Öyle uzak adalara, uzak memleketlere sürülmeye ne hâcet ki... Zaten sürgünün öylesi daha çok tarihin kötü hâtıraları arasında şimdi; çoğumuz kendimizi bazen bir sürgün gibi hissetmiyor muyuz?

Sürgün? Ceza olarak belli bir yerin dışında veya belli bir yerde oturtulan kimse. [1]

Burada bahsettiğim ise “sürgün”ün daha çok mecâzî anlamı. Misal, yıllarca memleket hasretiyle yaşamak zorunda bırakılan Nâzım Hikmet, “Mavi Sürgün” Halikarnas Balıkçısı, Abidin-Güzin Dino çifti, Behice Boran, “Vatansız” gazeteci Doğan Özgüden gibi edebiyat, basın, akademi, siyaset tarihinden kelimenin gerçek anlamıyla sürgünlüğü acısıyla mücadelesiyle yaşamış olanlarınki gibi bir şey değil tam olarak. O yanıyla şimdi “gönüllü” sürgünler, zorunlu göçler de var ama pekâlâ yer değiştirmeden de sürgünlük yaşanabiliyor.

Sürgünlük, sanki çok uzaklardan yeni gelmiş gibi bir yabancılık, bir yalnızlık… Yurtsuzluk belki de...

Dünya, zaman, mekân, şehirler, insanlar, kültürler, ilişkiler, aşklar... her şey ama her şey değişiyor. Ne mahalle çocukluğumuzda arsasında meşe (miskete meşe derdik) oynadığımız, sokaklarında şeytan uçurtmaları uçurduğumuz, yaz akşamları saklambaçtan yorulduğumuz zamanlardaki sahici insan ilişkilerinin olduğu, evlerden mekânlardan tebessümün yayıldığı mahalle ne de artık bizi “kendine de bi çikolata al” diyerek bakkala ekmek almaya gönderen teyzeler hayatta. Her şey değişip dönüştü. Mahalle bakkalları bile pek kalmadı artık. Turşu suyu alırdık her öğlen, bazen dondurma… Her ikisini de satan aynı ağabeydi. Öyle gür bir sesi vardı ki uzaktan “dondurma kaymaaak” sesini duyduk muydu tamamdı. Tüm tayfa toplanırdık. Bir daha nerede buluruz ki o günleri.

İnsanın çocukluğundan hatırlayacağı bir şeylerin olması elbette güzel. Fotoğraf albümlerinin sararmış sayfaları arasında şimdi hepsi, birer hâtıra: Sesleri kulağımızda çınlayan, uzak bir görüntüyle meyyal.

Ne olurdu kokunun da fotoğrafı olsaydı

Sesin fotoğrafı. Boşluğun fotoğrafı.

Parmak uçlarındaki karıncanın

Ruhtaki üşümenin…

Ölüm kimseyi bu kadar yalnız bırakmazdı. [2]

İnsan eski fotoğraflara bakınca bazen büyüdüğünü kabul etmek istemiyor. Nasıl da geçiyor yıllar… Nasıl geçmiş? Kendinle bir yüzleşme hesaplaşma hâli: Başardıkların başaramadıkların… Bilmem yaşı otuzu biraz geçince mi böyle düşünüyor insan.

Peki ya gelecek?.. İnsan bir türlü hoşnut olamıyor şu dünyadan. Birinin meselesi diğerinin de sorunu hâlbuki. O kadar çok ortak derdimiz var ki memleketçe. Şartlar ağır. Memnuniyetsizlik çok. Birey de toplum da mutsuz. Kapitalist dünya sömürdüğü yetmiyor hem insanları birbirinden yalıtıyor hem de insanları birbirine yabancılaştırıyor. Geleceğe güven duyamayan milyonlar yaşıyor bu ülkede.

