Adil ağabey aradı, Mersin’den. O esnada Diyarbakır’da haber nöbetine gelen bir gazeteci grubuyla birlikte tank ve top atışlarının gürültüsü altında Sur’a gitmeye çalışıyorduk. Diyarbakır’ın çarşısı kabul ettiğimiz Sur’un bütün yolları ağır askeri araçlarla kesilmiş, yüzü maskeli özel harekatçılar tarafından kuşatılmıştı. Adil ağabey bütün o naifliğiyle “Güzel kardeşim, nasılsın?” diye soruyordu. Silah ve bomba seslerini ona dinleterek “Sence nasıl olabiliriz?” diye cevapladım. Her zamanki derin buğulu sesiyle “Bak sana bir hikaye anlatayım!” dedi. Adil, Mersin’de yaşayan bir dostum, bir ağabeyim. Her ne kadar üniversite eğitimi almamış olsa da okumaya ve de felsefeye olan ilgisi dikkat çekecek düzeydedir. Anadolu ve Mezopotamya bilgeliğinin izlerini onda bulabilirsiniz.

Anlattı: “Su samurlarının yaşamını bilir misin?” dedi. Böylesi bir cümleye başladığında farklı bir yerden giriş yapacağını bildiğimden “Hele bir anlat da neyi bilmediğimi ben de öğreneyim.” diye karşılık verdim. “Su samurları, bilirsin kürkleri değerli varlıklardır. Bu yüzden hatta Amerika ve Rusya arasında pazarlıklara konu olmuş, Alaska, 1867’de ekonomisi zora düşen Ruslar tarafından Amerika’ya satılmıştır. Amerikalılar su samurlarının en çok yaşadığı yer olan Alaska’yı sadece bu sevimli hayvanları avlayabilmek için satın alıyor” dedi. Adil ağabeyin bu girişinden sonra kendimi tutamayıp “Yani bu mu?” dedim. Adil ağabey “Elbette bu değil, sabırlı ol. Su samurlarının nasıl avlandığını bilir misin?” diye yeni bir soru sordu. “Evet, bilirim, özel eğitilmiş köpekler tarafından avlanırlar” dedim. Yüksek bir kahkaha atarak “Değil işte, bu sadece bir yöntem. Zaten böyle avlanan su samurunun derisi de kürkü de makbul görülmez, çünkü küçüktür. Bu yüzden bir kürk yapabilmek için iki su samurunu avlayıp kürklerini birleştirirler. Fakat açgözlü bazı avcılar başka bir yol izlerler. Ellerine aldıkları kanatmayacak şekilde bir çubukla su samurunu döverler. Su samuru dayak yedikçe kendini şişirir, dayak yedikçe kendini büyütür” dedi.

“İşte Kürtler de bu su samuruna benziyor. Onların üzerine gidildikçe, canları yanıyor, canları yandıkça özgürlük arayışları büyüyor!” dedi. “Peki bunca acıya, yıkıma, ölüme değer mi? Başka yol yok mu?” dedim. “Var, dünyada birçok yaşanmış örnek var; ama dünyaya gözünüzü kapatırsanız, hakikati yok etmiş olmazsınız, sadece gördüğünüzü ertelemiş olarak görürsünüz. Bu devlet, Kürtlerin eğitim, dil, statü gibi haklarını bugün vermezse, yarın verecek. Hakikat orda duruyor” dedi.

Telefon görüşmesini tamamlayıp Sur’a baktığımda su samurları diye mırıldanıyordum. Gazeteci arkadaşlar “Ne su samuru?” diye merakla baktıklarında “Su samurlarını hatırladım da tehlike anlarında el ele tutuşurlar. Biz de onları eğleniyor sanırız.” dedim. Kürt gençleri bugün su samurları gibi ölümlerden geçiyor ve ölümlerden geçtikçe çoğalıyorlar, büyüyorlar, el ele tutuşmanın önemini kavrıyorlar.

Diyarbakır’a, Cizre’ye, İdil’e, Silopi’ye yapılan operasyonlar nereye kadar? Yarın Kürt coğrafyasının her tarafına bu eylemler yayılırsa nasıl baş edilecek? Bu yazı yazıldığında Derik, Nusaybin ve Yüksekova’da da operasyonlar başladı. Şiddet bir sarmaldır ve muadilini oluşturur. Bunu devleti yönetenler nasıl görmez? Kırk yıla yakın zamandır uygulanan pratikten hiç mi ders alınmaz? Hadi bir bütün olarak hükümet, silahlı kuvvetler, medya değişmez de ey Türk kardeşim, kırk yıldır sana söylenen yalanlara hâlâ inanmaya devam mı edeceksin, hâlâ mı değişmeyeceksin? Sana barış için uzanan Kürt kardeşinin elini tutmayacak mısın? Bunda çocuklarını, geleceğini, umutlarını kaybetmek dışında bir kazancın olmayacak, bilesin! İnanmıyorsan dön de etrafına bak.