Topyekûn bir hesaplaşma gerek. Daha azı bizi kurtaramaz. Yaşadığımız bu topraklarda, demokrasi bakılıp beslenmesi ve büyütülmesi gereken bir çocuk gibi.

Tarihçi Ayşe Hür’ün cumhuriyet boyunca devletin azınlıklara nasıl yaklaştığını tüm çıplaklığıyla ortaya koyduğu harika bir makalesi var, bu makalede azınlıklara nasıl yaklaşıldığını, farkında olarak ya da olmayarak nasıl incitildiğini görebilirsiniz.

Ne yazık ki ülkemiz kurulduğu günden bu güne kadar farklı olana karşı ‘zulümde eşitlik’ ilkesini uygulamıştır. Bundan Ermeniler de, Rumlar da, Süryaniler de, Aleviler de, Hıristiyanlar da payını almıştır.

Osmanlı’nın resmi kayıtlarına göre 1900 yıllarının başında yapılan nüfus sayımında ülkenin toplam nüfusunun %30’u gayrimüslimlerden oluşuyordu. Bu rakam 5 milyon civarındaydı.

Daha ülke kurulurken önde gelen siyasetçilerce memleketin asıl sahiplerinin öz be öz Türkler olduğunun altı çizildi. Böylece yüz yıl devam edecek bir politika belirlenmiş oldu.

Sonrası malum, şu anda, yüz yıl kadar önce 5 milyonu bulan ve nüfusun yüzde 30’unu oluşturan kitleden yüzde birin çok altında bir “kırıntı” kaldı.

1924 yılında 3 Mart tarihinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu uyarınca 40 kadar Fransız ve İtalyan Okulu kapatıldı. Azınlık okullarının onarım, genişletme ve yapımlarında kısıtlamalara gidildi.

Bundan bir ay sonra Yahudi, Ermeni ve Rum avukatlardan 960’ının 460’ı iyi ahlaklı olup olmadığı açısından değerlendirilerek meslekten men edildi.

1926 yılında ticari yazışmalarda sadece Türkçe kullanma mecburiyeti getirildi, idari kadroda çalışan gayrimüslimlerden beş bin Rum işten çıkarıldı.

1928 yılında doktorluk yapma Türk olma şartına bağlandı, böylece gayrimüslimler doktorluk yapamaz oldular.

1930 yılında bir güzide vekilimiz, “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi, köle olmaktır” şeklinde bir cümle kurdu ki çoklarının sloganı oldu.

1941’de 12 bin gayrimüslim erkek kamplara alındı, Ankara’daki Gençlik Parkının yapımında, Zonguldak’taki tünel inşaatlarında, Afyon, Karabük, Konya ve Kütahya’daki yolların yapımında, taş kırma işlerinde çalıştırıldılar, bu işler bittikten sonra ancak 27 Temmuz 1942 yılında terhis edildiler.

1933 yılında Mardin’deki Süryani Patrikliği, gizli ve açık baskılara dayanamayarak “cemaatin arzusu doğrultusunda”, “görülen lüzum üzerine” geçici olarak Mardin’den, Suriye’deki Humus’a taşındı, bir daha da geri dönemedi. 1000 yıllık geçmişe sahip manastırın toprakları ellerinden alınmaya çalışıldı. Şükür ki toplumsal baskı, uluslararası camianın ve AİHM’nin de ilgisi nedeniyle manastıra ait topraklar bir demokratikleşme paketi içine sokularak gerçek sahiplerine “geri” verildi.

1942 yılında savaş sırasında ortaya çıkan mali sorunları aşmak gerekçesiyle Varlık Vergisi’ni çıkarıldı. Vergi mükelleflerinin %87’si gayrimüslimlerden oluşuyordu. Ermeni tüccarlar kapital güçlerinin yüzde 232’sini, Yahudi tüccarlar yüzde 179’unu, Rum tüccarlar yüzde 156’sını verirken Müslüman Türklerden istenen vergi oranı sadece yüzde 4.94’tü. 1944 yılına kadar gayrimüslim tüccarlar malını, mülkünü, onurunu ve tabii ki Türkiye’ye inancını yitirdiler.

6-7 Eylül olaylarını unutmamak gerek. 1955 yılında İstanbul Rumlarına yönelik bir yağma hareketi başlatıldı, birçok kişi öldürüldü, 300 kişi yaralandı, yüzlerce Rum kadına tecavüz edildi, 9 bin binaya saldırılarak yağmalandı. Bu olay tarihin en utanç verici sahnesi olarak geçmişimize yapıştı.

