İktidar beslemesi "havuz medyası" dışında basının büyük baskı altında olduğu ve buna karşı basın emekçilerinin protesto yürüyüşleri düzenlediği, sosyal medyadan tepkilerin yükseltildiği günleri yaşıyoruz. Saray Diktatörünün "bir kısım medya" olarak tanımladığı basın-yayın kuruluşlarının Kürtlere, muhaliflere, emekçilere, ötekilere ekstradan uyguladığı sansür ve ambargoyu görmeksizin "taraf olma" yanlışlığını büyük ölçüde yaşamaktayız. Doğan Medya Grubu'nun tıpkı havuz medyası gibi iktidara yaltaklanmak adına HDP Grubuna ya da genel olarak Kürtlere kapılarını kapattığını unutmamak gerekiyor. Sosyal medyada duruma ilişkin yapılan bir yorum durumu özetlemeye yetiyor: "Kötüler içinde taraf olmak istemiyorum."

Girişi bu şekilde yaparken "basın özgürlüğü" meselesini irdeleyeceğimiz algısına kapılmanızı istemem. Zira konumuz ondan ziyade, Kürtlerin kaderinin, geleceğinin, Kürtler olmadan televizyon ekranlarında sıkça tartışılıyor olması... Kürtler dışında neredeyse herkes, bütün siyasal gruplar, ideolojik hareketler, sosyal-siyasal bilimciler, analistler Kürtlerin bu "tartışılası" durumunu hararetli programlarda tartışıyorlar. Tabi bu tartışılası konu oldukça kazançlı bir sektöre de dönüşmüş durumda... Kürtlerin konuşulduğu tüm programlar raytinglerde neredeyse birinci sırada... Durum bu olunca da, bu "kazançlı" konuyu Kürtler olmadan da tartışmanın ne mahsuru olabilir ki?

Oysaki biz Kürtler cephesinden mesele farklı başlamıştır. Azıcık "Kürtlük Bilinci" edinenlerin ya da ulusal mücadeleye ilgi duyan herkesin en büyük sığınağı "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı"dır. Yani başka bir deyişle "Self Determinasyon"... Kürdistan tarihinin neredeyse son 50 yılına damgasını vurmuş PKK'nin Kürdistan'ın bağımsızlığını savunduğu dönemde, bazı Kürdistanî oluşumların otonomi, federasyon gibi talepleri ön plana çıkardıklarını, PKK'nin özerklik veya özyönetim tartışmalarını başlattığı günümüzde ise aynı eğilimlerin "Bağımsız Kürdistan" diye tutturduklarına şahit oluyoruz. Beni takip eden arkadaşların dikkatini çekmiştir. Bir süreden bu yana Kürdistan'ın statüsü ile ilgili tartışmaların daha da derinleştirilmesi gerektiğini, toplumun tüm dinamiklerinin bu tartışma sürecine dahil edilmesi gerektiğini daha önceki yazılarımızda vurgulamıştık. Bu tartışmalar tüketilmeden bir statü kazanılsa bile bu yönlü tartışmaların bitmeyeceği muhakkaktır. Bir tek kişi bu tartışma sürecinin dışında kalsa bile, bir eksik yapmışız demektir.

Henüz statü sahibi olamamış halklar gibi Kürtler de dünyadaki diğer halkların statü süreçlerine ilgi duyuyor, takip ediyor ve kendi durumuyla bir mukayeseye girişiyor. Bilindiği üzere geçtiğimiz günlerde Katalonya'da Bölgesel Seçimler yapıldı. Seçimler İspanya merkezi iktidarının tüm baskı ve anti-demokratik çabalarına rağmen "bağımsızlıkçı" partilerin zaferi ile sonuçlandı. Bağımsızlık savunan Yönelim ve Birlik Partisi (CIU) ile Cumhuriyetçi Sol Parti (ERC), geçen sene Katalonya'yı bağımsızlık oylaması için referanduma götürmek istediklerini belirtmişlerdi. Ancak İspanya Başbakanı, aynı zamanda Halk Partisi Lideri Rajoy, bunun  müzakere bile edilmeyeceğini, bunda ısrar eden bağımsızlıkçı partilerin liderlerini cezaevine atmakla tehdit etmişti. Bu nesnel durum bağımsızlıkçı iki partiyi iktidara taşırken, baskıcı Rajoy'un partisini Katalonya'da neredeyse "tabela partisine" dönüştürdü. Bu noktanın altını özellikle çizmemiz gerekiyor. Zira Katalonya'daki bu durum, Kürdistan'daki durumla oldukça benzerlik gösteriyor. Zaten bu paragrafın başında belirttiğimiz "mukayese" terimi de bu vesileyle daha da anlam kazanıyor. Mukayese ile varılan bu benzer durum, statü meselesinde de ufkumuzu genişletecektir.

Hatırlanacağı gibi AKP, demokrasi ve Kürt sorununa ilişkin, devletin bildik üslubunun dışında söylemler tellendirmiş ve o dönem yapılan seçimlerde neredeyse Kürt Siyasal Hareketiyle başa-baş oy oranına ulaşmıştı. Yine hatırlanacağı üzere AKP'nin "Kürtleri biz temsil ediyoruz" yaygarası o seçimlerin ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Şimdilerde ise müzakere sürecini sona erdirip, Kürtlerin statü talebine katliamlarla cevap veren, buna karşılık ülkede bir saray sultanının diktatoryasını inşa etmek isteyen AKP de Kürdistan'da "tabela partisine" dönüşmüş durumda... Tıpkı Katalonya'daki  Halk Partisi gibi... Üstelik AKP, Türkiye'nin batısında yaşayan Kürtlerle de bağlarını kopararak... Yıllar yılı devletin kutsallığına inanan "Türk kökenli" vatandaşların bu inançlarını da bitirerek...

Buradan varmak istediğim sonuç şudur: Baskı ve şiddet farklı uçları keskinleştirir, toplumları kutuplaştırır, farklılıkların ortak değerlerini azaltır, çelişkileri derinleştirir. Kürdistan'da baskın çoğunluğu temsil eden PKK'nin, bağımsızlıktan vazgeçip "ortak vatan" vurgusu yaptığı dönemlerde, buna karşı cılız sesler çıksa da Kürtlerin büyük çoğunluğu bu fikri, "rijit" bir fikir olarak algılamamış, aksine Türkiye halkı ile ayrışmadan, kendi kimliğiyle yaşamak "sıcak" gelmişti. Ancak AKP'nin darbe dönemlerini aratmayan baskı politikaları, Kürtleri tekrar ayrışma fikri ile yan yana getirmiştir. Kürtlerin, Türklerle "ortak vatanda eşit yurttaşlık" umudu oldukça zayıflamıştır. Kısacası bu baskı rejimi Kürtleri "bağımsızlık" fikrine daha fazla yaklaştırmıştır. Bu konuda Kürtlerin, objektif tartışmalar yürüterek, objektif sonuçlar elde etmesi zarureti doğmuştur. AKP'nin ya da devletin konjontürel politikasına bakılmaksızın, Kürdistan'da statü tartışmalarını, tüm dinamiklerin katılımıyla tüketmek gerektiğini bir kez daha hatırlatmak isterim. Aslolan doğru budur.