölenlerin yakınlarını dinlediğimizde olup bitenleri dinlediğimizde, yani insan şoke oluyor. Çok etkiliyor insanı. Sadece Lice de değildir. Şırnak, Kulp…Daha bir çok yer…Bunlar korkunç şeyler… Tanımı yok! Ben bunu Cumhurbaşkanı’na anlatırken Urfa milletvekili Cevheri hüngür hüngür ağladı. Bunu kendim gördüm. Demirel’in umurunda değildi. Hatta sinirlendi.

Peki Hocam. Yordum sizi teşekkür ederim..

Gereken belgeleri alıp çıkıyorum… Çıkmıyorum kendimi dışarıatıyorum. Nefes almakta güçlük çekiyorum. Bizimkilerde çok güzel bir atasözü var tam çeviri olmamakla beraber “ben bu darbeden ölmem de bu dertten ölürüm!” diye. Lice davası bunun gibi bir şey. Hem yan, yıkıl, başına gelmeyen kalmasın hem de bu yüzyılda derdini anlatıp ispatlayama! Tanrım! Sanırım Kürdçe bilmiyorsun? Ya da bize kulağın kapalı! Seni sana şikayet ediyorum! Bu kadar adaletsizliğe karşı neden bu kadar suskunsun? Ne yaptı ki bu halk sana? Seni çağırmaktan ve sana havale etmekten başka? Yoksa burada mı hata ettiler? Seni değil de birbirlerini mi çağırmalıydılar? Sana değil de birbirlerine mi gitmeliydiler? Yol, iz, büyük çoğunluğu okuma yazma bilmeyen bir halk, başlarına gelen görülmemiş zulüm ve işte yukarıda hukukun ve adaletin geldiği nokta!

Lice’yi ben yaktım!
Lice’yi ben yaktım!
Lice’yi ben yaktım!
Lice’yi biz yaktık!..

 

>> İkinci bölüm