Öğrencilerini ve okurlarını özgürlüğün sosyolojisiyle tanıştırarak, Özgürlüğün sosyolojisini samimi ve inatla savunan, aydınlık ender akademik kişiliklerin arasında sayabileceğimiz Kadir Cangızbay'ın çeşitli köşelerde yaktığı fener ışıklarının bir araya getirilmesiyle projektöre dönüşen "Makaleler"(2) başlıklı yeni kitabı, güncelden yarına ışık tuttuğunu söylersek abartmış olmayız.
 
Yol, entelektüel müdahale ve yol açıcı bir arkadaş olarak önerdiği Makaleler Anarşizm, sosyalizm, bilim ve Türkiye başlıklı çalışması / derlemesi alışılmışın ötesinde bir makale derlemesi değil, kavram sözlüğü kıvamında bir başucu kitabı ortaya çıkarmış olduğunu söyleyebiliriz.
 
Cangızbay'ın çalışmasının içeriğini, Sibel Özbudun'un kitabına(3) yazdığı Söz ya yoldaştır ya da söz değildir başlıklı sunuşunda dile getirdiği gibi, kısaca; insana yoldaş (olabilecek) sözler var kelimeleri ile özetleyebiliriz. Yine kendi sözleriyle, tabii ki ; kişinin yolda/yola çıkmış olması şartıyla...
 
Yolu, bir yaşam olarak düşündüğümüzde, uzun yola nasıl bir tedarik yapılmadan çıkılmıyorsa, haysiyetli bir yaşam için de tedarik gerekir. Cangızbay çalışmasıyla haysiyetli uzun bir yaşam için gerekli tedariklerin ipuçları üzerinedir. Zira Cangızbay'ın sorunu insan haysiyetidir.
 
Cangızbay'ın çalışması, devlet, rejim, Üniversite, bilim, aydınlanma, laiklik, teolojik hal, cumhuriyet, kapitalizm, kapitalist, sosyalizm, komünizm, anarşizm, reformizm... Marx, Proudhon, Cemil Meriç, savaş, sosyal devlet, bürokrasi, köylülük, kullanım değeri, toplumsal değer... Atatürk,İnönü, Menderes, Said-i Nursi, Öcalan... AKP, sivil diktatör, gezi, çözüm süreci,...başta olmak üzere birçok kişi, konu ve kavramlara ilişkin titiz çalışma ürünü bilgiler içerir. Biz bu yazıda bunlardan sınırlı örnekler seçmekle yetineceğiz.
 
Doğaldır ki, insan haysiyetini kendine sorun eden Cangızbay, irdelediği her konuyu insan haysiyeti yönünden inceler ve irdeler. Üniversite incelemesi de bu perspektiften (ARİ)arı olmadığı gibi, titiz bir akademisyenin dersi gibidir. Üniversiteyi, yönetim, öğrenci, akademik personel ve işlev yönünden masaya yatırır:
 
Gelinen noktada ya da bugün bulunduğu durumda, Üniversite artık yaralı ve özürlü olmanın ötesinde ayıplıdır da... YÖK'ün yaptığı da, işte böyle bir yapıyı kurumsallaştırma olur. diyen Cangızbay, bu kurumun temel stratejisinin; akli olan her şeyi yıkmak, her şeyi akıl ile takip edilmez hale sokmak olacaktır .zira rejim kendisine mutlak itaati sağlamak peşindedir ve akli olan mutlaka ve mutlaka göreli iken saçmanın gayri-aklinin görelisi olmaz; Saçmanın gayri-akliliği daima ve daima mutlaktır ve de rejim kendi mutlaklığını gayri-akli üzerinden kurmayı deneyecektir.
 
Sınav sistemini sorgularken; Üniversiteye giriş imtihanlarında uygulanan usullerin de üniversiteliyi bilgi üretir özne olmaktan çıkardığını ifade eder; çoktan seçmeli sınavlardaki üniversite öğrenci adayını ; kendisine doğru diye sunulan malumattan hangisini- ve de herkesten daha önce- işaretlerse puanla ödüllendirileceğini kestirme becerisini edinip geliştirmeye hasretmiş Türk çocuğu olarak tarifler. Üniversite bu adayların insan mağmasına dönüşmesine yol açan bir kurumdur. Oysa, ne bütün mümkün bilgilerin önceden üretilmesi, ne de üretilmiş bilgilerin tümünün ezberlenmesi mümkündür. İnsana öğretilmesi gereken, her bir yeni duruma ilişkin bilginin nasıl üretileceğidir.
 