Türkiye, ‘Birleşmiş Milletler 2019 Yılı Dünya Mutluluk Raporu’nda geçen yıla göre beş basamak gerilemiş: 156 ülke arasında 79. sırada. Raporda yönetim biçimi, ekonomik gelir, adalet, insan hakları, özgürlükler, çevre insanların mutluluğuna en çok etki eden parametreler olarak sıralanıyor ki ülkede bunu yaşayarak görüyoruz. Hayat gittikçe zorlaşıyor. Gelir dağılımı eşitsizliği sıralamasında Türkiye Avrupa’da ikinci. TÜİK’in verilerine göre en zengin yüzde yirmilik kesim gelirin yaklaşık yarısını (yüzde 47,4) alıyor. En az 16 milyon insan yoksul. Emeğiyle geçinen insanlar temel ihtiyaçlarını bile ancak banka kredisi ile karşılamaya çalışıyor. Borçlanma artıyor. Geçen yılın aynı döneminde kayıtlı (Haziran, 2018) 2 milyon 621 bin olan işsiz sayısı 4 milyon 417 bine çıkmış. Geniş tanımlı, (yani son dört hafta içinde herhangi bir iş arama kanalını kullanmayan ancak iş bulma ümidini kaybeden ama çalışmaya hazır olan işsizleri, mevsimlik ve zamana bağlı eksik çalışanları kapsayan) işsizlik ise 6 milyon 963 bin. Genç işsizlik (15-24 yaş grubu) oranı dikkat çekici: Yüzde 23,2. Atanamadığı veya iş bulamadığı için bunalıma girerek intihar eden gencecik insanlar her gün çoğalıyor. Ama işsizlik o kadar “sıradanlaştı” ki artık yadsınmıyor bile. Çözüm üretmesi beklenenlerin tavrı zaten “Herkes iş bulacak diye bir şey mi var?” kabilinden. Esnaf kepenk indirirken büyük şirketler konkordato ilân ediyor art arda. Çalışma yaşamının en büyük kazanımlarından olan kıdem tazminatı fona aktarılmak üzere… Can sıkıcı bir sürü veri. Adaletsizliğin, ekonomik kırılmaların, eğitimdeki kalitesizliğin, üretimdeki düşüşün, medya ve sivil toplum üzerindeki baskının, akademideki körelmenin, kurumların işlevsizleşmesinin, mağduriyet yaratan KHK’lerin, cezaevi koşullarının, insan hakkı ihlallerinin toplumda yarattığı travma ve huzursuzluklar gün gibi ortada.

İyi olacak diye avunuyoruz. Ne zaman? Çok yakın mı? Bin yıl sonra mı? İşte onun orası belli değil! [3]. Ve bir anda yalnızlığımızla bir öykü cümlesinin içinde buluyoruz belki kendimizi:

“Mutluluk sözcüğüne inancımızı kaybetmemiştik henüz. Sihirli bir sözcüktü mutluluk, söylemesi bile, biraz ne idüğü belirsiz, bir hayli karanlık bir şey olsa da, içimizde bir ferahlık uyandırıyordu.” [4]

Mutluluk ki hâlâ aranan, kendisi sorulan; zamanla, mekânla, günle, bellekle, insanla, bakış açısıyla; hayata anlam katanla, anlam arayanla değişen ama hep bir yolun kıvrımları arasında...

Öyleyse bir dil bulmalı her şeye varan. Bir şeyleri anlatabilen… [5] O zaman bu tükenmişlik, sıkışmışlık hissinden kurtulur nefes alırız belki. Özgürlük ve sevginin ışıdığı bir dil en azından...

Naziler tarafından işgal edilen Paris’te insanlar çaresizken, zor günler geçirirken şair Paul Eluard, sevdiği kadının ismini yazacağı şiire başladığında dizelerinin sonundaki “liberté”, yani özgürlük kelimesinden başka bir şey değildi. Şair yeni bir şehir kurmuş ve adına demişti ki özgürlük!

Yıkılmış evlerime

Sönmüş fenerlerime

Derdimin duvarına

Yazarım adını [6]

Ama aynı zamanda Eluard o şiirle yazmıştı sevdiği kadının adını “Şaşılası gecelere/ Günlerin ak ekmeğine?” [6] Umudu insanda, sevdasında, aşkın saflığında, masumiyetinde bulan şair, dizelerinden de biliriz ki o sözü söylemenin gücüyle yeniden dönüp başlar yaşamaya.