1964 yılında Kıbrıs olaylarının da etkisiyle Türkiye’de doğup büyümüş, burada ticaret yapan, esnaf olan Yunanistan vatandaşlarının on binlercesi sınır dışı edildi. Yanlarına sadece bir bavul ve 200 lira alabileceklerdi. Onların da gidişiyle sayıları 3 milyonu bulan Rum ülkeden silinmiş oldu.

Soykırımdan kalan Ermeniler zaten bu tarihe dek ülkeden gitmişlerdi. Eşgüdümlü olarak Süryaniler, Yahudiler de memleketi terk etmek zorunda kaldılar.

Yüz yıl önce Anadolu zenginlikle, bereketle ve dinamizmiyle bilinirken şimdi çorak bir toprak olarak anılmaktadır. Oysa o topraklarda yüz yıl önce birçok ürün üretilip satılmaktaydı, halk şimdiki gibi yoksul değildi, gayrimüslimler Türklerle aralarında hiçbir husumet olmadan etle tırnağın birlikteliği gibi huzur içinde yaşıyor, çalışıyor, üretiyor ve kazanıyorlardı.

Kürtler, Müslüman oldukları için diğer  azınlıklara oranla nispeten kabul edilebilir bir kitle olmasına karşın varlıkları ve milliyetleri reddedildi. Kurtuluş savaşı döneminde verdikleri destek onlara nefes aldırdı, lakin dillerini konuşamadılar, ayrımcılığın her türlüsüyle karşılaştılar.

Tüm bunlar olurken farklı cenahlardan provokasyonlar yapıldı, karalama kampanyaları, fişlemeler ve önü alınamaz bir bilgi kirliliği yaratıldı. 30 yıl süren bir savaşta ülkemiz on binlerce gencini bu iç savaşta yitirdi. Ülkenin çok ciddi bir parası bu savaşta harcandı. Son iki yıldır kabuk değiştiren bir ülkenin iktidarı on yıllardır yapılamayan bir şeyi yapmaya soyundu, çözüm süreci başlatıldı. Herkesin ihtiyacı olan barış bu adımla temellenmeye başlandı. Bugün artık görüyoruz ki ünlü bir Kürt siyaset ve tarih uzmanının dediği gibi eğer bir çözüm çıkacaksa bu nesilden çıkacaktı. Ne var ki yüz yılda her bir hücremize sinmiş olan ayrımcı zihniyet maalesef kolay kolay kırılamıyor. Özünde iyi niyetli olduğuna inanmaya çalıştığımız iktidarın sorunu çözmeye yönelik köklü ve radikal adımları atmakta zorlandığını görüyoruz, lakin “hayaldi gerçek oldu” mottosu burada da uygulanırsa aşılamayacak bir sorun yoktur. Her ne kadar eleştirilecek birçok yönü olsa da üzerine düşeni yaparsa 30 yıldır devam eden sorunun çözümünü gerçekleştirerek tarihe adını hakkını verecek şekilde yazdırabilir bu hükümet.  

2000’li yıllarda MGK’nın öncelikli konusu olarak ele alınıp, 70 milyonluk ülkede topu topu kimliğinde Hıristiyan yazan 342 kişi için, bir terör örgütünden daha tehlikeli oldukları ilan edilerek mücadeleye girildi. Öyle bir milli mutabakat oluşturuldu, medya, uyduruk sivil toplum kuruluşları ve galeyana getirilen halkla topyekûn bir saldırı başladı.

2006 yılında Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro, 19 Ocak 2007 yılında Agos gazetesinin başyazarı Hrant Dink ve 18 Nisan 2007 tarihinde de Malatya’da Zirve yayıncılıkta Tilman Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel vahşice öldürüldü.

Bu kısa tarihçe neyi gösteriyor? Belki en başa dönmeliyiz. Yüz yıl önce barış içinde yaşamanın koşullarını nasıl bozduysak, yeniden oluşturup dinine, diline ya da milliyetine bakmadan rengârenk bir cümbüş içinde yaşadığımız toplumu yeniden kurmalıyız.

Bugün yaşadığımız dünyada ayrımcı, ırkçı yaklaşımlar geçer akçe değildir. Geçmişle yüzleşerek gönülleri yeniden kazanmak gerek. Böyle bir topyekûn hesaplaşma gerçekleşmeden, gerçek tüm çıplaklığıyla kabul edilmeden ilerlemek ve başarılı olmak zordur.

Her yanında haksızlığın, adaletsizliğin ve güdük politika yaklaşımlarının olduğu ülkede köklü değişikliklere ihtiyaç var. Ama önce barışa ihtiyaç var. Önce dört başı mamur bir hesaplaşmaya, affa, gönül almaya ve onarılmaya ihtiyaç var. Sonrası kolay.