Akademik kariyere başlayacak adayın durumu da iç açıcı sayılmaz. Tek taraflı sözleşme ile iğreti bir statüye bağlı olmalarını onları sisteme bağlayan kopmaz bir zincire dönüşür: insanları [araştırma görevlileri] her türlü i,ş güvencesinden/güvenliğinden yoksun kılmak suretiyle terörize edip, her an ve her noktada kontrol edilebilir kılmanın da ötesinde, kontrol edilmeye değer hiçbir şey yapamaz hale kendiliğinden gelmelerini sağlayacak bir 'haysiyetsizleştirme' diyalektiği içine çekmektir.
 
YÖK'ü 12 Eylül terörünün kurumsallaşmış bir tezahürü olduğunun altını çizen Cangızbay hiç bir şey kendi içinde terörizan değildir ama, insan için de, yol alış biçimini kendi aklıyla izleyip, hangi ölçütlere göre yol aldığını kafasında bir yere oturtamadığı bir güç kadar dehşet verici başka hiç bir şey olamaz.
 
Kendisine özgü bir değer skalası bulunmayan; yani hiç bir şey karşısında değiş- tokuş konusu etmeyeceği, değişim değeri ne kadar yüksek olursa olsun kendisinden vazgeçemeyeceği hiç bir şey bulunmayan öznenin onurundan kesinlikle söz edilemeyeceğini; Böyle bir öznenin itibarı, eğer onuruyla örtüşecekse bu itibar sıfıra eşit, yok hala belirli bir itibarı varsa, bu itibar ancak ve ancak değişim değerine bağlı bir itibar olacaktır ve kim veya ne ki değişim değerine dayanan bir itibara sahip, o, artık pazara sürülmüş bir maldan başka bir şey değildir.
 
Üniversitenin tam bir acz içinde bulunduğunu, bu aczin başlangıçta üniversite üzerinde estirilen devlet teröründen kaynaklansa da artık dinamiğini doğrudan doğuya üniversitenin kendi içinde bulan ve bilimsel - akademik kaygıların bir kenara bırakılarak, her şeyin yalnızca değişim değerine bağlanması şeklindeki bir omurgasızlaşmadan kaynaklanan bir acze dönüşmüş olmasının altını çizer. Artık onun işlevi/görevi her şeyi gizlemek, her şeyin üstünü kapatmak/örtmek suretiyle yerine getirmeye dönüşmüştür.
 
Ancak, her türlü üretimi, 'bir önce üretilmiş'i bir an önce kullanıl(a)maz kılma hedefine endekslenmiş stratejisinin temel ideolojik aracı durumundaki 'yeni' kültü ('yeni'ye tapınma)karşısında 'akademik dünya' özel bir muafiyet/dokunulmazlık taşır diye bir şey yoktur.
 
Sonuçta bu yapının uzun süreli müstahdemlik formasyon kursuna dönüşmesi kaçınılmazdır.
 
Cumhuriyetin, tarihsel olarak monarşinin kendi kendisini sembolik kılmayı beceremediği toplumlarda, demokrasinin önünü açmak açısından anlamlı olduğunun altını çizerken: Böyle bir fonksiyonu yoksa, yani insanları her türlü (cinsiyet, deri rengi, etnik köken, dinsel/mezhepsel/inançsal mensubiyet vb...) münferit özelliklerinin ötesinde eşit seçme/seçilme hakkına sahip vatandaşlar olarak toplumsal hayatın sürdürülmesine katılmasının ve katkıda bulunmasının önünü açmak türünden bir işe yaramıyorsa, cumhuriyet ancak ve ancak İran'da olduğu gibi ilkel katillerin kendi zulümlerini meşrulaştırma aracı (abç) olabilir. işte tamı tamına bu yüzden de bir cumhuriyet, ya laiktir ya da cumhuriyet değildir. sözleri günümüze mercek tutmanın ötesine geçerken cumhuriyeti boyutlandırır.
 