Yeniden dönüp başlamalı…

Edebiyat-hayat ilişkisi bağlamında bu örnekten hareketle özgürlük ve sevgi değerlerinin yaşamın birbirini bütünleyen nüvesi, hecesi, hasreti, acısı, sancısı, neşesi, sevinci, direnci olduğunu bilerek. Çünkü bu terk edilmişliğe, yanıp-yıkılmışlığa rağmen “İnsanı hâlâ ayakta tutan ne?” diye sorsak yanıtı herhâlde şöyle olurdu: Hayat adına, gelecek adına insanın yine iyiyi, eşitliği, adaleti, güzelliği, barışı düşleyebilme/isteyebilme yetisi; inancı, umudu ve bittabi emeği: İnsan hele bir öğrenegörsün aşkı...

Günlerin ak ekmeğinde, elinin emeğinde özgürlük ve sevgi; motorları maviliklere sürmek için güzel günlere inanmakta...

İnsanın ilk çağlardan beri efendi-köle çatışmasıyla başlayan özgürlük kavgası “modern” dünyada en çok devlet-birey, patron-çalışan arasındaki ilişkiyle sürüyor. Misal yaşadığımız coğrafyada (kaderimizi mi yaşıyoruz acaba?) geleceğimizi biçimlendiren veya yaşamımıza yakından etki eden (eğitim, yargı, siyaset, sendika, medya, üniversite vb.) kritik noktalarda, hukuk metinlerinde, yönetim pratiğinde hâlâ varlığından söz edilemeyen bir kavram özgürlük. Ama tarihi tarih yapan da işte o: özgürlük mücadelesi.

Bu minval üzere özgürlüğün dile, fikre, davranışa, yaşamın tüm alanlarına kültürel bir bilinç olarak yansımadığı hâllerde hep bir dışlanmışlık, ayrımcılık, nezaketsizlik, bencillik, haksızlık… İşte sürgünlük…

Statükoyu ve aslında içinde bulunduğumuz şartları pekiştiren tabular, kırmızı çizgiler, ezberler var farkında olarak ya da olmadan tekrarlanan. Dogmalar hayatı yönlendirirken, önyargılar belirleyici unsur. Kibir ise üstesinden gelinemeyen bir hastalık.

Nuri Bilge Ceylan 2014’te bir gazetedeki söyleşide “Mütevazılık hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde” demişti: “Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz. Kültürün bütün elemanları insanları şişinmeye, öğünmeye, defolarını gizlemeye itiyor.”

Nobranlığın, barbarlığın, bayağılığın, duyarsızlığın, riyakârlığın, tamahkârlığın arttığı acımasız sefil bir çağ! Mutluluk sözcüğü -yine birçok şeyin iyi olmadığı eski zamanlardakinin aksine- sihrini kaybetmiş.

Mutsuzluk?.. O kadar kötü bir şey mi ki?

Eski bir sürgünün, 6 yaşında Dersim harekâtı sonrası ailesiyle Bilecik’e sürgün edilmesinin izlerini tüm hayatı boyunca hisseden İkinci Yeni’nin usta şairi Cemal Süreya’nın sıradanı yıkan dizeleriyle düşünelim en iyisi mi:

Kim istemez mutlu olmayı

Ama mutsuzluğa da var mısın? [7]

_______________________

[1] TDK Güncel Türkçe Sözlük.

[2] Şükrü Erbaş, Otların Uğultusu Altında, Kırmızı Kedi: 2019.

[3] Yaşar Kemal, Sevmek, Sevinme ve İyi Şeyler Üstüne, Yapı Kredi Yayınları: 2014.

[4] Sabahattin Kudret Aksal, Gazoz Ağacı, Yapı Kredi Yayınları: 2005.

[5] Yaşar Kemal, Bugünlerde Bahar İndi, Yapı Kredi Yayınları: 2010.

[6] Paul Eluard (Çev. A. Kadir, Asım Bezirci), Asıl Adalet, Evrensel Basım Yayın: 1992.

[7] Cemal Süreya, Sevda Sözleri, Yapı Kredi Yayınları: 2016.