7 Haziran’ı 1 Kasım’a bağlayan günlerden biriydi. Umut dolu, heyecan dolu… Üzerimizde Suruç’ta katledilen çocukların umudu vardı. Ne güzeldi umutlarını üzerimizde taşımak.

Gecenin bir yarısı ucuz bilet sevdasına İstanbul’un diğer tarafında ki havaalanının yolunu tutmuş gidiyordum. Karanlık betonları terk edip ruhumun kanatlarını gökyüzüne açacaktım. Dağlarını, sokaklarını özlediğim topraklara gitmiş olmak ne güzeldi yıllar sonra. Hele ki ilk defa Muş'a ayak basmak ne heyecan vericiydi. Birde bavulumda dolu kitap... Ne güzeldi bavulunda kitap taşımak. Ne güzeldi okumak.

Suruç’ta katledilen 3 arkadaşımızın memleketiydi Muş. Katledilenlerin arkadaşları olarak kütüphane açacaktık dostlarımızın anısına. İstanbul’da hava alanında uçağa binme sırasında bir amca ile tanıştım. Oda Bulanık’a geçecekmiş hava alanından sonra. Kütüphaneyi Bulanık’ta açacağımızdan dolayı yol arkadaşı bulduğuma sevinmiştim. Tanışmadan bir kaç saat sokra gökyüzünden inmiştik ve bavullarımızı almayı beklemek üzere bavul teslim bandına doğru ilerledik. Bir yandan heyecanlıyım. Çünkü İstanbul’dan 3 gün önce Bulanık’a gelen arkadaşlarımın yanına gitmeyi arzuluyordum. Açılışa bir kaç gün olmasına rağmen onun heyecanı da üzerimde.

O ara hemen Sadettin amcaya açılıştan söz ediyorum. Davet ediyorum. Tabiki geleceğim diyor. Nihayet sağlam gönderdiğim bavul, kırık dökük olarak ulaştı elime. Sinirlenmiş olmakla birlikte bir an önce Bulanık’a gitmem söz konuydu. O vakit bunun nedenini sorgulayacak gücümde yoktu vaktimde. Tam bavulumu sırtlayacakken Sadettin amca omuzlarına almıştı bile. Kendim taşıyabilirim diye diretsem de ben misafirdim onun gözünde. Oysa o da benim gibi İstanbul’da yaşıyordu. Tarihin gün geçtikçe betonlaştığı şehirde. Sonra kitap serperek solmaya yüz tutmuş fidanları yeşertmek adına yola çıktık Bulanık’a doğru.

Arkadaşlarımın daha önce başlatmış olduğu hazırlık çalışmalarına dahil oldum. Yaklaşık 4000 kitabı kategorilerine ayırdık önce. Kütüpheneden belediyeye taşımak üzere aşağıya indirdik. Bir şeyler taşıdığımızı gören 11-12 yaşlarında 3 çocuk geldi yanımıza. İçlerinden biriyle aramızda geçen dialog:

-Abla ne taşıyorsunuz?

-Kitap taşıyoruz. Eğitim destek evine kütüphane açmaya geldik. Sürekli gitseniz kütüphaneye bizi çok mutlu edersiniz. ( O ara açık olan koliden bir kaç kitaba göz gezdirdi. Eline aldı baktı, inceledi ve yerine koydu.)

- Abla bu kitapların hepsi Türkçe. Neden kürtçe kitap getirmediniz. Zaten okul yüzünden kendi dilimizi unutuyoruz.

Uzun bir sessizlikten sonra sadece “haklısın” diyebildim. Ufacık çocuğun söylediği iki cümle yüzümün kızarması için yetmişti. Evet bir kaç parça kürtçe kitapta toplayabilmiştik ama o kadar azdı ki. Söylemeye bile dilim varmadı. Türkçe kitaplara rağmen aldılar kitapları sırtlarına. Birlikte kütüphaneye doğru ilerledik. Raflara dizme sırasında geç olmuştu saat. Ayrıldılar yanımızdan. Beni yüz kızarıklığımla baş başa bırakmışlardı.

Bir de müze köşesi yapmıştık kütüphaneye. Katledilen Muş’lu arkadaşlarımızın özel eşyaları sergileniyordu. Birinin bağlaması -kim bilir ne dökmüştü o tellerden yüreklere- birinin dokunduğu kitap, birinin kazağı, terliği, çantası…

Ertesi gün hazırlıkları bitirmeye el birliği çabalarken içimizden bir arkadaşın barış mitinginde bomba patlamış demesiyle irkildik. O an hayat durdu. Hepimizin arkadaşları o mitingdeydi. Telefonlara sarıldık ve gidişini bildiklerimizi aradık. Bir yandan ağlıyor bir yandan çalışıyor bir yandan gelecek olan kötü haberlerden korkuyorduk. O anki duygu gerçekten anlatılmaz. Bir patlamanın ardından yitirdiklerinin acısını üzerinden atamamışken ve onların isimlerini yaşatmak adına, bu kirli katliamı unutturmamak, faillerinin bulunması için mücadele etmek adına oradayken başka bir patlama ile irkilmek, 20 temmuza tekrar dönüş yapmak tarifi imkansız sanırım. Hele ki orada olup da arkadaşlarının üzerini barışın bayraklarıyla örtmek sanırım ölmüş olmakla eş değer. Ölmüş canlı…

Açılışa Muş’ta yaşayan 3 aile katılmıştı. Ve yine arkadaşlarımızın katledildiği haberini alarak kırmızı gözlerle ve kararlı bir şekilde açılışımızı gerçekleştirdik. Daha Suruç’un acısı tazeyken, failleri bulunmamışken Ankara katliamı açılışın tek gündemi haline geldi. Aileler içine akıttığı göz yaşlarının acısı, titreyen sesleri ile “bitsin ölümler, analar ağlamasın, silahlar sussun, barış” dediler ve hala demeye devam ediyorlar.