Cumhuriyetin, hem derinleşip, hemde yaygınlaşmak zorunda olduğunu kaydeder: Derinleşmekten kastettiğimiz kamu hizmetleri ve kamu alanlarının düzenlenmesi ve denetimi(ş) konusunda tüketici ve/veya kullanıcıların doğrudan söz hakkına sahip kılınmaları yönündeki adımlardır. Cumhuriyetin yaygınlaşması ise mevcut devletlerin halklarını birbirinden ayıran formel/siyasi sınırların farklı ülke vatandaşı üreticiler ile tüketiciler, alıcılar, satıcılar, mal sahipleri ile kullanıcılar vb... arasında kurulacak birlikler, ortaklıklar veya sözleşmeler aracılığıyla esnetilip törpülenmesi şeklinde gerçekleşen bir süreçtir ki, bu suretle ulus-aşan bir dünyadaşlığın gelişip, her bir devletin kendi egemen sınıfına/bloğuna endeksli hırs ve egoizmini dengeleyen barışçıl bir karşı ağırlık oluşturmasının da önü açılmış olacaktır.
 
Özgürlüğe dair sözleri çarpıcıdır, özgürlüğü geniş bir yelpazede düşünerek irdeler, hiç bir şey eleştiriden vareste değildir. Özgürlük ile inancın ve imanın uzlaşmazlığını inanca/imana dayanan her türlü düzenleme ve felsefenin özgürlükçü değil teslimiyetçi olduğunu O yüzden özgürlük kelimesiyle inanç ve imanı yan yana getirmek özgürlüğün ne demek olduğunu bilmemek olduğunun altını çizerek özgürlük -eşitlik-kardeşlik mücadelesinin öznelerini tarifler:
 
Her gün 40 vakit özgürlük, eşitlik, kardeşlik desen de, bunlar kendiliğinden gelmez.Marx işte bunun farkındadır; sadece o kadar da değil; herkes tarafından getirilemez: Özgürlük için ancak özgür olmayanlar, eşitlik için eşit olmayanlar mücadele edecekler, kardeşliği kurmanın dinamiği de kardeş kabul edilmeyenlerin arasından kaynaklanacaktır.
 
Özgürlüğü serbest bırakılmaktan kalın çizgilerle ayırır: Serbest, futboldaki 'libero'dur; yani ipi peşinen salıverilmiş. Eşek serbest bırakılır; insan ise özgürlüğünü fetheder. Aradaki fark büyük: İnsanların, tutup da akıllarıyla test edemeyecekleri bilgilere sarılmaları özgürlük değil köleleşmeleridir. Kendi dışından serbest bırakılmak, özgürleşmek değildir.
 
İnsanların, bir insan olarak diğer insanların gözünün içine bakarak söylemekten utanç duyacakları bir sürü kural ve koşulu, insan-üstü bir merciin emri, yani dinin gereği olarak va'z etme yolunu tuttuklarını, Bu tür şeyleri insan-üstü mercilere söyletip, adına da din der ve sorgulamaz, tartışılmaz , dokunulmaz kılındığını vurgular.
 
 Bu sözde/saçma sapan "buyrukların gereğidir!" denilerek, kadının kapanmasına/kapatılmasına net sözlerle itiraz eder. Kapatılmanın insan haklarının ihlali olmasının yanında, kapanmanın da kimliğinden/ kişiliğinden / haklarından feragatle bir intihara denk geldiğinin altını çizer:
 
[K]adının kapanması, hele yüzünü kapaması, insanın insana insandan kalkıp insan kalarak dayatabileceği en son şeydir... İnsanın diğer insanlar tarafından kim olduğunun tanınmasını(n) zorlaştırdığı, giderek imkansız kıldığı ölçüde, kişilerin kapatılması manevi anlamda cinayet, kapanması ise yine manevi anlamda intihardan başka bir şey olmayıp, ister maktul olsun ister müntehir, ölülerin hakkı olmayacağına göre, kapanmanın inanç ve düşünce özgürlüğü çerçevesinde bir insan hakkı olarak kabul edilip hoş görülmesi söz konusu olamaz. daha net ifadeyle: yüzünü kapatıp tanınmaz hale gelmek bir insan hakkı değildir.
 
