Bu sene !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’ne pek yüz vermedim. Çünkü festival ruhuna uygun davrandıklarına inanmıyorum. Filmler Cinemaximum sinemalarında gösterildi. Sinemalar şehrin dört bir yanına dağılmış. Avrupa yakasında Kanyon ve Nişantaşı’nda Citys diye bir alış veriş merkezinde, Anadolu yakasında Akasya AVM ve Cadde Bostan Kültür Merkezi’nde gösterimler vardı.

İstanbul’u bilenler bilir, bir festival için kel alaka salonlar bunlar. Ancak festivalini düzenleyen etkin firma ve sektörün aynı zamanda film dağıtım işini de üstlenmiş olan şirkete ait salonlar buralarda olduğu için etkinlikler de böyle dağıtılmıştı.

Henüz film sektöründe her şey, kanunlar dahil yerli yerine oturmuş olmadığından, güçler arasında bir dengesizlik var.

Tüm güçleri elinde toplayanlar her işi kendileri yapmaya soyunuyorlar, kendi işlerini kendi menfaatleri uğruna yaparken de sektörü baltaladıklarını fark etmeden yol alıyorlar.

Bu varsayım en masumu tabiî ki sinema sektörü hakkında uzman değilim, sadece parasını ödeyip film izleyen bir festival seyircisiyim ve düşünebiliyorum.

Tecrübelerimden de yazdığım sonuçları çıkardım.

Şayet yakınımda tecrübeli birilerini konuşmaya ikna edersem bu konuda bir röportaj yayınlamayı düşünüyorum.

Her neyse festivalde sadece bir film seyrettim o filmi de anlatmak istiyorum.

Adı “Stalin’in Ölümü”.

Amerika, Fransa ve İngiltere birleşmiş ve Rusya’nın Stalin dönemi ve Stalin’i hicveden bir film çekmişler.

Aslında tam da kendi ülkemizde inisiyatif sahibi insanlar, firmalar, sektörün sorunlarını anlamazdan gelip sadece kendileri için ellerindeki imkanları kullanırken, bu filmden bahsetmek uygun oldu sanki.

Bu üç ülke kendi aralarında anlaşıp öteki ülke dedikleri Rusya’nın bir dönemini hazmedip onunla dalga geçecekleri bir film çekmişler.

Hazmedip diyorum, bir konuyu tiye alabilmeniz için o konuya hakim olmanız önceden o konu hakkında yeterince bilginiz olması ve o bilgiyi kendi tecrübelerinizle harmanlamış olmanız gerekir.

Yolda gelirken Rusya’nın bu üç ülkeyle dalga geçecek bir film çekemeyeceğini düşündüm. Çünkü o ülke böyle bir perspektife sahip değil. Onun gelişim süreci henüz karşı tarafla böyle bir empati kurma düzeyine gelmiş durumda değil.

Filmde Stalin’in en yakın görev arkadaşları onun yanında uzun yaşayabilmek için çeşitli şaklabanlıklar yapıyorlar. Birbirleriyle göbek bile tokuşturuyorlar şirin görünmek için. Eve gelince karısına söylediklerinin hangisi Stalin’i güldürdü, hangisi güldürmedi diye not ettiren bile var.

Bu Stalin’e yakın grup için oyuncu seçilirken tipik ABD’li olan tipler seçilmiş oyuncu olarak, neden diye düşündüm film boyunca.

Herkes Rus tipine uygunken en üstteki tipler tipik ABD’li gidiydi.

Arkadaşım, çünkü onlar ülkenin refah içinde yaşayan rejimi uygulayan ama dışında olan tipleri. Onlar yaşantılarıyla dikte ettikleri şeyleri temsil etmiyorlar. O yüzden Amerikalı karakterler tarafından oynanması bir hicivdir dedi.

O zaman daha manalı geldi o insanların görünüşleri.

Örneğin Rus ordularının başkumandanı hem görüntüsü hem de konuşmalarıyla Rusların temsil edilmesini istediği tüm milli unsurları temsil ediyordu.

Stalin beyin kanaması geçirdiğinde onun hastalığını onaylatacak doktor bulamadılar çünkü bütün aklı başında doktorlar öldürülmüştü.

Her gece ölüm listeleri hazırlanıyor ve evler basılıp, insanlar kurşuna dizilmek üzere alınıp götürülüyorlar.

Stalin yaşarken, onca gaddarlığına rağmen küçük bir kızla fotoğraf çektirmiş halka şirin görünmek için, onun ölümünden sonra yerine vekillik eden, saçlarını Hitler gibi taramayı seven adam da fotoğraftaki kızı bulmaları emrini veriyor etrafındakilere ve biraz büyümüş olsa da o kızla, kendi de resim çektiriyor.

Amacı masum bir başlangıç yapmak.

Film mart ayında vizyona girecek o yüzden anlatıp seyretme zevkinizi zedelemeyeceğim ama gitmenizi hararetle tavsiye ederim.

“SOFRA SIRLARI”

Festival filmi dışında seyrettiğim bir başka film de “Sofra Sırları”.

Kadın oyuncusunu, “Aile Arasında” filminde beğenmiştim ama rolünü çok yüksek oynadığını düşünmüştüm. Aynı şekilde oynuyorsa dramada ne yaptığını merak ettim. Ve öyle olmadığını gördüm.

Silik bir ev kadınının nasıl bir seri katile dönüşebildiğini gösteriyor bize Demet Evgar.

Ben en çok Demet Evgar ile Fırat Altunmeşe’nin oyunculuğunu beğendim.

Bir de Neslihan yani Evgar’ın soğukkanlı insanları öldürmesini beğendim.

Sadece ben değil seyircilerin çoğu beğendi. Filmin sonunda önümüzde oturan adam, nereden buluruz acaba o mantarı dedi.

Çünkü Neslihan, kocasının metresini şarap içmeye eve çağırıp vejetaryen olan kadına mantarlı mantı yapıp bir güzel öteki tarafa gönderdi.

Bir de kadın Neslihan’ın onu öldürmek istediğini öğrenince alay etti kadınla, bebekle konuşur gibi “ay sen beni öldürmek mi iştiyoşun”, felan dedi haspam damarlarında zehirli mantar dolanırken.

Evinde de ölüverdi gitti bir güzel.

Neyse onu da gidin sinema da seyredin. Güzel film ama tüm Türk filmleri gibi bir hastalığı var.

Uzun, uzun aralıklarla mevzuya geliniyor.

Derin derin bakışmalar, uzun uzun yürümeler, konuşma aralarında bir karakterden diğerine dönerken kameramanın oda turları falan sıkıcı.

Ama ne yapacaksın bizim filmimiz işte, seyretmek lazım, çok emek harcanıyor sonuçta.

Hem biz ne zaman sofra adabımızı, ocakta pişirdiklerimizi, uyku düzenimizi, okuduklarımızı, sevişme hallerimizi, ilişkimizi, aşklarımızı, üzüntülerimizi başka türlü yaşamaya başlar, sil baştan başka bir şey olursak, değişirsek yani yaşantımızı ve hayallerimizi yansıtma şeklimiz de değişir.

Şimdilik buyuz.

Yapacak bir şey yok.

Neyse halimiz onun filmini çekiyoruz.

***

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.