Açılıştan bir gün sonra devam edecek kütüphane projesinin çalışmasını duyurmak adına görüşmeler yapmamız gerekiyordu. Çünkü katledilen bütün arkadaşlarımızın memleketinde isimleri yaşasın istiyorduk. Hepimiz farklı şehirlere, ilçelere dağıldık. Daha önceden aldığımız randevuları gerçekleştirmek adına yollara koyulduk. Ve ben ertesi gün Varto’daydım. Eğitim-Sen’de Ankara katliamı için oturma eylemi ve basın açıklaması yapıldı. Basın iki şey dikkatimi çekiyordu. Birincisi zırhlı araç içerisinden tetikte hazır bekleyen keskin nişancı. 2.si açıklamasının olduğu alanda büyük bir kara tahta. Meğer herkes katliama dair yaşadıklarını anlatıyormuş kara tahtaya. Yazıları okuduğumda kimi yeter diyordu, kimi ne çok tükendiğimizden bahsediyordu kimi hesabı sorulsun istiyordu. Fakat çoğunlukta herkesin kaleminde “barış” vardı. Herkes barış istiyordu. Ne güzel şey barış istemek. Küs kalmanın, incitip incinmenin son bulması kötü olabilir mi? Barışı istemenin sonucu ölüm olabilir mi? Olabilirmiş, oluyormuş.

Varto’dan sonra istikamet Diyarbakır’dı. O sıralarda sokağa çıkma yasakları kaldırılmıştı. Tabi bu durum yalnızca bir hafta gibi kısa bir zaman dilimi oldu. Şu an kendimi şanslı hissetmek bile acı veriyor. Çünkü harabeye çevrilmeden, yakılıp yıkılmadan hemen önce Sur’un ara sokaklarındaydım. Tahir Elçi katledilmeden hemen önce ben yürümüştüm dört ayaklı minarenin hemen yanından, dokunmuştum da. Ayak izlerimin üzerinde onun cansız bedenini hissettikçe ayaklarımı kurşun acısı sarıyor. Ürperiyorum. Oysa ne heyecanla dolaşmıştım Sur’un sokaklarını. Dersaneye giden liseli gençlerle gülümsemiştik birbirimize. Yüzlerimizi hiç tanımıyorduk da. Sonra surların yanında bir amca vardı. Puşi satıyordu. En güzel puşiyi birlikte seçmiştik onunla. İstanbul’a götüreceğim demiştim. O da “Ser çava” demişti. Ne güzeldi bu kelime. Kime uzaklardan geldiğimi söylesem “ser çava” diyordu. Bir de yazamadığım ama anlamının “hoş gelmişsin“ e tekabul ettiği bir kelime.

Sonraki günlerde Sur’lara çıkıp tarihi izledim. Ara sokakları dolaştım. İnsanların sürekli komşularıyla dialog halinde olduğunu fark ettim. Komşuluk ilişkileri çok gelişmişti o yoksul mahallelerde. Herkes birbirini tanıyordu. Kimin başı sıkışsa ilk komşusunun kapısını çalıyordu. İstanbul’da bir çoğumuz daha alt katta oturan komşumuzun kapısını çalmış değiliz. Bir çoğumuz komşusunun kim olduğunu dahil bilmiyor. Öyle toplumdan uzak, bireyci yetişmişiz. Öyle birbirimizden bi haberiz. Akşamın karanlığında gezmiş olmanın yorgunluğuyla döndüğüm evde sabah Sur’a girişlerin tekrar yasaklandığını öğrendik haberlerden. Savaş uçaklarının ikide bir tepemizden geçişi ürkütüyordu. Yüreğimde telaş aldı başını gitti.

Gün geçtikçe de bir parçasını aldılar Sur’un. Gün geçtikçe sebepsiz bütün öfkelerini kustular Sur’a. İstanbul’ a döndüm ve aradan 3-4 ay geçti. Her gün Sur’un onlarca taşı yıkılıyor. Her gün bir parçası atılıyor tarihten. Koca tarih bombaların senfonisiyle silinirken her gün katledilenlerin sayısı da artıyor. Bodrum katında mahsur kalan 200 sivilden söz ediliyor. Aralarında annesi ile birlikte mahsur kalan 4 aylık Elif Su Aslan ve 6 çocuk bulunuyor. Ve her an çatışmanın ortasında ölümle karşı karşıyalar. 80 milyon insan olarak o anne ve bebeği oradan çıkartamıyorsak eğer elimize bulaşan kanı ne tarihten ne de ellerimizden hiç bir şey silemeyecek.