Laikliğe gelince, Atatürk dahil herkes müslüman. O yüzden laiklik doğrudan inançlarla ilgili bir tavır değil. Devletin nasıl yönetileceğine ilişkin bir tavır. Devlet adına alınan kararların meşruiyetiyle ilgili bir tavır... Sivil hayatı kontrol altına almak isteyen bürokrasi, kendisi dindar olsun olmasın dini mutlaka kontrol altına almak zorunda hissedecektir kendini ve de cumhuriyet döneminde Türkiye,daha önce hiçbir zaman olmadığı kadar müslümandır: Ermeniler tehcir ve katledilmiş, daha sonra da Rum mübadelesiyle, Gayri Müslim oranı yüzde 35 civarında iken, yüzde 10'un altına inmiştir. Ayrıca şunu da unutmayalım İstiklal Savaşı Müslüman unsurlar adına yapılmıştır. Cangızbay'ın 'laikliğin temeli'nin yokluğunu net olarak özetlediği sözlerine ekleyecek bir şey bulamıyoruz.
 
Köylü, varoluşunu doğal takvimin sürekli tekrarlanırlığı üzerin kurmuş bir varlık olarak , yaratıcı/koşulları değişikliğe uğratıcı olmaktan çok, verili koşullar seti çerçevesinde fırsat kollar konumundadır; arabasını sokağın köşesine park etmiş yağmur yağsın da kendisine müşterigelsin diye bekleyen/dua eden taksi şoförümisali sözleri toplumsal problemlerimizin kaynaklarından birine işaret eder.
 
Kürt açılımına ve süreç ile ilgili sözleri de çarpıcı ve derin bir gözlemi içerir: Kürt açılımına ilişkin ilk toplantı da yine kendilerine yaraşır biçimde Ankara Gölbaşı'ndaki Polis Akademisinde yapılır ve söz meselenin esasına, yani Türkiye'nin demokratikleşmesine gelmesin diye 'Bediüzzaman (Said-Nursi/Kürdi)'in çok dilli üniversite hayallerinden Bask ve İrlanda modelleri veya Güney Afrika deneyimlerine kadar işi sündürüp sulandıracak ne kadar zevzeklik varsa hepsinin, 'kerameti kendinden menkul 'uzmanlarca'ca ortaya atılıp ateşli ateşli tartışıldığı bir devir başlar. Bu devrin doruk noktası olarak görülen ise, Habur girişleri olacaktır. Nursi'nin temele oturtulması yeni bir paradigmaya işaret eder, ancak bunun kürtlere bir faydası yoktur. Egemen blok paradigmasını Nursi üzerinden kuracaktır. Bir ikinci nokta da Öcalan'a John Carlin'in Güney Afrika deneyimine dair Düşmanla Oynamak (4) adlı kitabının Öcalan'a okutturulduğunu süreç içindeki davranışlarından anlıyoruz. Bu vahim bir durumdur; sürecin her aşaması karşı tarafa (BDP-HDP/PKK) empoze edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
 
İmralı sürecinin bir yanıyla Kürt siyasetinin legal ayağını etkisiz bir postacı konumuna düşürerek itibarsızlaştırma girişimi ve fevkelade kurnazca bir hareket olduğunu söyler: Bdp'liler ya bu oyuna dahil olup kendilerine biçilen role razı olacaklardır;yok eğer bu sürece katılmayı reddederlerse hem barışa karşı çıkmış, hemde Öcalan'ın -yasal zemine dayanmasa ; yani resmen olmasa da- devlet tarafından muhatap alınması fırsatını tepmiş, bir bakıma lidere ve harekete ihanet eder duruma düşmüş olacaklardır. Bu noktayı aslında gariban mahalle bakkalının istediği malı vermek için en satılmayan malı da almasını şart koşan stokçu, karaborsacı ve de şantajcı bir 'toptancı bayi' ile karşı karşıya olunduğu bir duruma benzetir.(referandum ve torba yasa zihniyetinin aynısı ile karşı karşıyayız)
 
Ülkenin kanayan bir sorununu parlamentonun ve halkın siyasal katılımının dışın(n)daki bir çerçeveye taşımak, sadece demokrasiye değil, devletin /ülkenin/halkın bütünlüğüne de karşı bir dinamit olduğunu söyleyen Cangızbay; Şöyle ki , devletin muhatabı ancak yine devlet olabileceğine göre, Abdullah Öcalan ve onun üzerinden de PKK'nın devlete muhatap alınması, farkında olunsun olunmasın ve açıkça söylensin söylenmesin, örgüte şu ya da bu ölçüde devlet statüsü tanıyor olmasıdır; ki, böyle bir masadan tarafların bir anlaşmaya vararak kalkması ancak ve ancak devletin, karşısındakine kendi toprak, halk veya hükümranlık tekelinden belirli bir pay vermesi halinde mümkün olacaktır.
 
Anlaşmasız kalkışın kaçınılmaz sonucu ise, devlet tarafından muhatap alınıp masaya kabul edilmesini elindeki silaha borçlu olanın, yeniden silaha sarılması olacağı gibi... Ayrıca masaya oturan gerçek kişi veya kişilerin devletle varacakları, ancak örgütün bir ölçüde de olsa devletsileşmesinin önünü açmayan bir anlaşmayı kayıtsız şartsız benimseyip silaha sarılmayacağının da hiçbir garantisinin olmadığına işaret eden Cangızbay: Burada durum şudur: Devlet tarafından muhatap alınmış bir örgütün kendi tabanına egemen olması, ancak ve ancak, oturduğu görüşme masasından devletsileşerek kalkması halinde mümkün olacaktır.
 
Cangızbay AKP'nin oynadığı oyunu çok net özetler:AKP'nin en büyük silahı'süreç sona ererse şehit cenazeleri yeniden gelir' şantajıdır. Yakın zamana kadar sürdürülen çatışmasızlık halinin sağlanması ise 'bölge'de PKK'nın (ve/veya PKK adına yapılan) yol kesme, vergi toplama ve hatta mahkeme kurma gibi faaliyetlerini görmezden gelme , görmemiş gibi yapma pahasına mümkün olmuştur. bununsürdürebilir bir durum olmadığı açıktır; ama AKP de bunun farkında olup, PKK tabanına 'bakın, bu rahatlığınız ancak benim iktidarımla kaim, dolayısıyla benim bu süreç hokkabazlığımı sürdürmeme engel olmayın' mesajını vermiş olmaktadır.
 
Durum aslında, AKP iktidarı, PKK'ya mensup veya destek olmayan vatandaşlarını, devlet dışında bir güce teslim etmekte, amiyane bir tabirle satmaktadır: dolayısıyla burada söz konusu olan özyönetsel bir özerklik değil, taktik bir 'görmezden gelme' üzerinden gerçekleşen gayri resmi/yasa dışı/fiili bir yetki göçertme durumudur; ki, Bu da doğrudan doğruya , 'süzeren'inin Erdoğan 'vasal'ının de Öcalan olduğu bir feodal ilişkiden başka bir şey değildir. Kendisine sultanlık yolunu açacağını sandığı takdirde, Erdoğan, öcalan'a Kürdistan prensliğini vaat etme konusunda bir saniye tereddüt etmeyecektir.
 
İktidarın, liderini kendisine muhatap aldığı bir örgüte/harekete göz yumması çerçevesinde gerçekleşen ’de facto’ özerklik, topyekün bir demokratikleşmenin ve barışın önünü açmak bir yana, tam tersine, başta bölgede olmak üzere, yerine göre ideolojik, yerine göre etnik temelde kamplaşma ve çatışmalara zemin oluşturacaktır. AKP'nin istediği de çok muhtemelen budur; daha da önemlisi, en istemediği şey, kendisi dışındaki her hangi bir siyasal hareket ve aktörün ülkede söz sahibi olmasıdır.sözleriyle süreci noktalar. Cangızbay bu yazıyı 2014 yılında kaleme almıştır ve o günlerde masa henüz devrilmemişti.
 
______________________________________
1- Cangızbay'ın Sibel Özbudun'un Önce Söz Vardı başlıklı kitabın önsözünde kullandığı başlığın bu yazıya da uygun düşeceğini düşündük.
2- Kadir Cangızbay, Makaleler, Anarşizm, Sosyalizm, Bilim ve Türkiye, a kitap, 2016
3- Sibel Özbudun, Önce Söz Vardı, Ütopya Y. 2000
4- John Carlin Düşmanla Oynamak çeviri: Elif Ersavcı, ayrıntı Y. 2010